Britanya’nın yaşayan en büyük edebiyat eleştirmeni ve düşünürü kabul edilen Terry Eagleton, kitabına öncelikle “Edebiyat nedir?” sorusuyla başlıyor. Kurmaca, hayal gücü, edebi dil, edebi aygıt gibi kavramlara dair soruları, tarihsel ve Marksist bir yaklaşımla, Rus Biçimciliğinin temel yaklaşımlarının da desteğiyle tartışmaya açıyor. İlerleyen bölümlerde ise yeni eleştiri, fenomenoloji, yorumbilgisi, alımlama kuramı, yapısalcılık, göstergebilim, postyapısalcılık ve psikanalitik eleştirinin öncelikle açıklamaları, ardından ise politik, tarihsel ve eleştirel bağlamlarının sorgulanması geliyor.
Terry Eagleton önsözde, kitabı öncelikle konu hakkında hiçbir bilgisi olmayan ya da çok az şey bilenler için yazdığını, bu yüzden atlamalar ve basitleştirmeler yaptığını, esas amacının edebiyat kuramını popülerleştirmek olduğunu belirtiyor. Bu alanın dışarıya kapalı, elitist olduğunu düşünenler için çoğu kuramdan basit olduğunu ancak gereksiz olmadığını, çünkü kuram olmasaydı bir çok okuyucu farkında olmasa da bir edebi eserin ne olduğunu, onu nasıl okuyacağımızı bilemeyeceğimizi, insanların kurama düşmanlık ve muhalefet ederken kendilerinkini unuttuğunu söylüyor. Haklı şöyle ki, en yaygın eleştiri biçimi olan ve ötekileri gereksiz gören; okunan edebi metin hakkında “beğendim, hoşuma gitti, çok sıkıcıydı…” gibi değerlendirmelerin izlenimci eleştiriye ait olduğunu çok iyi biliyoruz.
İlgilenenler için, kitabın sonunda bütün bu kuramlarla ilgili özellikle Türkçe çevirilerin de belirtildiği kapsamlı bir kaynakça var. Kitap çeviri olmasına rağmen rahat okunan ve anlaşılır bir metin ancak benim kişisel önerim edebiyat teorisinde başlangıç aşamasında olan okurlar için öncelikle Berna Moran’ın Edebiyat Kuramları ve Eleştiri adlı kitabının giriş amaçlı okunması ve ardından bu kitapla devam edilmesi olacak. Bunun nedeni ise kitabın ağırlıklı olarak tartışma yöntemiyle yazılmış ve temel teorik bilgilerin bilindiğini varsayıyor olması. Kitabın içeriğiyle ilgili fikir vermesi açısından belli bölümlerini kısa ve özlü bir biçimde özetlemek istiyorum:
Modern edebiyat kuramı tarihsel olarak kabaca üç aşamadan oluşur: 1. Romantizm (yazar merkezli yaklaşım) 2. Yeni eleştiri ( metin merkezli yaklaşım) 3. Alımlama kuramı (okur merkezli yaklaşım).
1.Marksist Eleştiri: Lunaçarsky, Zhdanov edebi metinlerin okunmasını ve yazılmasını sadece faydacı ve politik amaçlarla yönlendirmeye çalışan Marksist eleştirmenlerin sonsuz çabaları dışında Marksist eleştiri, bütünüyle sanat ve ideoloji arasındaki ilişkinin indirgemecilikten arınmış bir teorisini oluşturmaya çalıştı. Bu çabalar içinde bünyesinde eklektik öğeler barındıran bir dizi teoriyle sonuçlandı: Plekhanov ( Marks-Kant), Lukacs (Marks-Hegel), Goldmann (Marks-Lukacs). Bu çabanın altındaki zorlayıcı neden, edebiyatı tarih ya da sosyo-ekonomik yapılara indirgememekti.
