Tehlikeli metinlerin satır aralarında gezinti | Ayşegün Korkmaz

Temmuz 17, 2024

Tehlikeli metinlerin satır aralarında gezinti | Ayşegün Korkmaz

Daha önce Mimozalar Çürürken ve Bukowski’nin Oğlu adlı öykü kitaplarıyla tanıdığımız yeraltı edebiyatı yazarı Bayram Sarı, bu kez gerek Türk gerekse dünya edebiyatından pek çok yazarı ve eseri masaya yatırdığı metinlerden oluşan bir inceleme kitabıyla karşımıza çıkıyor. Tehlikeli Metinler adındaki bu kitap Nisan 2024’de Edebiyatist Yayınevi tarafından yayımlandı.

Metinlerin tehlikesi ele aldığı yazarların bıçak sırtı tarzlarından kaynaklanıyor. Albert Camus Sanatçı ve Çağı adlı konferansında bu konu hakkında şöyle der: “Yaratmak bugün tehlike arz eden bir eylemdir. Sanatçının yayımladığı her eser bir eylem niteliğindedir ve bu eylem, hiçbir şeyi affetmeyen bir yüzyılın arzuları karşısında kişiyi savunmasız kılar… Klasik yazarlar tehlikelerle yüzleşmiş sanatçılardır ve risk olmadan büyüklükten söz etmemiz mümkün değildir.” Susan Sontang ise eleştiri metni yazmanın entelektüel bakımdan kendini ifade imkânı tanıması kadar, entelektüel yükten kurtulmaya yarayan bir eylem olduğunu söyler. Ve şöyle devam eder: “Dolayısıyla ben de kendi payıma bu zorlu ve dikkat çekici problemleri çözmüş olmaktan ziyade, o problemlerle işimi bitirmiş olduğumu söyleyebilirim.” Buna dayanarak Bayram Sarı’nın da Tehlikeli Metinler’i yazarken bir bakıma içinde düştüğü o edebi açıdan muhteşem ama bir o kadar da zor metinlerin yükünden kurtulmaya çalıştığını söyleyebiliriz.

Umberto Eco’nun “Sadece okur için yazılır,” saptamasından yola çıkarak kaleme aldığı ilk metin, Bayram Sarı’nın da yazma konusundaki düşüncelerini yansıtır. Eco bir yandan kıyametin eşiğindeyken bile yazmanın bir anlamı olduğundan bahsederken diğer yandan gelecekteki bir okura yönelemeyen yazarın mutsuz ve umutsuz olduğunu söyler. Bayram Sarı bunun bir paradoks olup olmadığını sorgular. Ve şu sonuca varır: “Metinler, bütünsel özgürlükle eksiksiz denetimi bir araya getiren, gözlemleri hayal gücünün oyunlarıyla dengeleyen, gerçeği söylemek için yalanları ve yalan söylemek için de gerçeği kullanan bir süreçte yazılır. Bu süreç hem merkezcil hem de merkezkaçtır. Bütün hikâyeleri, tüm karşıtlıkları, çelişkileri ve çözümsüzlükleriyle kurgular; aynı zamanda tek bir gerçek hikâye bütün öteki hikâyeleri eritip rafine ederek anlatmak ister. Rafine etmeyi başaran yazarınsa okuru her zaman, her çağda olacaktır.” (s.9)

Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar adlı kitabını “Anlaşılmaya mecbur bir metin” olarak ele alır. Tehlikeli Oyunlar’ı akıl taklidinin zincirlerinden kurtulmasının arayışı olarak niteler. Metnin karakterleri ve atmosferi için yabancılaşma yerine anomi kavramını kullanır. Hikmet Benol’ün, gerçeklerle ilgilenmenin otoritelerce tehlikeli görülmesinden dolayı gerçeklerle oynuyormuş gibi yaptığını söyler. Varoluşun karmaşıklığı karşısında ancak bu şekilde ayakta durabilmektedir. Kitaptaki varoluş sorunsalını modernitenin ve Descartesçi akılcılığın karşısında yer bulmaya çalışan bireyin arayışı şeklinde, felsefeden kaçıp edebiyata sığınan bir delilik olarak nitelendirir. “Delilik yabancılaşan karakterleri varoluşsal bir özgürlük alanına götürürken araç olması gereken oyun meselesi de bu noktada merkeze yerleşir.”(s.15)

