“When you separate an entwined particle, and move both parts away from the other, even at opposite ends of the universe, if you alter or affect one, the other will be identically altered or affected.”
Günümüzden yaklaşık 3000 yıl önce, Dicle ve Fırat arasında medeniyetlerini sürdüren Sümerler için, bira içmek en az su içmek kadar doğal bir alışkanlık olarak görülüyordu. Bu sarı arpa suyu, insanların mutluluğuna da mutsuzluğuna da ortaktı. Hatta size şöyle söyleyeyim, Sümerlerin Ninkasi isimli bir Tanrıçaları bile vardı. Onun için şiir de yazılmıştı: “Bira bereketinin etrafında dönerken, harika hissederken, harika olurum”. Gılgamış Destanı’nda da Enkidu, hikâye boyunca litrelerce bira içiyordu. Tabii, o tarihlerde “Alkol içen roman kahraman mı olur?” gibisinden bir edebi müdahale kurulu olmadığı için karakterler içki konusunda serbesttiler. Tıpkı hayatın tesadüfler üzerine kurulması gibi, biranın keşfi de tesadüf neticesinde olmuştu. Birçok tarihçiye, Mezopotamya civarında dışarıda bekleyen ıslak ekmeğin fermente olmasıyla biranın tarihi başlamıştı. O dönem fermente ekmekten ısırık alan insanlar o güne kadar hiç bilmediği, tatmadığı bir takım duygular uyandırıyordu. Ekmeği fazla kaçıran köy ahalisi aniden şarkılar söylemeye, dans etmeye ya da efkâr basıp hüngür hüngür ağlamaya başlıyordu. Bir süre bunun içkisi de güzel olur diye düşünen, ağzının tadını iyi bilen antik çağ gurmeleri, deney ve gözlem yoluyla bugün bildiğimiz birayı icat etmeyi başarmışlardı. Kısa sürede Mezopotamya’nın favori içkisi haline gelen bira Avrupa başta olmak üzere farklı kıtaların da vazgeçilmesi olmuştu. Biranın keşfi aynı zamanda yerleşik hayata geçilmiş, hem de muhabbetler tatlanmış, dertlere bir çare aranmış veyahut hiç beklenti olmadan iş çıkışı yorgunluk atmaya yarayan bir içecek haline gelerek insanlık tarihinin kültürel öğesi olmuştu.
Ne tuhaftır ki, Sümerlerden yüzyıllar sonra yine aynı coğrafyada birayı iklim krizinden, nükleer bombalardan ya da silahlardan daha tehlikeli bulan iktidarlar ortaya çıkmış. İnsan sağlığı düşünülme bahanesiyle bira ve diğer alkolden üretilen içkilere zam üstüne zam getirmişlerdi. Yapımı kolay ve binlerce yıldır içilen bira ve diğer içkiler, günümüzde elmas kadar değerli bir şey haline dönüşmüştü. İşte, yine bir içki zammı öncesi, Sakarya Caddesi’nde Little Wing barının önünde Toptancı Faik, her zaman olduğu gibi kulağında bir, ağzında yanmış olmak üzere iki tane sigarasıyla gri dev bira fıçılarının kamyonundan indiriyordu. Faik, sigarayı egzoz gibi içiyordu yüzü duman olmuştu. Barın çalışanları Bora ve Adil kan ter içerisinde fıçıları gürültülü bir şekilde yuvarlayarak barın içerisine sokuyordu. Aynı zamanda barın barmeni de olan Adil, küfür ede ede birayı sürüklüyor, henüz uykusunu alamamış, gözlerle etrafta dolanan Bora masa, sandalyeye çarpa çarpa fıçıyı itekliyordu. Bira fıçılarının ardından mutfağın şefi Aslı göründü. Güneş gözlüğü, arkadan topladığı kumral saçları, yırtık Converse ayakkabılarıyla bara girdi. Sıcak bir gülümsemeyle Mart’a günaydın deyip, mutfağa doğru gitti. Little Wing’te hafta resmi olarak başlamıştı artık. Mart, kapının önünde Faik’ten faturasını alıp, sevimsiz pazartesi gününün açılışını