Lukacs’ın başını çektiği, R.Williams’ın da onu izlediği bu oldukça güçlü eleştirel çizgiye göre edebiyata yaklaşım, edebi metnin dilsel yapısına değil, yansıttığı dünya görüşünün belirlediği yapısına odaklanmıştı. Sanat ve ideoloji arasındaki dolaylı ilişkinin bugüne dek öne sürülmüş en önemli iki açıklaması şudur: 1. Edebiyat yapıtı, estetik biçim kazanmış ideolojidir. Yapıt, estetik biçimden sıyrıldığında yanlış bilincin, temsil ettiği ideolojinin tutsağı olur. 2. Özgün sanat her zaman ideolojik sınırları zorlayan, ideolojinin sakladığı gerçekleri açıklayabilen, çağına aykırı sanattır. Terry Eagleton her iki görüşü de basit bulur.
Althusser’e göre ideoloji, söylediğimiz ve inandığımız şeylerin, içinde yaşadığımız toplumun iktidar yapısı ve güç ilişkileriyle arasındaki bağlantılardır. İktidarın yeniden üretilmesi ve korunmasıyla ilişkisi olan hissetme, değerlendirme, algılama ve inanma tarzlarıdır. Sanat-ideoloji ilişkisi ise şöyledir: İdeoloji, insanın gerçek dünyayı çarpıtılmış biçimde algılamasıdır, edebiyat da bu algılamanın yaşantısal izlenimlerini aktarır. Bilimsel ve kavramsal analiz yoktur. Ancak edebiyat yaşantıyı pasif biçimde yansıtmaz. Yansıttığı yaşantıyla bu yaşantının kaynaklandığı ideolojinin arasındaki mesafeyi açık tutar. İşte bu mesafe biçimle korunur. İdeoloji, insanı nasıl bir yanılsama yumağı içinde sararsa, edebiyat da insanı kurmaca yumağı içinde sarar. Edebiyat biçimsel özellikleri ile kurmacalığını her an ilan eder. İdeolojik yanılsamanın kurmacaya dönüştüğü yerde, biçim kendi içinde yadırgatıcı, eleştirel duyarlılığı keskinleştirici bir unsur olur. Burada sorun şudur: Biçim adeta otomatik yadırgatıcı işlev yüklenmiş, yapıtın üretiminde yazarın rolü, aynı Lukacs’ın teorisindeki gibi arka plana itilmiştir.
2.Rus Biçimciliği: Teorinin başlıca nesnesi şiir dilinin günlük dilden bağımsız, ayrı bir dil ve ayırıcı özelliğinin yadırgatma ve yabancılaştırma etkilerinin kasıtlı kullanımı olduğudur. Seslere konan vurgu, alışılmamış sentaktik düzenlemeler, sözcüklerin dizimindeki ritmik ustalık gibi… Edebiyat geleneğindeki tek süreklilik, yadırgatma eyleminin sonucu olan kesintilerdir. Ayrıca edebiyat geleneğini oluşturan yasalarla, toplumsal-tarihsel süreçleri oluşturan yasalar arasında hiçbir ilgi yoktur. Edebiyat biçim ve içeriğin birlikteliğinden oluşurken edebilik biçim, yani dille, sözcüklerin dizilişleriyle ilgilidir.
Biçimsel edebi öğeler şunlardır: ses, ritim, imge örgüsü, sözdizimi, ölçü, uyak, anlatı teknikleri… Dramatik bir dil, farkındalığından hareketle ortak özellikleri uzaklaştırıcı ve yabancılaştırıcı etkilerdir. Biçimcilere göre edebilik, bir söylem türüyle öteki arasındaki ayırıcı ilişkilerin bir işlevidir, kesinlikle sonsuza kadar bâki kalan bir özellik değildir. Edebi olanın özü, yabancı kılmak, bir söz tipi ile öteki arasındaki karşıtlık sorunudur. Biçimciler edebiyatı değil, edebiliği yani dilin edebi metinlerde ve bu metinlerin dışında da rastlanan özel kullanımlarını tanımlama peşindedir.
Edebiyat, faydacı olmayan bir söylemdir. Şairin aşkını kırmızı güle benzetmesi, gerçekten yaşayan herhangi bir kadını değil de, bir kadını anlatma biçimidir. Anlatılan şeyin gerçekliğinin değil de, anlatma biçiminin vurgulanması, bazen edebiyatın kendine gönderme yapan, kendinden söz eden bir dil olduğunun belirtisi olarak kabul edilir. Doğruluk değeri ve pratikle ilgisi, yapıtın uyandırdığı genel etki açısından önemlidir. Neyin edebiyat olduğu ya da olmadığının belirlenmesinde değer yargıları çok etkilidir. Yazının güzel olması gerekmez, güzel olarak değerlendirilen türden olması gerekir. Yapıt değerli bulunan tarzın kötü bir örneği de olabilir.
