Téa Obreht çağdaş dünya edebiyatında eşine az rastlanır, yepyeni bir ses; 2011 Orange Ödülü ve Fransa’da Page des Libraries Ödülü’nün sahibi. Amazon’un Yılın Kitapları ve Guardian’ın Yılın Romanları seçkilerinde yer alan, New York Times’ın seçtiği Yılın 5 Romanı’ndan biri olan, ABD Başkanı Barack Obama’nın da Noel okumaları listesinde yer alan Kaplanın Karısı’na ve bu yetenekli, genç yazara siz de kulak verin…
Téa Obreht hakkında basit bir internet aramasında karşınıza çıkacak olanları şöyle özetleyebiliriz herhalde: Kaplanın Karısı, Balkanlar, Orange Ödülü, en genç, yetenek, büyülü gerçekçilik.
Henüz 25 yaşında Kaplanın Karısı diye bir roman yazıp kısa sürede büyük ilgi toplayan, ödüller kazanıp birçoğuna da aday olan bu genç kadının kim olduğunu düşünüyor insan, ister istemez.
Yazarının ötesinde bugünlere gelişi bile ilginç olan Kaplanın Karısı oldukça genç bir ekibin eseri: Obreht’in 30 yaşındaki ajanı Seth Fishman’ın sattığı ilk kitap olmasının yanında, 26 yaşındaki editörü Noah Eaker’ın da hazırladığı ikinci kitap.
Kaplanın Karısı, savaşın ardından şimdi yabancı bir ülkeye ait olan bir köyde gönüllü bir aşı kampanyası için bulunan genç doktor Natalia’nın, büyükbabasının ücra bir köyde öldüğü haberini almasıyla günümüzde başlayıp, büyükbabasının şahsi eşyalarının peşine düşen Natalia’yla birlikte bizleri de geçmişe götürüyor. Bombardıman sırasında hayvanat bahçesinden kaçan bir Sibirya kaplanına, kaplanla dost olan sağır dilsiz bir kıza, Orman Çocuğu’ndan tanıdığı kaplanı karşısında görünce büyülenen küçük bir çocuğa, Ölüm’ü kandırmaya çalıştığı için ölümsüzlükle cezalandırılan bir Ölmez Adam’a çıkan yollar iç içe geçtikçe söylenceler hikâyelere, hikâyeler efsanelere karışıyor.
Téa Obreht aslen Téa Bayraktareviç adıyla 1985’te Belgrad’da doğmuş. Obreht soyadı, birlikte büyüdüğü ve kitabını ithaf ettiği dedesi Stefan Obreht’e ait. Dedesi ölmeden önce kitaplarını bu soyadıyla yazmasını istemiş. Yedi yaşına kadar Belgrad’da yaşadıktan sonra savaş başladığında, 1992’de annesi, anneannesi ve dedesiyle birlikte buradan ayrılıp önce Kıbrıs’a, sonra da Mısır’a gitmişler.
Kıbrıs’ta yaşadığı günlerde fazla sosyal bir çocuk olmadığı için kitaplara ve yazıya merak salmış. Yazar olmaya karar vermesi de bu döneme denk geliyor: Sekiz yaşındayken bir keçiyle ilgili bir öykü yazdıktan sonra büyüyünce yazar olacağını annesine açıklamış ve onun da desteğini alınca çalışmalara başlamış. Yola çıkış noktasından da anlaşıldığı üzere hayvanları çok sevdiği için hem yazar hem de zoolog olmak istemiş, ama annesi zoolog olmanın çeşitli yerlerde kamp yapmaya gitmesini ve bir sürü mikroba maruz kalmasını gerektireceğinden söz edince bu hayalinden vazgeçmiş. Ancak hayvan sevgisi hiç azalmamış, o günden bu yana devamlı hayvanlarla ilgili bir şeyler yazmış. Obreht aynı zamanda sıkı bir National Geographic takipçisi olduğunu söylüyor; hatta “kaplan” fikri de, yoğun kar yağışının olduğu bir gün, kaplanlara komut verebilen yaşlı bir Rus kadınıyla ilgili bir belgesel izlerken gelmiş aklına.
Beş yıl sonra savaş bittiğinde anneannesi ve dedesi Belgrad’a geri dönmüş ama Téa ve annesi, akrabalarının da yaşadığı Amerika Birleşik Devletleri’ne (ABD) göç etmişler; çünkü “çok çalışmanın ve iyi bir eğitimin, insanı sistemin engellerinin üzerinden aşıracağı tek yer”in ABD olduğuna inanıyormuş dedesi. Téa da dedesinin sözünü dinlemiş ve başarılı bir öğrenci olarak iki sınıf atlayıp yaşıtlarından önce liseden mezun olmuş. Güney California Üniversitesi’nin David Dornsife Kürsüsü’nde yaratıcı yazarlık ve sanat tarihi eğitiminin ardından Cornell Üniversitesi’nin yaratıcı yazarlık yüksek lisans programını bitirmiş.
Savaşın “kendisini” değil “etkilerini” anlatıyor
2007’de dedesinin ani ölümü Obreht’i çok sarsmış olsa da, o ilk başta bununla inkâr yoluyla baş etmeye çalışmış. O sıralarda kaplanlı belgeselden aldığı ilhamla sağır dilsiz bir kız, sirkten kaçan bir kaplan ve küçük bir çocukla ilgili bir hikâye yazmaya başlamış. Kızla kaplan arasında sıra dışı bir dostluk varmış ve küçük çocuk da onların dostluğunun tek seyircisiymiş.
