Tek bir güvercin kurtulsun | Havanur Taflan

Kasım 18, 2020

Tek bir güvercin kurtulsun | Havanur Taflan

Hepimiz hayatta görünür olmak isteriz. Bunun içinde kendi yeteneklerimiz doğrultusunda yaşamın içinde çırpınıp dururuz. Yaşamın içindeyken karşılaştığımız, bazen acıyla tecrübe ettiğimiz deneyimlerimiz sonucunda hayata farklı gözlerle bakmaya çalışırız. Bu ikili ilişkilerimiz ya da ürettiğimiz şeyler için de geçerlidir. Hayatın içinde yaşadığımız sorunlar, karşılaştığımız engeller ya da tecrübe ettiğimiz deneyimler sonucunda ‘gözlerim açıldı’ sözünü hepimiz kullanmışızdır. Bu sözün arkasında artık yeni bir tecrübe vardır. Farklı gözle bakarız bundan sonra hayata, tabii yapabilirsek.

Daha önce göremediğimiz bir şeyi fark etmenin verdiği duygudur bu aslında. Bir uyanıklık halidir. Kendi kişisel deneyimlerimiz sonucu, bazen de bir başkasının yardımı ile bu uyanıklık evresine gireriz girmesine de; bu uyanıklık evremiz ne kadar devam eder? “Yaşam çözülmesi gereken bir sorun değil, deneyimlenmesi gereken bir gerçekliktir” der Kierkegaad. Yazarın görevi nedir peki bu aşamada? Hayatın tüm güzel yanlarını göstermek mi? Umuda tutunmamızı sağlamak mı? Acıların olmadığı yanılsamasını yaratmak, acının izlerini silmek mi? Ingeborg Bachmann’a göre; yazar hayatı tüm yönleriyle benimsememizi ve görebilmemizi sağlamak için onu daha da somutlaştırmak zorundadır.

Sanat gerçeklikle yükümlüdür ve değiştirme amacı taşımalıdır.” Sanatçıların sahip oldukları veya kendi kendilerine yakıştırdıkları değişik roller vardır. Bu roller kapitalist ve sosyalist dünyada farklılık gösterebilir. Fakat tüm farklılıklarına rağmen benzeyen tek bir noktanın değişiklik yapmak isteyen ruhları olduğunu her fırsatta dile getirir Bachmann. Sanatın değiştirici olma zorunluluğunun altını sürekli çizen yazara göre; “Artık düzeltilecek bir şey kalmamışsa, görülecek, düşünülecek, bulunulacak veya tasarlanacak yeni bir şey kalmamışsa eğer; dünya ölmüş demektir.”

Çok sayıda yazarın yazmak zorunluluğunu duyduğu büyük olayları yazmak da bunlardan yakınmak da çok kolaydır ona göre. Dünyanın herhangi bir yerinde olanların; şurada, burada olanların korkunç olduğunu söylemek için büyük bir sanatın varlığı gerekmez zaten. “Savaş artık cephelerde, dış dünyada değil, insanların iç dünyasındadır; en büyük hedef, insanları iç dünyalarında yıkmaktır. Bu yıkım ve cinayetler, artık tarihin belli dönemlerinde değil, günlük yaşamımızda yer alır. İnsanın insanı manevi açıdan, sevgisizliklerle, türlü yaralamalarla öldürüşü, gerçek cinayetleri oluşturur; boyutları daha geniş olan sonraki tüm cinayetlerin, büyük kıyımların temeli, bu günlük cinayetlerde aranmalıdır.”

“Bir gün bütün berduşların Paris’in kent manzarasından silinmelerine karar verilmişti. Sosyal yardım örgütü, aynı zamanda kentin doğru dürüst bir görünümde olmasıyla da ilgilenen ve düşünülebilecek en resmi nitelikteki sosyal yardım örgütünün ilgilileri, polisle birlikte geldiler, tek istedikleri, yaşlı adamları, yaşama geri döndürmek, dolayısıyla da yaşama hazır olsunlar diye önce yıkayıp paklamaktı. Marcel yerinden kalkıp onlarla birlikte gitti, çok sakin bir adamdı. Çok sayıda duşun bulunduğu yıkanma salonunda sıra Marcel’e gelmişti. Ama Marcel yıllardan beri ilk kez çıplaktı ve ilk kez suyun altına girmişti. Daha kimse durumu kavrayıp yardımına koşamadan düştü hemen oracıkta öldü…” Hayata dair bir planı olmayan insanları yeni bir yaşama (hiç bilmediği bir yaşama) dâhil etmenin yanlış olduğunun altını çizer Malina adlı romanında. Hiç kimsenin Marcel’in üstündekileri yıkamaya hakkı yoktur ona göre. “Eğer bir insan kendi mutluluğunun buharları arasında yaşıyorsa, eğer bir insanın ‘Tanrı sizden razı olsun’un dışında söyleyecek pek bir sözü yoksa o zaman o insanı yıkamaya kalkışmamalı, o insan için iyi olanı o insanın üstünden yıkayıp akıtmamalı, birini olmayan bir yeni yaşam için arındırmaya kalkışmamalı…”