Helene Cixous’un, “Gerçek olarak algılanan her şey, erkek tarafından oluşturulan sembolik düzenin tezahürüdür,” şeklinde ifade ettiği anlayışı Pınar Kür’ün Asılacak Kadın metniyle kendi edebi dilinde sarstığından bahseder. Bize sosyalist, feminist ve psikanalist Jüliet Mitchell’in özgürlük ve insanın kendi hayatına sahip olması gerektiği hususundaki sözlerini hatırlatır: “Eğer bütün insanlar doğuştan özgürse nasıl oluyor da kadınlar köle doğuyor? Çünkü kadınlar, erkeklerin tutarsız, belirsiz, bilinmeyen keyfi iradelerine tabi olduklarına göre, bu kölelik durumu değil de nedir?”

Sadık Hidayet’in metinlerindeki ölüm temasını ve hayatını intiharla noktalayışını varoluşçu bir zemine oturtmaya çalışır. Camus’un “İntihar bir kaçış değil, reddediştir,” düşüncesine karşın Sartre’a göre intihar eyleminin cinnet halinden ve acizlikten ziyade bir varoluş sorgusu olduğunu belirtir. Sadık Hidayet’in metinlerindeki yok oluş yazgısını yaşamın aldatıcı olan süreci ile mutlak ölüm arasındaki kopma ya da tutunma eylemi olarak görür. Bu metinlerdeki ölüm kavramının “zor ve sıkıntılı bir son olarak düşünülse de aslında doğal bir hiçlik durumu,” (s.27) olduğundan bahseder.

Modern yaşamın insanları mutsuz, yalnız bireylere dönüştürmesinin Selçuk Baran metinlerinde ana tema olduğundan bahseder. Durmaksızın sıkılan kadın karakterler, kırılgan ve mutsuz bir şekilde kendi yalnızlıklarının içinde beklemektedirler. Bayram Sarı, yazarın hayatıyla bu metinler arasında bağ kurar. “Selçuk Baran’ın kendi hayatı da bir kopuştur ve yazdığı metinlerin yansımasıdır.” (s.33) Oğuz Atay, Tezer Özlü, Sevgi Soysal gibi Selçuk Baran’ın da daha büyük bir okuyucu kitlesine ulaşması gerektiğini düşünür.

Ali Teoman’ın ilk kitabı Gizli Kalmış Bir İstanbul Masalı’nı Nurten Ay adında bir kadın tarafından yazılmış gibi göstermesinin altında yatan nedenleri irdeler.  Öykülerin erkek bakış açısıyla yazılmış olması, kitapta antikacılıkla ilgili verilmiş profesyonel bilgilere karşın Nurten Ay’ın kadın ve antikacılıkla alakası olmayan biri olmasının yazarla metin arasındaki uyuşmazlığı artırmak için yapılan bilinçli seçimler olduğunu söyler. Bayram Sarı’ya göre, “Nabokov’un Cinnet’iyle ilgili yazdığı incelemeyi, “Okumasını bilene,” diye bitiren Teoman, kendi kitaplarını ve metinlerini de okumasını bilenler ve araştırma meraklıları için kaleme almıştır.” (s.39)

Firuzan’ın kültürel birikimi, dünya görüşü ve insana yaklaşımıyla kurguladığı metinlerde toplumun sosyokültürel özelliklerini yansıttığını, Cumhuriyet döneminin sağladığı olanaklardan faydalanarak var olan durumlarını Batılılaşarak iyileştirenler ile alt sınıfın modernizme uyum sağlayamayan, sisteme yabancılaşmış karakterleri irdelediğini söyler. Kırk Yedi’liler romanının ezilenlerin, göçmenlerin ve sosyalist gençlerin doğru bildikleri ile sistem, geleneksel yapılar, rejim ve karşıt görüşler ile yaşadıkları çatışmalara dayanmasına rağmen merkezinde kadın sorunsalının bulunduğunu ifade eder. Ve metni Cemil Meriç’in yorumuyla bitirir: “Cellatlar korkunç, kurbanlar deli, Kırk Yedili’ler sayıklıyor gibi konuşuyorlar… Bu bir roman değil bir kâbus. Yazar uçurumu derinleştiriyor, insanla insan arasındaki uçurumu.” (s.46)