Faik, fatura ve olası onun kötü haberler zincirlerinden bir an önce kurtulmak istiyordu. Toptancı Faik, kötü haber iletici olarak bilinirdi. Herhangi bir şeyden memnun olduğu bugüne kadar görülmemişti. Algıları kötü haber toplamak üzerineydi. Doktor yazısına benzeyen anlaşılmaz bir gramerle faturayı doldurdu. Sigarayı Sermet Erkin illüzyonuna benzeyen bir ustalıkla kimse fark etmeden caddeye savurdu. Faturayı Mart’a uzattı sonra da “Mart hocam, haber sağlam. Alkole yine zaman geliyormuş.”. Mart, ekşimiz bir yüz ifadesiyle Faik’e baktı. “Alkol değil, içki Faik. Kimya laboratuvarı işletmiyoruz, malum bar burası. İnsanlar içiyor bunu. Hem alıştık zamlara artık. Yakında senden cola fıçısı alırız bu gidişle.”. Faik, kötü haberi vermenin hafifliğiyle kulağındaki sigarayı ağzına götürerek yaktı. “Vallahi öyle hocam, büyüklerimiz sağlığımızı düşünüyor, fazla içip hastalanmayalım diye” dedi gülerek. Mart, bu güldürürken düşündürmeyi amaçlayan şakaya hiç gülmedi. Cebinden çıkardığı parayı Faik’e uzattı. Faik parayı aldı, peşine nikotin dumanını da katarak kamyonuna binip gitti. Faik gitti, mutfaktan Aslı geldi. Alınacaklar listesi vardı. Ödeme zamanı ya her şey bitiyordu ya da dükkânda gereksiz bir masraf çıkıyordu. Aslı sempatik bir gülüşle listeyi Mart’ın eline tutuşturdu, tekrardan mutfağa döndü. Tamam, memlekette her şeye zam geliyordu ve her zaman bir ekonomik kriz vardı. Tarih bu noktada Türkiye’de trajik bir tekrarla tekrar ediyordu. Ama son zamanlarda içkiye orantısız bir şekilde zam geliyordu. Birayı keşfedenlerin bir nevi akrabası olmamıza dünyanın en pahalı birasını içiliyordu. Bu şartlarda bar işletmek de giderek zorlaşıyordu. Mart’ın inatçılığı, romantizmi, takıntısı olmasa barcılık artık yapılacak iş değildi.
Pazartesi sabahı haftanın başı, sonbaharın başlangıcında Faik ve kötü haberleriyle sıfır noktasına başlamak Mart’ın canını sıkmıştı. Boş masalardan birine oturdu. Simetrik durmayan kül tablasını düzeltti. Ceketinin iç cebinden çıkardığı kırmızı uzun Marlboro’sunu yaktı. Eskiden Camel içerdi, deve logosunun önüne “Sigara içmek sağlığa zararlıdır” uyarısı gelince, ondan vazgeçti. Bora, o söylemeden önüne kahvesini getirdi. Mart, ona teşekkür etti. Etraf çok sakindi. Sakarya Caddesi üzerinde Pazartesi mahmurluğu vardı. Henüz Vardım Turizm acentesi çalışanı bile gelmemişti. Evet, doğru okudunuz, barın içerisinde otobüs şirketi yazıhanesi vardı. Bu tuhaflığı detaylı bir şekilde anlatmak uzun sürer ama kısaca özetleyecek olursam olaylar şöyle olmuştu: Mart, burayı kiralamadan önce burası simit kafeydi. Dükkân sahibi, dükkânının küçük bir bölümünü de Vardım Turizm’e kiralamıştı. Simitçi, mekândan çıktıktan sonra Mart kiralamak istemişti. Dükkân sahibi, Vardım Turizm’e kiraladığı küçücük alandan piyasa şartlarından güzel kira alıyordu Allah için. E, otobüs şirketi de Sakarya’nın göbeğindeydi müşteri ayağına geliyordu bir nevi, dükkândan çıkması saçma olurdu. İçeride ha bar olmuş, ha simitçi fark etmiyordu onlar için. Hal böyle olunca, Mart Vardım Turizm’le zorunlu bir komşuluk yapıyordu. Bugüne kadar hiç sorun yaşamamışlardı ama yine de “Edirne seferimiz başladı” ilanıyla, indirimli bira saati tabelası yan yana gelince tuhaf duruyordu.