Téa Obreht bu karakterlerden çok etkilendiği için onlardan vazgeçmemiş, romanını onların üzerine kurmuş. Kitap üstünde çalıştıkça ölümü daha derinlemesine düşünmeye başlamış, roman bir bakıma onun dedesinin ölümüyle baş etme yolu olmuş ve sonunda hikâyedeki küçük çocuk, romanın anlatıcısı Natalia’nın dedesinin çocukluğu haline gelmiş. Sonradan, kökleri Slav kültürüne dayanan Ölmez Adam’ın hikâyesini ve günümüzde geçen Natalia’nın yaşam hikâyesini eklemiş.
1992’de ayrıldığı Belgrad’a ilk defa 11 yıl sonra 2003’te dönmüş ve sonrasında yılda bir defa anneannesi ve dedesini ziyarete gitmiş. Boşnak bir Müslüman olan anneannesi ve Sloven bir Katolik olan dedesiyle birlikte büyüdüğü için Balkan kültürüne ait gelenek-görenekleri ve batıl inançları iyi biliyor olsa da, bir kez ayrıldıktan sonra memleketiyle yeniden bütünüyle bağlantı kuramamış; ta ki 2009’da Harper’s dergisine yazacağı vampirlerle ilgili makale için Sırbistan ve Hırvatistan’a gidene dek.
Burada haritada bile görünmeyen köylerde kapı kapı dolaşıp tanımadığı insanlara vampirler hakkında sorular sormuş ve insanlardan türlü türlü hikâyeler dinlemiş. Küçük Sırp ve Hırvat köylerine yaptığı bu yolculuk sayesinde, Balkan kültürünün unsurlarını hakkıyla anlamış ve Amerika’ya döner dönmez ilk iş 2008’in sonunda tamamladığını düşündüğü kitabını editörünün elinden alıp biraz daha zaman istemiş ve birçok yeri yeniden yazmış.
Kaplanın Karısı’nda hiçbir gerçek yer, kişi ya da tarihi olay ismi geçmiyor ve kendisi hiçbir zaman savaşa birebir tanık olmayan Téa Obreht savaşın kendisini değil “hissettirdiklerini,” insanların yaşamlarına etkisini anlatıyor. Söylencelerle, efsanelerle, mitlerle katman katman ördüğü, gerçekle gerçeküstü arasındaki ince çizgide gidip geldiği hikâyesinin içine hiçbir yerin ya da olayın “gerçekliğini” karıştırmıyor. Verdiği bir röportajda Harper’s için bölgeye geri dönmenin kendisini “Balkan hikâyesi” kavramıyla yeniden buluşturduğunu söylemiş: “Balkan hikâyesinde öyle bir an gelir ki mitoloji, efsane ve öykü arasındaki çizgi önemini yitirir. Bir şekilde o mitoloji kendi içinde bir gerçeğe dönüşür ve oldukça kişisel bir hal alır.”
Kitabının “büyülü gerçekçilik” akımına dahil edilmesini, çok sevdiği Mihail Bulgakov ve Gabriel Garcia Marquez’in [Kolera Günlerinde Aşk kendisi için “en mükemmel roman”mış] üzerinde bıraktığı etkilere bağlıyor, ama büyülü gerçekçiliği amaçlayarak yazmadığını, bunun –eğer böyle olduysa- kendiliğinden oluverdiğini söylüyor. Jennifer Egan’la yaptığı röportajda çok dağınık ve karmaşık bir çalışma düzeni olduğunu söyleyen Obreht, yazarken bir sorunla karşılaştığında ya da bir yerde takıldığında ise Pablo Neruda şiirleri okuyor ve zihnini sadece böyle dinlendirebiliyormuş. Bir de, masasının önünde asılı duran Dali’nin “Vermeer Hayaleti” tablosuna, pencereden dışarı bakar gibi bakıyor ve yeterince uzun bakarsa sorunu her ne ise çözeceğine inanıyormuş.
Bazı karakterleri çok daha eskiye dayansa da bütün olarak düşünüldüğünde üç yılda tamamladığı romanının yayımlandığında böylesi bir etki yaratacağını hayal bile etmemiş. Yayıneviyle anlaşma yapıldığında aklında sadece şu fikir varmış: “Birisi kitabımı beğendi, birisi satın aldı ve bir kapağı olacak!” Üç yıl süresince çoğunlukla geceleri çalışarak tamamladığı roman onun için öylesine kişisel bir hal almış ki, bir okuma etkinliğinin ardından “Ölmez Adam benim favori karakterim,” diyen okura “Sen nereden biliyorsun Ölmez Adam’ı?” diyecekmiş az kalsın.
Téa Obreht çağdaş dünya edebiyatında eşine az rastlanır, yepyeni bir ses. Obreht, 2011 Orange Ödülü ve Fransa’da Page des Libraries Ödülü’nün sahibi oldu.
Amazon’un Yılın Kitapları ve Guardian’ın Yılın Romanları seçkilerinde yer alan, New York Times’ın seçtiği Yılın 5 Romanı’ndan biri olan, ABD Başkanı Barack Obama’nın da Noel okumaları listesinde yer alan Kaplanın Karısı’na ve bu yetenekli, genç yazara siz de kulak verin…
Begüm Güzel – edebiyathaber.net