Söyleşi: Gamze Erkmen
“Çok önemli hikâyeler beklemeyin okurken. Eninde sonunda çocuksu bir mesleğe hayatını vermiş bir kişinin hikâyelerini okuyacaksınız. Ne kadar önemli olabilir ki bu hikâyeler? Zaten o yüzden kitabımın adı Fasa Fiso” diyor Teoman, henüz çıkan kitabı hakkındaki önsözünün sonunda. Teoman, hep kitap tarafından yayımlanan kitabında, çocukluğundan bugününe kadar, hep hayalini kurduğu o sahneye nasıl ulaştığını, Elvis ile başlayan hayallerini nasıl gerçekleştirdiğini, ilk rock grubu heyecanlarını, ölümün varlığından kendine pay biçtiklerini, en yalın pişmanlıklarını, gerçekten hissettiklerini, âşık olduğunda nasıl olduğunu, ne okuyup ne yazdığını, kendine ve en iyisini yaratabilmek için etrafındakilere koyduğu hedeflerine ulaşmak için nasıl çalıştığını ve en sancılı gelgitlerini anlatan kısa hikâyeleriyle okurunun karşısına çıkıyor. Kitap, yıllar içerisinde vermiş olduğu röportajlardan kesitler ve ara ara geçmişten bir anı anlatılırken bugününden bahsedildiği içeriğinin zenginleştirilmiş biçimiyle de dikkat çekiyor. Teoman ile bir anı kitabı olarak nitelendirebileceğimiz Fasa Fiso’yu, başkarakteri olduğu hikâyelerinden yola çıkarak biraz da kendisini konuştuk:
Bu denli ünlü bir kişi için açıklaması cesaret gerektiren tüm yönlerinizi, iyisiyle ve kötüsüyle paylaşmaya nasıl karar verdiniz? Bu kitabı yazmaktan ziyade herkesle paylaşmaya iten motivasyon aracınız neydi?
Yazmaya başladığımda kitabın içeriğinin ne olacağını tam olarak bilmiyordum. Yirmi yıllık röportajlarımı ve daha önce bazı yayın organlarına yazdığım yazıları seçip bir kitap yapacaktım. Daha önce Ot dergisinde yazdığım yazılara baktığımda oradaki üslubumu beğendim ve kitabı da öyle tasarladım. Yazdığım o yazılarda otosansür uygulamamış, bir sürü şeyi açık seçik yazmıştım. Bu kitapta da öyle yapmayı istedim. Genelde okuduğum biyografilerde hep önemli olaylar anlatılıyordu ve tek bir boyuta yaslanılıyordu. Ben ünlü birinin sıradan hayatının da olduğu hikâyeler istedim kendi kitabım için. Okuyucuyla arama mesafe koymazsam, kendimi daha iyi anlatabilirim, bu da şarkılarımın daha iyi anlaşılmasını sağlar diye umdum. Paylaşma motivasyonum buydu.
“Ciddi ciddi çalışıyorum. Nasıl güzel bir şarkı yazarım? Hiçbir şarkı tam olarak beni anlatmıyor. Ben, beni anlatan şarkılar yazmalıyım. Herkesten farklı olmalıyım” gibi cümlelerden çıkartılabilen ve yer yer açıkça bahsi geçen bir “mükemmele ulaşma arzusu” durumu söz konusu. Aşırı mükemmeliyetçiliğin en büyük riski olan baskı ve kilitlenme hissini –tıpkı yazarlar için oluşturulmuş bir terim olan ve “writer’s block” olarak adlandırılan yazar tıkanmasında olduğu gibi– yaşamadan bu zorluğu üretkenliğe nasıl evirebildiniz?
Mükemmeliyetçi değilim ben. Mükemmeliyetçi insanları durduran birçok şey beni durdurmuyor. Bilmesem de atlarım işe, eğer zevk alıyorsam. Ama şarkıda kendimi anlatma meselesine çok takıktım, hâlâ da öyleyim. Güzel şarkılar vardı o yıllarda da etrafta, ama bana bir kişiliği tam olarak tanımlamıyorlarmış gibi gelirlerdi. Hoşlardı sadece. Halbuki ben dinlediğim müziklerde, okuduğum romanlarda hep onların yaratıcısının kişiliğini arardım. Ben de öyle bir şarkı yazarı olmak istiyordum. Ayrıca, iyi bir şarkı yazarı olmanın yanı sıra herkesten farklı olmak da istiyordum. Üretkenlik meselesini soruyorsunuz, o taraf ise biraz can sıkıntımla alakalı. Gündelik hayat bana çok sıkıcı geliyor diye biraz da mecburen uğraşıyorum yaptığım işlerle.
