Tembellik Hakkı, Tembellik hakları ellerinden alınanları uyandırmaya devam ediyor.
Lessing’in “Sevmek ve içmek dışında, tembellik etmek dışında her şeyde tembellik edelim,” sözleriyle giriş yaptığı kitapta Lafargue deliliğe tutulduğunu düşündüğü insanlığa sesleniyor: “Kapitalist uygarlığın egemen olduğu milletlerin işçi sınıfları tuhaf bir deliliğe yakalanmıştır. Bu delilik, insanlığa iki yüz yıldan beri işkence yapan bireysel ve toplumsal yoksulluğu beraberinde getirmiştir. Bu delilik çalışma aşkıdır, bireyin ve çoluk çocuğun yaşamsal güçlerinin tükenişe kadar devam eden, çalışmanın can çekişen tutkusudur. Rahipler, ekonomistler, ahlakçılar bu zihinsel sapkınlığa tepki vermek yerine çalışmayı kutsuyorlar.”
Antikçağa kadar uzanan Lafargue o zamanlarda çalışmanın insanların alçalması sayılarak hor görüldüğünü, ozanları tanrıların armağanı belledikleri tembelliği övdüklerine göndermeler yapıyor. İsa’nın tembelliği öğütlediğini, Tanrı’nın bile altı günlük çalışmadan, evreni yaratmadan sonra sonsuza kadar dinlenmeye çekildiğini yazdıktan sonra kendisinin de bağlı bulunduğu kayınbabası Marx’ın felsefesine de kafa tutuyor: “Medeni milletlerin üreticilerini kucaklayan bu büyük sınıf, proletarya; kendini özgürleştirerek insanlığı da köle gibi çalışmaktan kurtaran ve insan denen hayvandan özgür bir varlık yaratacak bu sınıf, tarihsel görevini tanımazlıktan gelerek kendini çalışma doğmasıyla yozlaşmışlığa bırakmıştır. Ve bunun cezası sert ve korkunç olmuştur. Tüm bireysel ve toplumsal yoksulluklar onun çalışma tutkusundan doğmuştur.”
“Kahramanlık duygusunu canlandıran düşünce, askerlik yapanlar için yararlı olabilirdi ama Fabrika işçileri bu düşünceyi ne kadar az benimserse, kendileri ve devlet için daha iyi olur” derken Lafargue, karşısındakiler “Tembelliğin kökünü kazımak ve onun yol açtığı gurur ve bağımsızlık duygularını bastırmak için” tüm güçlerini kullanıyordu. Öyle ki “Terör dönemi kahramanlarının çocukları 1848’den sonra fabrikalarda çalışmayı 12 saatle sınırlayan yasayı bir devrim gibi kabul edecek kadar çalışma dininin alçaklığına kendilerini bıraktılar. Onlar çalışma hakkını devrimci bir ilke olarak ilan ediyorlardı. Yazıklar olsun Fransız emekçi sınıfına(…) Bu çalışmayı kendilerini 1848’de ellerinde silahlarla ilan ediyorlardı; bunu ailelerine dayatıp karılarını ve çocuklarını sanayinin baronlarına teslim ettiler. Onlar kendi elleriyle aile yuvalarını yıktılar, kendi elleriyle karılarının sütünü kuruttular. Hamile ve bebeklerini emziren zavallı kadınlar, bellerini bükük sinirlerini boşaltan madenlere ve fabrikalara gitmek zorunda kaldılar; çocuklarının hayatını ve sağlıklarını mahvettiler.
“Fabrikalardan daha az hapishane ve kışlaya sahip olmakla” övünenleri eleştiri oklarına tutan Lafargue “Çalışma’nın büyük oğlu ilerleme Tanrısı şerefine tiksinti veren şarkılar besteleyenleri de unutmuyor: “Onlar geçmiş yüzyıllara gidip şimdiki zamanın tadını kaçıracak şeyler getirmek için feodal sefaleti ve kirliliği eşeliyorlardı.”
Akan zamana, gelişen teknolojiye ve makineleşmeye karşın Lafargue “tembellik hakkı” ile Carpe Diem’i, anı yaşamaya izin vermeyenlere, “sürdürülebilir kalkınma”, “performansa dayalı çalışma”, “esnek çalışma”, “büroyu eve taşıma” gibi alımlı ambalajlı teklif sunanlara sözü var. 1789 devrimi ve İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne karşın zindandaki kürek mahkûmlarının 10, sömürgelerdeki kölelerin 9, Fransa’da ise 16 saat çalıştıklarını anımsatıyor.
Sanayi manastırlarında 13 saat çalışan yamalı pamuklu giysiler altındaki yoksul kadınların süt dişlerini yitirdikleri günden başlayarak tüm hafifmeşrep hanımların ipekli giysilerini eğirip dokuduklarına; gecenin gündüzün peşinden gelmesi gibi sanayi krizlerinin de kaçınılmaz olarak aşırı çalışma süreçlerinin peşinden geldiğini, zoraki işsizliği ve çıkışı olmayan sefaleti sürüklediğini, acımasız iflası da yanında getirdiğini anlatırken insan yüzyıllardır oyuncuları değişen ama kendisi bir türlü değişmeyen bir oyunu izliyor duygusuna kapılıyor: “Fabrika sahipleri üst üste yığılan mallarına pazar bulabilmek için dünyanın her yerini gezerler, hükümetlerini Kongo’yu almaya Tokin’i ele geçirmeye, top atışlarıyla Çin seddini yıkmaya zorlarlar.”