Mart’a göre barcılığın tadının tuzunun kalmamasının sebebi sadece bu değildi. Önce Sakarya Caddesi bozulmuştu. 10 yıl önce Little Wing’i açmak için yer bakarken, önceliği hep Sakarya Caddesi’ydi. Merkeziydi ve bar kültürüne, tarihine sahipti. SSK İşhanı’ndaki Gölge Bar mesela, yangın çıkana kadar kuşağa ev sahipliği yapmıştı. Little Wing’i için uygun yeri bulunca da hiç düşünmeden kiralamıştı. İlk zamanlar işleri yolunda gitmişti. Bir süre sonra ise önce Sakarya Caddesi’ndeki kentsel dönüşüm, telefoncuların, birbirine benzeyen kafelerin, simitçilerin açılması, bir yalpalayıp, bir düzelen ekonomi derken uzun yıllardır varlıklarını sürdüren barlar ve meyhaneler bir bir başka yerlere taşınmaya başlamıştı. Kumsal Lokantası ilk gidenler biri olmuştu. Onun ardından Kara Bar gitmişti. Onların yerine de hızla Türkü Barlar ve ciğerciler sıralanıyordu. Hal, apartmanları saran parlak neon ışıkları ve ızgara kokuları caddeye başka bir kimlik kazandırmıştı. Sayıları giderek azalan ganyan, maç, bar triosu hep yerindeydi. Belli ki canlı ölümü tercih etmişti onlar da. Bir şeyler ters gidiyordu o açıktı. Ülke geriliyordu, siyasette öfke dozu artıyordu. Bunların sonunda da Gezi patladı zaten. Mayıs ve Haziran boyunca Sakarya Caddesi’nin üzerini dev bir biber gazı bulutu kaplamıştı. Mart’ın kapısı eylemcilere her daim açıktı. Limon ve su tedariki bile yapmıştı. Gezi’den sonra tüm Kızılay etrafında güvenlik önlemleri arttırılmış. Caddenin giriş, çıkışı sıkı bir kontrole tabi olmuştu. Metro girişlerinde de GBT kontrolü yapılır hale gelmişti. Böyle olunca da insanlar bir noktadan sonra Sakarya’ya gelmekten vaz geçmişti. Rock müzik dinleyen sayısı da azalmıştı artık. Hele ki, Little Wing’te çaldığı çalan blues tarzı arkaik müziği dinleyeni ara ki bulasın. Ama Mart’ın da inadı inattı, sonuna kadar vazgeçmeyecekti. Kemik bir müşteri kitlesi vardı. Hala iyi grupları canlı müzik için getiriyordu. Little Wing, Sakarya Caddesi’nde Roma işgaline direnen Galya Köyü gibi duruyordu bir anlamda.
Mart, üst üste iki sigara yaktı. Telefonundan haberlere baktı. Galatasaray da kötü gidiyordu. Sneijder’dan sonra iyi bir on numara alınamamıştı. Eren Derdiyok’la bir sezon nasıl geçerdi? Bu sırada Bora, barın ardından seslendi. “Abi, müzik açayım mı?”. Mart, ona döndü “Aç bakalım. Kaç zamandır Chris Cornell’dan Seasons çalmıyorduk, onu çalsana” dedi. Parça başladı, Mart kahvesinden bir yudum aldı, sigaranın birikmiş külünü silkeleyip, derin bir nefes çekti. Boş gözlerle caddeye doğru baktı. Sararmış bir yaprak, dışarıdaki Little Wing tabelasının önünden süzülerek sokağa düştü. Sokak kalabalıklaşmaya başlamıştı. Kalabalık ve koşuşturma hayatın işaret fişeğiydi. Mart, barın içerisinde her daim elinden hiç düşürmediği sigarasıyla, Casablanca’da Humphery Bogart’ın oynadığı Rick gibi duruyordu. Birini bekliyor gibiydi ama kimi beklediğini o da pek bilmiyordu. Gerçi bu haliyle Bogart’tan çok Büyük Ekspress’te efkârlı bir şekilde bira içen Leonard Cohen taklidi gibiydi bana kalırsa. Sigarasını söndürdü, hazır Bora buradayken kafa dağıtmak bir süredir aklındaki kitabı almak için Dost’a gitmek istedi. Bora, üniversitede öğrenciydi çalışma saatleri derslerine göre ayarlanıyordu. Pazartesi günü sabahtan müsait oluyordu. Bora’ya seslendi, gideceği yeri söyledi. Kalabalığın arasına karıştı.