“Varoluş Çağı: Sartre’ın Uyumlu Camus’ye Başkaldırısı” metninde Sartre ve Camus’nün bakış açılarını karşılaştırır. Sartre’a göre Camus’nün asla varoluşçu olmadığından bahseder. Camus’ün başkaldıran insan profili aslında sisteme uyum sağlamanın adıdır. Susan Sontag’a göre de Camus’nün en başarılı olduğu metinler, varoluşçuluğun yükünü sırtından attığı metinlerdir. Bayram Sarı bunu şu şekilde ifade eder: “Evren Camus’nün metinlerinde bir yanıt, Sartre’ın metinlerindeyse hep bir sorudur!” (s.52)

Erotik metinleriyle tanıdığımız Anaïs Nin’in Minotor’u Kışkırtmak metnini Freud’un kişisel bilinçaltı ve Jung’ın kolektif bilinçaltı söylemlerinden yola çıkarak psikanalitik bir çerçevede inceler. “Her şeyden önce söz vardı” ve “söz ten oldu” diyen Anais Nin’i kendi cinsel şovenizmini destekleyerek kendine özgü yaratılış efsanesinin cesur yazarı olarak nitelendirir. (s.60)

Bayram Sarı Tehlikeli Metinler’de sadece yazarlara ve metinlere değil, edebi metinlerin sinemaya uyarlanması konusuna da kafa yorar. “Dönüşüm Metaforu Olarak Uyarlama” metninde uyarlamayı bir sanat yapıtını diğerinin simgesi olarak görmekten çok karşılıklı örtüşme içinde bir uygulama olarak kavramanın önemli olduğunu söyler. Ve şöyle devam eder: “ Bu nedenle sinema ve edebiyatın eş düzeyde önemsendiği karşılaştırmalı, eleştirel yaklaşımların çoğulluğu, bu örtüşmeyi kavramak açısından zenginleştirici olacaktır. (s.65)

Samuel Beckett’ın metinlerine “tekbencilik” anlamına gelen solipsizm yönüyle ışık tutar.  Beckettçi solipsizmin sonuna kadar götürüldüğünde saf gerçeklikle çakıştığını ifade eder. Ve şöyle devam eder: “Tekbenciliğin ben’i, sonunda uzamsız bir nokta olarak sıkışıp durur; geriye onunla eşleşmiş gerçeklik kalır.” (s.68) Beckett’ın karakterlerini pek çok sıfatta yoksun bırakarak tepkisizliklerini betimlediğinden bahseder. “Tepkisizlik, karakterleri bir yandan sadeleştirirken bir yandan da gölge varlık ya da siluet haline getirmekte, neredeyse bu hayata hiç ait değilmişçesine soyutlamaktadır.” (s.69)

Aziz Nesin’in toplumcu gerçekçi bir roman olan Surnâme metnini Profesör Karl Morgenstern’in tanımından yola çıkarak Bildungsroman olarak ele alır. “Bir romana öncelikle konusundan ötürü Bildunsroman denir; çünkü o, kahramanın eğitimini en başından tamamalama aşamasına gelinceye dek anlatır; ikinci olarak da bu aktarma sayesinde okurun eğitimini bütün diğer romanlardan daha çok destekler.” Metni Bildungsroman olarak şöyle değerlendirir:  “Roman kahramanı Berber Hayri ortalama akıl ve ahlaka göre yolunu yitirmiş, hatalar ortasında kendini kaybetmiş ve ne yöne savrulduğunu bilmeyen bir konumdadır. Sonuca yaklaşıldığında Bildunsroman’ın en belirgin özelliği olan olgunlaşma süreciyle belirlenmiş metamorfoz gerçekleşir. Yaşadığı bütün olumsuz deneyimlerin sonunda Berber Hayri, artık yeni bir kimliğe kavuşmuştur.” (s.76)