3.İngiliz Edebiyatı Eleştirisi ve Amerikan Yeni Eleştirisi: Şiirin rolü ne ve niçin sorularına sözde cevaplar vermektir. Şiir göndergesel bir dil değil, duygusal bir dildir. Dünyayı tasvir eder görünen ancak aslında sadece bizim dünya hakkındaki hislerimizi doyurucu biçimde düzenleyen bir çeşit sözde cümledir. En etkili şiir en az çatışma ve engellemeyle en çok dürtüyü düzenleyen şiirdir. Yeni Eleştiriye göre edebi metin, Amerikan İşlevselci Sosyolojisinin her bir öğenin ötekilere uyum gösterdiği çelişkisiz bir toplum modeli geliştirmesi gibi, şiir de çeşitli özelliklerinin simetrik işbirliği içerisinde her türlü anlaşılmazlık, düzensizlik ve çelişkiyi ortadan kaldırır. İçsel tutarlılık ve bütünleşme üzerindeki vurgunun şiiri gerçeklikten tamamen koparıp, kendi özerkliği içerisinde dönüp durabileceği noktaya kadar getirmemesi gerekir.
Şiir ne anlama geliyorsa odur, bu anlam şairin yazma amaç ve niyetlerinden veya okurun ondan çıkardığı öznel duygulardan bağımsızdır. Anlam genel ve nesneldir, edebiyat metninin dilinde kazılıdır. Çok anlamlılığı, nedeni zayıfça da olsa aynı dil parçasına gösterilebilecek farklı tepkilere imkan tanıyan sözsel nüans, yaratan okurun tepkisidir evet, ancak bu tepki sadece şiirin kendisine bağlı değildir. Yeni eleştiri için şiirsel söz köklü bir biçimde bağlamsaldır, şiirin iç sözsel düzenlenişinin bir işlevidir. Edebiyat metninin içerdiği anlamlar her zaman belli ölçüde karmaşıktır, hiçbir zaman nihai bir yoruma indirgenemez. Yazarın kafasında olduğu varsayılan itki veya okurun şairin sözcüklerine mal ettiği keyfi, özel anlamlar sorunu değildir. Sorun, şiiri bir vazo ya da ikon kadar sert, maddi, kendi içinde yeterli bir nesneye dönüştürme dürtüsüdür.
Şiir, bütün edebi türler içerisinde tarihten en açıkça gizlenmiş duyarlılığın en yalın biçimiyle devreye girebildiği, toplumsal damgayı en az taşıyan türdür. T.S. Eliot eleştirilerinde edebiyat yapıtlarının ne söylediklerine tamamen kayıtsız kalır. İlgisi dilin nitelikleriyle, duygu üsluplarıyla, imge ve yaşantı ilişkileriyle sınırlıdır. Klasik yapıtlar ortak inançların yapısından doğar. Bu inançların ne oldukları, onların ortak olmalarından daha önemsizdir.
Cambridgeli eleştirmen Richards’a göre ise, yazılı metin üzerinde odaklanan dikkatlerin öncelikle kavraması gerekli olan şey, bu metnin çok özel bir dili olduğunu kabul etmek, sonra da bu farklı dokunun metnin şiirselliğini belirleyen dilbilimsel özelliklerini sınıflandırarak bu özelliklerin yarattığı estetik tepkiyi bilinçlendirmekti. Bu özellikler dilin günlük ve bilimsel kullanımında bulunmaz.