Çocukluğunuzdan ilk gençlik yıllarınıza kadar anlattığınız hikâyelerinizden rahatlıkla anlaşılan şu ki, sizdeki basit bir şarkı söyleme isteği değil, klişelerdeki gibi çocukluk anılarınızın içinde elinizde bir obje ile ayna karşısına geçmiyorsunuz, ortada açıkça görünen bir yazma isteği var. Yaşınızın hep çok ilerisinde olarak, bir odaya kapanıp durmaksızın hayal kurmaktan beslenerek büyüyorsunuz. Ve kendinizden vazgeçtiğiniz noktada dahi, çalışıp yazma dürtüsüyle hayatta kalıyorsunuz. Yaşama sebebinizin ve inancınızın üretkenliğin bizzat kendisi olduğu dikkat çekiyor. Bu hisle yazmanın ve bu hisle yaratmanın sizde uyandırdıklarından bahsedebilir misiniz?
Küçükken hayal kurmayı seviyordum ve bunları kâğıda geçirdiğimde daha bir gerçek oluyorlardı sanki. Gündelik hayattan kaçıyor, başka bir yerde konaklıyordunuz bu sayede. Ayrıca prodüksiyon sürecinden çok zevk alıyordum. Şimdi de seviyorum. Bir de, çalışmak benim için her zaman güzel bir kaçış olmuştur. Az şeyden zevk alıyordum hayatta, başkalarının zevk aldığı birçok şey bana manasız geliyordu. O yüzden de yaptıklarıma oyun gibi giriştim hep. Ama şunu da belirtmem lazım, benim bu prodüksiyonseverliğim zaten hep zevk alabileceğim şeylerde oldu hayatım boyunca. Düşünmeyi, problem çözmeyi seviyordum, böyle işler eğlenceymiş gibi geliyordu bana. Çok bunaldığımda da hayata bağlıyorlardı. Can simidi olarak kullanıyordum.
Güven Erkin Erkal sayesinde Topkapı müzik ile kaset yapmak üzere anlaşıyorsunuz. Yine de, neredeyse her hikâyenin bir yerinde geçtiği üzere, başkalarının istediği gibi olamayacağınızın altını çiziyorsunuz. Papatya ve Ne Ekmek Ne de Su isimli şarkılarınızın sözlerinde değişiklik yaptıktan sonra “takığım bu konuya” diyerek aslında varmak istediğiniz özgünlükten söz ediyorsunuz. Hedeflediğiniz o “kendiniz gibi olma, yalnızca istediği sözü yazma, istediği müziği yapma” durumuna kavuşabildiğinizi düşünüyor musunuz?
Tam olarak değil. Açıklayayım: Ben yukarıdaki gibi düşündükten birkaç yıl sonra hedefimi revize ettim. Üniversitelerdeki çift anadal programı gibi bir şey yaptım. Bir taraftan popüler arenada rock yıldızı olarak bir kariyer, diğer tarafta da bir şarkı yazarı olarak hedeflediğim şarkıların yazılması. Şovmen/sanatçı ayrımı gibi düşünün. Ben ikisine birden yoğunlaştım. Ama başlarkenki asıl hedefim şarkı yazarlığı faslıydı. Daha çok önemsiyordum.
“Zamparanın Ölümü” isimli şarkınızı bir öykü olarak niteliyorsunuz. Şarkı sözlerinizin her birinin bir hikâyesinin olduğu ve zaten bunu çok önemsediğiniz muhakkak, ancak sonradan bestelenmeyen ve belki de dosyaladığınız, yayımlatmak istediğiniz öyküleriniz ya da böyle bir hedefiniz var mı?