Mart haftaya kötü başlamıştı. Mayıs’ın da durumu pek farklı değildi. Üzerinde bir süredir çalıştığı, uğraş verdiği çeviriyi tamamlamıştı. Yayınevine teslim etmişti. Mayıs, çeviriyi bitirdiğinde döviz kuru Türkiye şartlarına göre makul bir seviyedeydi. Teslimattan kısa bir süre sonra döviz kuru artık makul seviyelerde değildi. Öyle olunca yayın politikalarını yeniden düzenlemek durumunda kaldılar. Takvimler mecburi olarak şaştı. Mayıs’ın çevirisi de “satış” garantili olmadığı için, belirsiz bir zaman ertelendi. Çeviri ücretinin de şimdilik yarısı verilebilmişti, geri kalan bir sonraki aya kalmıştı. Mayıs, yayın dünyasındaki bu aksaklıklardan artık sıkılmıştı. Kahveciliği hiç bırakmasam mı diye düşünür hale gelmişti. Gerçi, şimdi kahvecilik yapsa bu sefer de artan döviz kurları yüzünden kahveyi nasıl satın alacağını düşünecekti. Her türlü çıkmazdaydı.. Galata’da bir çevirmen arkadaşıyla oturmuştu. Karşılıklı dertleşmişlerdi bugün. Sözde birbirlerine iyi geleceklerdi tam tersi olmuştu. İkisi de geleceklerinden çok endişeli bir haldeydiler. Kamondo Merdivenleri’nden caddeye doğru indi. Deniz tarafından sert bir rüzgar esti. Ağaç dalından sararmış bir yaprak üzerine düştü. Gökyüzüne baktı. Gökyüzünde pamuk şekerine benzeyen bulut vardı. Hava dönmüştü artık. Yaza elveda denilebilirdi. Mayıs, bu mevsimde akşam üstleri deniz kenarında yürümeyi pek severdi. Hemen eve dönmek istemedi, biraz Beşiktaş’ta kitapçı dolaşıp, tek başına bir şeyler içip günü bitiririm diye düşündü. Kulaklığını taktı, PJ Harvey’den “You Said Something”i dinlemeye başladı. Eskiden olsa, üniversiteden kalma bir alışkanlık olarak yolu mutlaka İstiklal Caddesi’ne düşerdi. Kız arkadaşlarıyla laflamak, sevgilisiyle el ele dükkânlardan çalan müzikle yürümek, St. Antuan Kilisesi’nde mum yakıp dilemek dilemeyi, Ara Kafe’de oturmayı çok severdi. Son zamanlarda her şeyde olduğu İstiklal Caddesi de ilk gençliği gibi değildi. Çok değişmişti. Zorunda olmadıkça gitmiyordu. Bu memlekette alışkanlıklarımızdan, sevdiğimiz şeylerden ne kadar çabuk vazgeçiyoruz diye düşündü Mayıs. Açıkçası her sabah başka bir ülkeye uyanmaktan da sıkılmıştı. Biraz daha yürüdü, Beşiktaş’a geldi. Akşam güneşi, Beşiktaş Çarşı’nın içerisine projeksiyon tutmuş gibiydi. Mayıs’ın siyah saçlarının ucundaki sarı tonlarla sonbahar rengini almış güneş ışığı, onun üzerinde ahenkli bir görüntü çizmişti. Ela gözlerini öne çıkaran siyah göz kalemi, beyaz ve kahverengi tonlarındaki kıyafetiyle, Mayıs, insanı kendine âşık edecek bir sonbahar manzarası gibiydi.
Balık sezonun açılmasıyla birlikte çarşıdaki balıkçılarda bereket vardı. Balıkçılar, bir taraftan tezgahın üzerini suluyor, diğer taraftan da “Taze, taze” diye bağırıyorlardı. Mayıs, eve dönerken balık almayı düşündü. Şöyle, tek kişilik güzel bir sofra, fırında levrek, yanına da şarap… Kitapçıya girdi. Rafların arasında serbest bir şekilde dolaşırken, birkaç sene önce çevirdiği bir kitaba rastladı. Kitabı raftan çekti, şöyle bir inceledi tekrar yerine koydu. En sevdiği bölüm olan Latin Amerika Edebiyatı’na geldi. Uzun zamandır baskısını aradığı “Mırıldandığım Öyküler”i görünce mutlu oldu. Hemen kitabı satın aldı. İlk gördüğü barlardan bir tanesine oturdu. Kendisine Gara Guzu Blonde serisinden bir şişe söyledi. Slim sigara içmeyi çok seviyordu. Çantasından çıkardı bir tane de sigara yaktı, telefonuna gelen mesajları baktı. Önemli bir haber yoktu, tekrar çantasına koydu. Sonra da kitabın kapağını kaldırarak, Cortazar dünyasına tek biletlik bir giriş yaptı.