Kayınbabasının “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yok” dediği insanların “bunu istiyorum” dedikleri gün; çalışma, ilerleme, kalkınma tanrısına kurban edilmekten, sırtlanları ve çakalların bir aslanın yanına yaklaştıklarında olduğu gibi insanlığı kurban sürüsüne dönüştürenlerin yok olacağını söylüyor. Bunun için ise “Tembellik Hakları’nı burjuva devriminin metafizik savunucularının hazırladığı veremli İnsan Hakları’ndan binlerce defa daha soylu ve daha kutsal ilan etmesi, günün ancak üç saatini çalışmaya, gündüzle gecenin geri kalanını aylaklık etmeye ve bolca yiyip içmeye ayırması gerekir.”
Su değirmenin icadından sonra pagan bir şairin kadınların özgürlüğe kavuşacağını sandığını yazan Lafargue “Ne yazık! Pagan ozanın müjdesini verdiği o boş zamanlar gelmedi; çalışmanın kör, yozlaşmış ve katil tutkusu, özgürleştirici makineyi özgür insanları köleleştiren bir araç haline getiriyor; makinenin üretkenliği insanları yoksullaştırıyor… makine kusursuzlaştığı, insanın çalışmasını sürekli arttan bir hız ve hassasiyetle kestiği ölçüde, işçinin dinlemesini bir o kadar uzatmak yerine, sanki makineyle rekabet etmek istiyormuş gibi işçinin çalışmasını artırıyor. Ah! Saçma ve ölümcül yarışma! ”
Günümüze uzanıyor Lafargue: “İşçi sınıfı kemerini sıkarken aşırı tüketime mahkûm edilen burjuvazinin midesi ölçüsüzce genişliyor işçiler iş! İş! Diye piyasayı tıka basa dolduruyorlar. Sayıca üstün olmaları, tutkularını frenlemeye zorlayacağı yerde en son kerteye taşıyor. Bir iş fırsatı ortaya çıkıversin, bütün işçiler üzerine çullanıyorlar; gözlerini doyurmak için on iki, on dört saat çalışmak istiyorlar. Ertesi gün de kötü alışkanlıklarını besleyecek hiçbir şey kalmadığından yeniden sokağa atılıyorlar.”
Yeni döneme yeni şarkı öneriyor, “düzinesi dört kuruş olan filozoflar”dan başlayan Lafargue “İnsan doğasını bozan ahlakçılardan, riyakârlardan, softalardan ve “herkesi aldatmak için kılık değiştiren başka mezheplerden olan kişilerden” merhametsiz ve uzun sürecek bir öç alınacaktır. Zira, onlar halka, sadece derin düşünme ve ibadetle meşgul olduklarını, insanların küçük kırılganlıklarını desteklemek ve beslemek üzere oruç tuttuklarını, cinsel perhizde olduklarını söylüyorlar; ama aksine halt ediyorlar. … Tembellik düzeninde bizi her an öldüren vakti yok etmek için, gösteriler ve tiyatro temsilleri her zaman olacaktır… Gruplar halinde yasamaya ilişkin temsiller vermeye panayırlara ve köylere koşacaklar… bezeli generaller sokak ve meydanlardan geçerek iyi insanları askere alacak… Barakada Seçim Maskaralığı ile açılış yapılacak. Odun kafalı ve eşek kulaklı seçmenler önünde palyaço kılığındaki burjuva adaylar çok sayıda vaat içeren seçim programlarıyla yüz ve kıçlarını silerek, gözleri yaşlı halkın yoksunluklarından borazan sesleriyle Fransa’nın şanından söz ederek siyasi özgürlük dansı yapacaklar seçmen kelleleri koro halinde güçlü bir biçimde anıracak: Aiiii, aiiii. Sonra büyük tiyatro oyunu başlayacak: Ulusal Servetlerin Çalınması.”
“Eğer işçi sınıfı, onu egemenliği altına alan ve doğasını alçaltan kusuru kalbinden söküp atsaydı, ancak kapitalist sömürüden başka bir şey olmayan İnsan Hakları için, ancak sefalet hakkı olan, Çalışma Hakkı için değil, her insana günde üç saatten fazla çalışmayı yasaklayan tunçtan yasayı örste dövmek için ayağa kalkardı. Dünya, yaşlı Dünya sevinçten titreyerek içinde yeni bir evrenin sıçradığını hissedecekti…” sözlerinin ardından evrensel çağrısını yapıyor: “Emekçi sınıfın erkekleri, kadınları, çocukları, antik zamanlardaki köleliğin yakınan simgesi İsa gibi bir yüz yıldan beri acının merhametsiz azap tepesine tırmanıyor; bir yüz yıldan beri, zoraki çalışma onların kemiklerini kırıyor, canlarını çıkarıyor, sinirlerini kerpetenle çekiyor, açlık bağırsaklarını burup beyinlerine sanrılar salıyor! Ey tembellik, sanatların ve soylu erdemlerin anası, insanın sıkıntılarının merhemi ol!”
Yaşar Öztürk – edebiyathaber.net (3 Kasım 2016)