Bölük pörçük bir şeyler var, ama pek ciddiye alınacak şeyler değil bunlar, yirmi küsur yıl önceden kalma uzun bir roman başlangıcı, sekiz-on yıl önceden tek kişilik bir oyun için yazılmış uzun uzun monologlar filan. Kısa dönemler için havaya girmişim, sonra tamamen bırakmışım. Geliştirmeye de, yayınlamaya da değmeyecek şeyler.
Kendinizi giderek daha da yalnızlaşan bir hayatın içinde bulduğunuzdan dem vuruyorsunuz. Artan yalnızlaşma hali ile bu kitabı yazmanız arasında bir ilişki olduğundan söz edebilir miyiz? Bu iki eylem arasındaki bağı siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yalnızlık bir his olarak var bende, yoksa yalnız biri değilim, birçok şeyimi paylaştığım arkadaşlarıma sahibim. Ama hayat his olarak yalnızlaştırıyor insanı, kafamı dinleyeyim derken bir bakıyorsunuz evde yalnızsınız. Kitapla yalnızlaşma hislerimin bağını soruyorsunuz, aklıma gelmemişti, ama doğru bir bakış açısı galiba. Kitabı yazış dönemim içimi ısıttı benim. Eski dostlarla berabermişiz gibi hissettim. Bir sürü çok eski, güzel anı hatırladım o dönemden. Süreç yalnızlığımı aldı.
Charles Dickens, Ernest Hemingway, Alice Munro, Oğuz Atay gibi usta yazarlar kitabınızda yer alan yazarların yalnızca birkaçı. İyi bir okur olduğunuz, hikâyelerinizin içeriğinden de anlaşıldığı için sormak istiyorum; hayat boyu okusam da sıkılmam dediğiniz yazarlar kimler ya da eserler hangileri?
Çok uzun zamandır iyi bir okur değilim. Daha doğrusu çok okuyorum ama edebiyat dışı şeyler bunlar. Ne yazık ki, eskisi gibi, roman okurken ağzımın suyu akmıyor. Ya da zevkle başlayıp arkasını getiremiyorum. Geçmesini umduğum bir süreç bu. Arada bir birkaç günlüğüne bir şeylere, kitapta bahsettiğim gibi Alice Munro’ya filan dalıyorum, çok etkileniyorum. Ama ne yazık ki kısa sürüyor. Bu yaz romanlar okumanın hayalini kuruyorum. Seçtim bile, hepsi eskiden okuduklarım, bu yaz tekrar okuyacağım. Kundera’yla başlarım diyorum.
Yine aynı şekilde, “… Şiir gibi, yaratıcısından çok şey alan ama karşılığını ödemeyen nankör sanatlarla uğraşanlara çok saygım var” dediğiniz, açıkça isimlerini verdiğiniz Küçük İskender ve Ahmet Erhan, Seyhan Erözçelik dışında, sizin için önemli olan şairler kimler ya da çok etkilendiğiniz şiirlerin isimlerini verebilir misiniz?
Genel olarak söyledim şiir üzerine o sözleri. Ve tüm şairler için. Kitabımda adları tanıdıklarım olarak geçen k. iskender, Ahmet Erhan, Seyhan Erözçelik gibi çok sevdiğim, saydığım isimler birçok kişi tarafından takdir edildiler, antolojilere girdiler. Ama ben onlar kadar başarıları gözükmemiş, hatta kendi kendilerine içlerini evlerinde döken şairleri de önemsiyorum. Ben şair değilim, o ruh halini ancak tasavvur edebiliyorum ama çok saygı duyuyorum. Kelimelerle aralarındaki o delice ilişkiye imreniyorum. Favori şairlerimi söylemek istemiyorum, çoklar.
2016 yılında vermiş olduğunuz bir röportajda, “… Kendimi hem yorgun hem motivasyonsuz hissediyorum. Amatörlükteki o zevkim geri gelse, çok mutlu olurdum” cümlesinde ya da oldukça etkileyici bir anlatımla aktardığınız o hissizliği içeren şu cümlelerden anlaşıldığı gibi; “… İlk albümüm çıktığında Bodrum sokaklarında dolaşıyordum. Küçük bir barın yanından geçerken bir şarkımı duydum. Bardaki 3-5 kız şarkıma bağıra çağıra eşlik ediyordu. Tüylerim diken diken olmuştu… İşte o duyguyu özlüyorum. Bana 10 Grammy ödülü verseniz ne olur artık?” diyerek bir nevi tükenmişlik hissinizden bahsediyorsunuz. Yalnızca bir sanatçı olarak değil, var olma çabası içindeki bir insan olarak, hayale kavuşma, hedefe ulaşma ve neticede hissizlik kavramları hakkında ne düşünüyorsunuz?