Mayıs, Cortazar dünyasında gezinirken, Mart da Little Wing’in içerisinde gündüz satın aldığı kitapları karıştırıyordu. Mart’ın aldığı kitaplardan bir tanesi Cortazar’dan Lucas Diye Biri ile Mayıs’ın çevirdiği daha önce duymadığı bir yazarın romanıydı. Mart, ilk önce Mayıs’ın çevirdiği kitabı eline aldı. Kitabın önünde adının geçtiği kısmı eliyle dokundu. Sonra kitabın kapağını kaldırıp, çevirmen biyografisinin yazılı olduğu kısma geçti. Mayıs’ın kısa özgeçmişini yüzünde hafif bir gülümsemeyle okudu. Mayıs’ı düşündü, ne yapıyordu acaba? Birlikte geçirdikleri Mayıs gecesini hiç unutmamıştı. O anlar güzel bir fotoğraf karesi gibi zihninde yanıp duruyordu. Onu aramayı düşündü ama sahici bir bahane bulamadı. Birisiyle iletişim arasını fazla açarsanız sohbete kaldığınız yerden devam etmek de zorlaşıyordu. O sırada Mayıs da birasını tazelerken, bira fiyatlarından şikâyet etti. “Dünyanın en pahalı birasını içiyoruz, olacak şey değil”. dedi. Garson, kendisine hak verdi, “Bu memleket sizin, bizim vergilerimizle dönüyor” dedi. Mayıs, güldü. Bar, bira derken aklına Mart geldi. Birlikte geçirdikleri Mayıs gecesini düşündü. O da o geceyi hiç unutmamıştım, her şey çok güzeldi, tekrarının olmayacağı bilinciyle yaşadıkları mı böyle hatırlıyordu yoksa aralarında bir bağ oluşmuş ama onlar fırsatı kaçırmış mıydılar? Bilemedi, olan olmuştu yaşam akıyordu işte.
Mart, Ankara’ya Mayıs da İstanbul’daki hayatına döndükten sonra o gece yaşananlar, o gecede kalmıştı. Tek seferlik, hatırlanınca kıymeti anlaşılacak bir anı paylaşmışlardı sadece. Yazın ortalarına doğru bir iki defa mesajlaşmışlardı. Bir keresinde, Ağustos başı gibi Mart onu aramıştı. Bir saatte yakın telefonda konuşmuşlardı. Sonra da iletişimleri hızla kesilmişti. Mart’ın sosyal medya hesapları da olmayınca birbirlerinden iyice haber alamaz hale gelmişlerdi. Tüm bunların haricinde ikisinin de henüz fark etmediği bir durum vardı. Mart ve Mayıs, farklı şehirlerde yaşıyor olsalar da, hayatları birbirlerine paralel ilerliyordu. Bir atom parçacığı gibi biri bir şey yapınca etkisi karşı tarafta görülüyordu. Tıpkı Cortazar’da olduğu gibi.
Mayıs, bardan kalktı. Vapura atlayıp Kadıköy’e geçti. Evine dönerken, planladığı gibi levrek, yeşillik ve kırmızı şarap aldı. Evine geldi, malzemeleri mutfağa koydu. Salonun ışığını yaktı, perdeyi araladı. Güneş batmıştı. Kendisinden geriye kırmızı izler kalmıştı. İki apartman arasından görülen denizde dalga vardı, ağaç dalları rüzgârdan sallanıyordu. Mayıs, biraz manzaraya bakıp, mutfağa geçti. Kaldığı yerden PJ Harvey’i açtı, yeşillikleri yıkadı, tepsiyi çıkardı, balıkları dizdi. Fırına verdi. Salona geçti. Mırıldandığım Öyküler’e devam edip, balığın pişmesini beklemeye başladı.
Hava kararmıştı. Little Wing’te pazartesi sakinliği vardı. Birkaç masa dışında bar boş sayılırdı. Güneş battıktan sonra hava soğumuştu. Bora, tenteleri kapamıştı. İçeride PJ Harvey ve Nick Cave düeti Henry Lee çalıyordu. Mart, bira içip Cortazar’dan Lucas Diye Biri’ni okuyordu. Mayıs’ın çevirdiği kitabı evinde daha sakin bir yerde okumak istemişti. Mayıs’ı özlediğini fark etti. Yaz hiç yaşanmamış gibi gelip geçmişti. Zaten öyledir, yaz unutmak, kış hatırlamak içindir. Yani her şey ihtimaller dâhilinde…
İstanbul ve bar fotoğrafı için Bülent Çallı’ya teşekkür ederim.
Hikayenin ilk bölümün okumak için >>>
edebiyathaber.net (25 Aralık 2021)