Fenomenoloji, yorumbilgisi ve alımlama kuramı
Fenomenoloji: Bir edebiyat yapıtının dili, onun iç anlamlarının ifadesidir. Husserl, tamamen öznel ve içsel bir yaşantı alanından söz eder. Dil toplumsal olduğundan böyle bir alan kurgusaldır. Husserl’e göre yaşantıma anlam kazandıran dil değil, tikel fenomenleri tümeller olarak kavrama edimidir. Bu edimin dilden bağımsız olarak oluştuğu varsayılır. Başka bir deyişle Husserl’e göre anlam dilden önce vardır. Dil benim nasılsa sahip olduğum anlamları isimlendiren ikincil bir etkinliktir. Anlam amaçlı bir nesnedir. Yani anlam ne konuşan ve dinleyenin psikolojik edimlerine indirgenebilir, ne de bu tür zihinsel süreçlerden tamamen bağımsızdır. Anlam çok çeşitli biçimlerde ifade edilebildiği, ancak yine de anlam olarak değişmediği için, ideal bir nesnedir. Bu anlam yazarın yazma sırasında zihninde bulunan veya amaçladığı zihinsel nesneyle özdeştir. 20. yüzyılda Saussure’den, Wittgenstein’dan, çağdaş edebiyat teorilerine dek dil devriminin en büyük katkısı, anlamın dilde ifade edilen ya da yansıtılan bir şey olmadığının, tam tersine dil tarafından üretildiğinin anlaşılmasıdır. Ancak bir dilimiz olduğu için anlamlara ve yaşantılara sahip olabiliriz. Bir dili düşünmek, toplumsal yaşam biçimini de düşünmektir.
Yorumbilgisi: Heidegger’in felsefi girişimi olan yorumbilgisi, aşkın bilinci değil, tarihsel yorum sorunlarını temel alır. En önemli temsilcileri Dilthey ve Gadamer’dir. Anlamın tarihsel olduğunun anlaşılması Husserl’in öğrencisi Heidegger’in onun düşünce sisteminden uzaklaşmasına neden oldu. Husserl aşkın özneden yola çıkarken Heidegger bu başlangıcı reddeder. İnsan varoluşunun indirgenemez biçimde verili olduğu düşüncesinden yola çıkar, hocasının özcülüğüne karşı varoluşçu olarak nitelendirilmesinin nedeni budur. İnsan ön-anlamadan yola çıkar, onun içinde devinir. Sistemli düşünmeye başlamadan önce dünyayla aramızdaki pratik bağlanmışlıktan kaynaklanan örtük ortak varsayımlar oluşmuştur. Bilim ve teori bu somut sorunların soyutlamalarıdır. Dil her zaman öznenin içinde yayıldığı alan olarak önce var olur. Dilin doğru bilgileri iletme aracı olması anlamında değil, dilin gerçekliğin kendini gizlemediği ve bizim düşüncemize sunduğu yer olması anlamında hakikati içerir. Heidegger’in düşüncesindeki merkezi unsur, bireysel özne değil varlığın kendisidir. Batı metafizik geleneğinin yanlışı, varlığı nesnel bir kendilik olarak görüp onu özneden keskin bir şekilde ayırmasıdır. Heidegger, Sokrat öncesi henüz özneyle nesne arasında bir karşıtlığın olmadığı günlere döner ve varlığın her ikisini de kapsadığını kabul eder. O, organik toplum düşüncesinin bir başka romantik temsilcisidir. Sonuç olarak köylünün yüceltilmesi, aklın yerini kendiliğinden bir ön-anlamanın alması, bilgece bir edilgenliğin kutsanması, yığınların yaşamından üstün sahici ölüm yönelimli bir varoluş olduğu inancı Heidegger’in 1933’te Hitler’i desteklemesine yol açtı. Bu felsefenin değerli yanı, teorik bilginin her zaman pratik toplumsal çıkarların bağlamından çıktığını vurgulamasıdır. Özne sadece dünya hakikatinin kendini ortaya çıkardığı ortam veya yerdir, şiirde okurun dikkatle duyması gereken de bu hakikattir. Edebi yorum insan etkinliğinde temellendirilemez. Çünkü edebiyat bizim yaptığımız bir şey değil, olmasına müsaade etmemiz gereken şeydir. Edilgin bir tavırla kendimizi metne açmalı, metnin tükenmez varlığına boyun eğmeli, onun tarafından sorgulanmayı kabul etmeliyiz.