Uzun süre bu işi yapmak ve motivasyonu diri tutmak çok zor. Benim için imkânsız galiba. O yüzden bakış açınızı değiştirmek zorunda kalıyorsunuz. Yaptığınız işi artık daha farklı tarif etmeniz, hayatınızda başka bir yere koymanız gerekiyor. Ben bu işte en hevesli olduğum dönemlerde, bütün hayatımın yönünü ona göre belirlemiştim. Tüm duygusal yatırımımı ona yapmıştım. Şu anda büyük bir boşluk duygusu yaratıyor o hissi kaybetmek. İşime eski bir dostmuş gibi bakmak zorunda kalıyorum. Bir şey daha belirtmek istiyorum, o sözleri sadece içimi dökmek için eklemedim kitaba. Benimle aynı jenerasyondan, farkı mesleklerdeki arkadaşlarım da benzer hisleri taşıyorlardı kendi hayatları adına. Bu duyguların sadece bana ve müziğe karşı olmadığını düşünerek kitaba ekledim. Aynı hisleri duyabilecek okuyucularım için. Hedefe ulaşıp hayal kırıklığına uğrayan herkes için.
“… Kendime bir hayal dünyası yaratmayı tercih ettim. Kimliğimi hayaller oluşturuyor. Gerçeklik o kadar da güzel değil” diyorsunuz 1997 yılındaki bir röportajınızda. Şarkı sözlerinizi yazarken de yaşanmışlıklarınızla birlikte aslında hayalleriniz sizi yazmaya yönlendiriyor. Bu kitabın devamı olarak, “… Eskiden roman yazmayı hayal ederdim” sözünüzden de yola çıkarak, roman yazmak hâlâ aklınızın bir köşesinde yer alıyor olabilir mi?
Benim projeseverliğim bitmez. Geçenlerde bir kitap okudum, hemen senaryosunun nasıl olabileceğinin, ne tarz bir film olabileceğinin hayallerini kurdum. Ama roman meselesi çetrefilli. Kendimi bildim bileli yazar olmak istedim ama şimdiye kadar vaktim olduğu halde yazmadığıma göre, yazarlığın havasını istemişim gençken. Şimdi ise yazmayı hayal edersem, havası için değil, tam tersi, yazmanın zevki için hayal ederim. Yaratım sürecinden alacağım zevk için. Roman yazma sorunuza dönersek, aklımda hiçbir fikir yok. Ama çok güzel bir deneyim olurdu benim için. Hatta belki yeni kapılar açardı.
TÜYAP 23. İzmir Kitap Fuarı’nda ilk imza gününüzü gerçekleştirdiniz. Bu defa sahnede şarkı söylerken değil de, bir kitap fuarında birileriyle buluşmak size ne hissettirdi?
Açıkçası çok fark görmedim, çünkü seyirci olarak alıştığım bir profildi. İlginç bir şey var kariyerimle ilgili, ben bir şey yapsam da, yapmasam da dinleyenlerim, hayranlarım artıyor. Sonra şunu keşfettim, genç kuşaklar yetişiyor, geçmişte yaptığınız bütün her şeyle birden ilgileniyor ve sizin hayranlarınıza ekleniyorlarmış meğer. Kitap fuarında işte o bahsettiğim kişileri gördüm. Ortalama olarak yirmili yaşların başlarında bir sürü genç. Sadece müziğimle değil, benimle de çok ilgileniyorlardı. Uzun kuyrukta beklerken kitabı yarılamıştı bile bazıları. Yüz yüze görüşmekten etkilendim. Sahneden aşağıdaki insanlara bakmak gibi değildi imza günü, farklıydı.
Gamze Erkmen – edebiyathaber.net (26 Nisan 2018)