Hayata dair çok söyleyecek şeyimizin olması gerekir ki bu konuda da Ingeborg Bachmann, dilin gerçeklikle ilişkisini ve hayatı anlamamızdaki işlevini açıklar bize. İnsanın anlatım aracı ve varoluş koşulu saydığı dil ile sürekli ve acımasız hesaplaşması vardır yazarın. Eserlerinin gerçeklik temelini sürekli olarak görünen dünyada değil de bu göstergenin altında yatanda aradığını söyler Ahmet Cemal Bu Tufandan Sonra kitabının önsözünde. Cemal’e göre onu çağdaşlarından farklı kılan içinde yaşadığı dünyayla, düşünen insan kimliğiyle hesaplaşmaktan sonuna kadar vazgeçmemesidir.

1926 yılında Avusturya’nın Klagenfurt kentinde doğan Ingeborg Bachmann, özellikle 1945’ten sonraki dönemde yalnız Avusturya edebiyatının değil, Avrupa edebiyatının sayılı şair ve yazarları arasında yer alır. Kadınların hayatta kalma ve savaş sonrası toplumda bir ses bulma mücadelelerini anlatır yazılarında. Faşizm, yazılarında yinelenen bir temadır. Ona göre faşizm 1945’te ölmemiş, 1960’ların (bence günümüz dünyasında da devam eder) Almanca konuşulan dünyasında insan ilişkilerinde ve özellikle erkeklerin kadına yönelik baskılarında hayatta kalmaya devam etmiştir. Kasım 1959 ile Şubat 1960 arasında Frankfurt Goethe Üniversitesi’nde şiir üzerine beş konferans veren Bachmann, yazarların savaş sonrası toplumdaki rolüne odaklanarak değişim derken neyi kastediyoruz ve bunu neden sanat yoluyla istiyoruz, değişim yaratmak isteyen yazarın sınırlamaları nelerdir sorularına cevap bulmaya çalışır. Ona göre; 20. yüzyılın büyük edebi başarılarının nedeni dildeki ifadeler ve entelektüel yenilenmedir.

Yaşadığımız hayatta onca sorunla nasıl baş edeceğiz? Hepimiz kendi çapımızda çözümler üretir, tepkiler veririz. Ama bazen sorunları görmezden gelip bilinçaltımıza itiveririz ki; sanki oradan hiç çıkmayacağını zannederiz. Bazı anlarda tekrar karşımıza çıkar bu sakladıklarımız, o zaman önceki halimizden daha beter bir şaşkınlık ve çaresizlikle karşı karşıya kalırız.  Bu konuda yapılması gereken Bachmann’a göre; “yalnızca bu sorunlarla hesaplaşmak değil, ama onları hep yeniden bulup ortaya çıkarmaktır ve bu, çok zahmetli bir çabadır.” İşte bunu yaptığımızda sorunlarımızla hesaplaşabiliriz ona göre. “Üstünde yaşadığımız bu kararmakta, dilsizleşmekte ve çılgınlığın önünde geriye çekilmekte olan yıldızda, yüreklerdeki ülkeler boşaltılırken, onca düşünce ve duyguya veda edilirken, insanoğlunun sesi bir kez daha yankılandığında, bizler için yankılandığında, bunun insanoğlunun sesi olduğunun bilincine varamayacak biri düşünülebilir mi?” diye de sorar bize. Dünyada yaşanan suçlara karşı hiçbir zaman sessiz kalmayan yazar, tepkisini kalemi aracılığıyla cesurca göstermekten de hiçbir zaman çekinmez. Sanatı ve sanatçıyı varoluş amacı açısından sorgulaması da hep bu yüzdendir. Ahmet Cemal’in dilimize kazandırdığı kendi seçtiği seçkilerden oluşan ‘Bu Tufandan Sonra’ kitabı, Bachmann’ı her yönüyle okuyucunun önüne serer.

Yazar betimleme aracıyla başkalarını gerçek konusunda yüreklendirir. Sanatçı doğası gereği bütün varlığıyla insana ilişkin deneyimini (veya nesnelere, dünyaya ve içinde yaşadığı zamana, bunlara ilişkin deneyimlerini!) iletebileceği insana yöneltir. Bachmann yazarların bütün antenlerini açmış olarak bu çağda dünyanın yüzünü, insanoğlunun yüzünü saptamaya çalıştırmaları gerektiğini söyler. İnsanoğlu nasıl duyumsamakta, neyi düşünmekte, nasıl davranmaktadır? Tüm bu soruları kurgusunda cevaplayarak bir gerçeklik yaratmak zorundadır yazarlar. Çünkü hayatın tüm çıplaklığıyla mücadele edebilecek güç insanda vardır. Bu nedenle cesur davranır Bachmann. Hep kaleminin ucundaki dili, gerçekliğin çeşmesine doğru akar. Onun yazmasını sağlayan inanç da budur. Bir kitap, içimizdeki donmuş denize inen balta gibi olmalı diyen Kafka gibi dünyada gördüğü suçlara karşı sessiz kalmayı reddeder hep. Gerçekçidir. Başkalarına göre karamsar olan şeyler ona göre gerçekliktir.