Japon edebiyatının en ünlü isimlerinden biri olan Yukio Mişima da metinlerindeki edebi çilekeşlik nedeniyle yazarın kadrajına girer. Bu çilekeşliğin nedenini “2. Dünya Savaşı sonrasında batı tarzı yaşama uyum sürecindeki yabancılaşma, ötekileşme, varoluş ve kimlik kaygısı, kişilerde yaşanan parçalanmışlık, dışlanma ve yalnızlık” gibi modern insana özgü sorunlara bağlar. Bunu Susan Sontag’ın “Modern okur bilinci açısından sanatçı örnek bir çilekeştir,” sözleriyle destekler. Mishima’nın topluma bakışını şöyle özetler:” Mishima’ya göre toplumun kendisi hastalıklıdır ve herkes bir maskenin arkasına saklanıp kendi yalanını yaşamaktadır.” (s.81)

Sadizm sözcüğünün kaynağı, en ahlaksız filozof olarak nitelendirilen Marquis Sade’yi metinlerindeki kurban ritüeli açısından ele alır. Bu durumu şöyle ifade eder: “Sade’nin metinlerinde nesnenin (kurbanın) durumu tepkisiz bir karanlıkta kalırken yoğun biçimde tüketenler arasında her şey az çok belirgin, açık ve sonsuzdur. Hiçbir değerin önemi yoktur: Taşkınlık arttıkça kurbana karşı şiddet sınırsızca özgür kalır.” (s.88)

“Sanat İçin Böyle Buyurdu Neitzsche” adlı metninde Neitzsche’nin sanata bakış açısını masaya yatırır: “Neitzsche açısından sanat iki temel düşünce üzerinde şekillenir. Bunlardan biri, bilinenin aksine sanatın çıkarsız bir etkinlik olmadığı, diğeriyse sanatın yalanı kutsayan en üstün güç olduğu düşüncesidir.” (s.90)

“Yorumcuların Kanun Önündeki Kafka’ya Haksız İthamı” adlı metninde Kafka’nın edebi yönünü yaşamından yola çıkarak değerlendirmenin yanlış olduğundan bahseder: “Kafka’nın yaşamı, elbette ki yaratma sürecini de metinlerini de etkiler. Ama sonuçta yıllarca yapılan tüm yorumların dışında ortaya çıkan, Kafka’nın yazınsal gerçekliği veya yazıyla kurguladığı dünya, ne bir anılar toplamıdır ne de bir öz yaşam öyküsüdür; metinlerinden yansıyan salt yazınsal gerçekliktir.” (s.95) Ve yazıyı Kafka’nın bir sözüyle bitirir: “Düş gerçekliği ortaya çıkarır. Yaşamın korkunç, sanatın ise sarsıcı yanı, işte budur.”

Margaret Artwood’u “kavramlar dışı bir yazar” olarak nitelendirir. Bunu şöyle açıklar: “Margaret Artwood, kendi yapıtlarının üstopya olduğunu söyler. İster distopya ister ütopya olsun metin kahramanlarının bir çıkış/dönüş yolu bulmaları gerekmektedir. Artwood bu yolun bulunma öyküsüne Ustopya adını vermiştir.” (s.105)

Vedat Türkali’nin Bir Gün Tek Başına adlı kitabını aydın eleştirisi açısından değerlendirir. Türkali aydının işsizlik, açlık ve can korkusundan her daim sessiz kaldığını düşünür. Bu düşünceyi romanda şöyle ifade eder: “Öyle büyümüş ki bu korku: Nedeni, türü, nerden, nasıl çıktığı da unutulmuş da salt korku kalmış. Put olmuş korku, beyinleri sınırlıyor. Kocaman bir karanlık. Umutsuz…” Oysa aydının korkuyu yenerek gireceği yolda sırtını dayayabileceği, gücünü üretimden alan bir kitle bulunmaktadır. Bayram Sarı tam da bu kitleden güç alarak, sırtını bu kitleye dayayarak yeni bir söylem geliştirmek gerektiğini düşünür.

Sonuç olarak, Bayram Sarı’nın güçlü kaleminden çıkmış bu metinlerin adı geçen yazarlarla ilgili derin okumalar yapmak isteyenler için değerli bir kaynak olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla kitabı edebiyatla ilgilenen herkese tavsiye ediyorum.

edebiyathaber.net (17 Temmuz 2024)

Yorum yapın