Gadamer geleneğin, mantık tartışmalarının ötesinde bir geçerliliği olduğunu savunur. Dilthey’e göre ise geçmişe dönerek zamansal mesafeyi kapatmaya çalışmak gereksizdir; çünkü bu mesafe zaten gelenek, görenek ve önyargılarla kapatılmıştır. Geleneğin boyun eğmemiz gereken bir otoritesi vardır. Yorumbilgisi tarihi; geçmiş, gelecek ve bugün arasındaki canlı bir diyalog olarak görür, sonsuz karşılıklı iletişimin karşısına çıkan engelleri kaldırmaya çalışır. Sistematik iletişim başarısızlığı fikrine tahammül edemez. Güçlü-güçsüz monoloğu, kadın-erkek eşitsizliği, söylemin iyiliği garanti olmayan bir iktidar tarafından yöneltilmesi gibi. Yorumbilgisi geçmişe ait yapıtlar, özellikle kutsal kitaplar üzerinde yoğunlaşma eğilimindedir. Eleştirinin temel amacı klasikleri anlamaktır. Yorumbilgisel döngü, gelenekçi vurgu ve edebiyat yapıtlarının organik bir birlik oluşturdukları varsayımına dayanır. Tek tek özellikler bağlamın bütünüyle ilişki içerisinde; bağlamın bütünü de tek tek özelliklere ilişkin olarak anlaşılabilir. Yorumbilgisi edebiyat yapıtlarının genel olarak dağınık, içsel olarak çelişkili ve tamamlanmamış olma fikrini dikkate almaz. Yapıtın bütünlüğü yazarın her şeyi kapsayan amacının neticesidir.
Alımlama Kuramı: Yorumbilgisini Almanya’daki en son gelişimi okurun edebiyattaki rolüne odaklanan alımlama kuramıdır. Constance Okulundan Wolfrang Iser alımlama kuramını liberal hümanist ideoloji üzerine kurar. Buna göre okurken esnek ve açık fikirli bir tavırla kendi inançlarımızı sorgulamaya hazır olmamız, bu inançların dönüştürülmesine izin vermemiz gerektiği inancını taşır. Bu inancın gerisinde bilinmeyenle karşılaştıkça kendimizi daha iyi tanıdığımıza inanan Gadamerci yorumbilgisinin etkisi gözlenebilir. Iser, kuvvetli ideolojik bağıtlılıkları olan okurun, edebiyat yapıtlarının dönüştürücü gücüne daha az açık oldukları için uygun olmadıklarını söyler.
Alımlama kuramının belirgin açık uçluluğunun temelinde, kapalı metin ve birleşik kişilik öğretileri yatar. Roman Ingarden, edebiyat yapıtlarının organik bütünler oluşturduğunu, okurun da bunların belirsizliklerini bu armoniyi tamamlamak amacıyla doldurduğunu varsayar. Iser’a göre okurlar, yapıtı farklı biçimlerde gerçekleştirmekte özgürdürler. Metnin semantik potansiyelini tüketecek tek bir doğru yorum yoktur. Bu okuma modeli temelde işlevselcidir, bölümler bütüne tutarlı bir biçimde uyarlanmalıdır. Gestalt psikolojisinin etkisiyle farklı algılamaları anlaşılabilir bir bütün haline getirme söz konusudur.
Sonuç: Edebiyat kuramı aslında bir yanılsamadır. Çünkü ilkin kendini felsefeden, dilbilimden, psikolojiden, kültürel ve sosyolojik düşünceden farklılaştıracak bir bütünlüğü ya da kimliği yoktur. İkincisi, sadece toplumsal ideolojilerin bir kolu olduğu, kendini farklılaştırma umudu ve edebiyat adlı nesneye tutunma isteği yanlış yönlendirildiği için de böyledir. Ancak bazı durumlarda en verimli işlem edebi eserin anlamlandırma sistemlerinin nasıl belli ideolojik etkiler yarattığını araştırmak olabilir.
* Terry Eagleton, Edebiyat Kuramı-Giriş, Ayrıntı Yayınları, Sanat ve Kuram Dizisi, İngilizceden Çeviren: Tuncay Birkan
Serkan Parlak – edebiyathaber.net (16 Temmuz 2019)