Her şeyin iyi olacağı ütopik bir ülkeyi, bir dünyayı anlatmaz Bachmann. Bunun nedenini de; “Yaşadığımız günlük dünyanın iğrençliği göz önünde tutulduğunda, bu soruyu yanıtlamak bir çelişkiye yol açabilir, çünkü bizler, günümüzde gerçekte hiçbir şeye sahip değiliz.  İnsan, ancak maddî şeylerin ötesinde bir şeylere sahipse zengindir.  Ve ben bu materyalizme, bu tüketim toplumuna, bu kapitalizme, burada cereyan eden bu korkunçluğa, sırtımızdan yaşamaya hakları olmayan bu insanların zenginleşmesine inanmıyorum.  Gerçekte inandığım bir şey var ve ben buna ‘bir gün gelecek’ diyorum. Ve özlemini çektiğim şey, bir gün gelecek. Evet, belki de gelmeyecek, çünkü onu hep yıktılar, binlerce yıldır yıktılar.  Gelmeyecek, ama yine de inanıyorum geleceğine.  Çünkü eğer inanmazsam, artık yazamam.” diye açıklar.

Toplumsal sınırlamaların dayattığı kurallara bağlı kalma zorunluluğumuz var hepimizin. Bu düzen içinde olma zorunluluğunun o da farkındadır. Edebiyatın hem içimizdeki hem de kendi dünyamızdaki eksikliğin farkına varmamızı sağlama gücü onun için belki de bu yüzden çok önemlidir. Sınırların içindeki tutsaklığımız ve zincirlerimizi kırmak için de; “Bize konulmuş sınırlar içinde hedefimiz, ister aşkta, ister özgürlükte, ister başkaca her katıksız büyüklükte olsun, hep kusursuza, olanaksıza, erişilmesi olanaksız olana yöneliktir. Olanaksızın olanaklıyla çarpıştığı alanda bizler, kendi olanaklarımızın alanını genişletiriz. Ve bence önemli olan, yetişmemizi sağlayan; biz yaklaştıkça doğal olarak bir kez daha uzaklaşan bir hedefe yönelmemizdir.” diye bize reçetesini verir. İnsandan yanadır Bachmann. İnsanın yeryüzündeki yersiz yurtsuzluğunu, ötekilerle arasındaki iletişimsizliğini, tarih karşısındaki tedirgin konumunu, tüm bunların neden olduğu acıları didikler hep. Yaşadığı gözlemlediği acıların duyarlılığı içinde acı çeken, biraz da isyankâr bir dili vardır. Onun tercümanıdır dili. Hayatı anlamlandıran varoluşunu sağlayan bir enstrümandır onun için. Sözcüklere dökülen dili, yanan elinin acısını da kâğıda döker. (Ne acıdır ki yaşamı da bir yangınla sona erer.) Acı çekmeden yazamayacağını çok iyi bilir çünkü. Bu yüzden onun sözcükleri sahici bir gerçeklikle hayat bulur. 

“ne varsa bırakıp git, ey düşünce!

Acılarımızdan başka bir şey olmasın hamurunda.

Bütünüyle tercüman ol bize!”

Yaşadığımız deprem, pandemi, savaşlar… Onca acılara rağmen farklı umutlara sığınarak devam eden bir yaşam döngüsündeyiz bugünlerde. Bugün sözcüğünden hep rahatsız olur Bachmann. Onun bugünle arasında umutsuz bir ilişki vardır. “Bugünü ancak delicesine bir korkuyla ve koşarcasına yaşayabiliyorum, Bugün olup bitenler üzerine ancak böyle bir korkunun pençelerinde yazabiliyor ya da konuşabiliyorum; çünkü Bugün üzerine yazılanları hemen yok etmek gerekir; tıpkı bugün yazılmış ve yerine hiçbir Bugünde varamayacak mektupların, bu nedenden ötürü yırtılması, buruşturulması, bitirilmemesi, yollanmaması gibi.” Ben de bugünleri ortadan kaldırmak istiyorum. Gelmese de güzel günler bugünlerde; gelecekmiş hissini kaybetmeden hayata, özgürlüğe, barışa uçan bir güvercini beklemek istiyorum. Bugünü yok edip hemen yarınlara geçmek istiyorum tıpkı onun gibi.

“Bu tufandan sonra, isterim ki/ yalnızca güvercin/ ama bir tek güvercin/ kurtulsun bir kez daha./ Boğulurum çünkü bu denizde,/ uçup gitmese güvercin/ ve getirmese son anda/ o yaprağı.”

Kaynaklar:

https://www.wikiwand.com/en/Ingeborg_Bachmann

Ingeborg Bachmann, Bu Tufandan Sonra, Metis Yayınları, Hazırlayan ve çeviren: Ahmet Cemal

Havanur Taflan – edebiyathaber.net (18 Kasım 2020)

Yorum yapın