“Yetim Terzi”yi burada size anlatacak değilim. Sonunda kim bu diye de sorabilirsiniz! El hünerinden gelen bir nama sahip. Ün dediğiniz de, bence, öyle olmalı; bir şeyi iyi yapmalısınız, o sizden önce anılmalı. Onunla namınız yürümeli. Ki, başkalarına da “ders”; bazen kılavuz, kimi zaman da yürekli bir ses olabilirsiniz işte o zaman.
Onun terzihanesine girince adanılmış bir mesleğin derin izlerini görürdünüz hemen. Eli iğnede, gözü dikişte, sözü ise müşterisinin sözündeydi. Sözüne söz yetiştirilemezdi, gene de ne mesleğinden yakınır, ne başkalarına yerinir, ne de arastadaki diğer terzilerin bir çoğalıp bir yitmesine sitem ederdi.
Herkes kendi işinde, herkes kendi yolunda diyen bir bakışı vardı onun. Öyle ki, bir gün; “Bu kapı herkese açık, iş bilenin sabır gösterenin, sadakatli olanın önü her daim açıktır,” sözleriyle o çocuk yaşta tanıştığımda babamla söz durmuşlardı. Sümerbank’tan alınan elbiselik kumaşımın ilk provasındaydık. Gözlerim bakışlarında, ellerindeydi. Giderken uyarmıştı da babam; “Her sözü taşınabilecek altın!”
Gel zaman git zaman o iyi terziler çekilip gittiler hayatımızdan. “Yetim Terzi”nin adı ve namı kaldı. Bu işe/mesleğe değer verenler bilirler iyi terzilerin hünerlerini.
Her meslek insana bir şey öğretir. Dahası bir mesleği kendinize iş/uğraş/yaşamınızın adanışı olarak alırsanız bundan çok şey öğrenirsiniz. Hayata tutunma biçimlerinizi de bir meslek öğretebilir, dünyaya bakışınızı da, sevmelerinizi de. Ahlak ve vicdan duygunuzun yolu da oradan geçer, hakkaniyetli olmanın bilinci de. Hezeyanlarınızı da orada öğrenirsiniz sabrınızın değerini öfkenizin yıkıcılığını da.
Edebiyatın çıtası mı, sopası mı?
Geçen gün, bir “romancı”nın başka romancılar üzerine yazdığı bir yazıya ilişti gözüm. Vermiş veriştirmişti. Bu işin erbabı bakışıyla, hezeyanıyla döktürmüştü. “Beni özenle okuyun,” diyen bir yazı değildi. Şöyle bir göz attım. Vulgar bir bakışın saldırısı! Evet, saldırı. Biliyor ki, kimse çıkıp bu hezeyanlara karışmak istemeyecek.
Bu kendini beğenmişlik, başkalarına gömlekler biçme…
Öteden beri edebiyatımızın hastalığı olsa da, bu başka bir klinik vakaydı bence! Zamane modası olarak aldı başını gidiyor bu tür hezeyanlı sözler. Hani derler ya; “ağız torba değil ki büzesin!” Ama biraz vicdan ve ahlak olmalı söz dizerken, saldırırken.
Özü özcesi diyeceğim bu.
Kendini bilmeyenin edeceği sözlerin muhatabı ne iyi edebiyattır, ne de o sözlerin yöneltildiği kişi/lerdir. Olsa olsa kendi dikişini dikemeyenin başkalarının dikişini beğenmeme hastalığı, hezeyanıdır.
Montaigne mi, Pascal mı?
Edebiyat, sanat, felsefe yüce gönüllülük isteyen uğraşlardır. Hele hele bunlara soyunursanız tutkuyu/sadakati/bağlanışı ve adanışı göze alacaksınızdır.
Kaleminizin gölgesi her gün kâğıdınızın üzerine düşmelidir. Gözleriniz sevdiğinize bakmaktan solmalıdır ki ondan gelecek ışıkla can bulan bilincinizin labirentlerinde gezinerek düşünüp yazabilesiniz. Dünyanın dili olmak için dünyanın ağrısını bilmek/yaşamak/hissetmek gerekir.
Pascal, bir kuşak ötesindeki Montaigne üzerine konuşurken şunları söyler: “Her şeyi evrensel ve öyle genel bir şüphenin konusu yapar ki bu kuşku kendi kendini ele geçirir; yani şüphe ediyorsa, bu son kabulden bile şüphe edince, kesinsizliği daimî ve dur durak bilmez bir çemberde kendi etrafında döner; hem her şeyin kesinlikten yoksun olduğuna teminat verenlere hem de her şeyin kesinlikten yoksun olmadığını öne sürenlere karşı çıkar, çünkü hiçbir şeye teminat vermek istemez. Kendinden kuşkulanan bu kuşkuda ve kendi hakim biçimi/karakteri diye adlandırdığı kendini bilmez bu bilmezlikte yatar hiçbir müspet terimle ifade edemediği görüşlerinin esası. Zira eğer kuşku duyduğunu söylüyorsa, en azından kuşku duyduğunu öne sürerek kendi kendine ihanet eder; bu da meramını ancak soruyla anlatır, öyle ki ‘Bilmiyorum’ demek istemediğinden parolası haline getirdiği şekilde ‘Ne biliyorum?’ diye sorar, bunu da çelişkileri tartarken tam dengede bulunan terazilere yerleştirir; yani bu saf Pyrrhonculuktur. Tüm sözleri ve denemeleri bu ilke etrafında dolanır ve iyi kurduğunu iddia ettiği tek şey budur, her ne kadar niyetini her zaman belirtmese de. Denemelerinde insanlar arasında en kesin kabul edilen her şeyi fark ettirmeden yıkar, ama bunu karşıtını, yalnız düşmanı olduğu bir kesinlikle kurmak için yapmaz, görünüşler iki taraftan da eşit olduğundan insanın inancını nereye oturtacağını bilmediğini göstermek için yapar sadece.” (*)
Yapıta ve yazara dönük bir değerlendirme, onun konumunu yerli yerine oturtma ancak böyle olabilir. Ne bir kibir vardır burada, ne hezeyan, ne de yıkıcılık.
Kendilerince edebiyata bir sopa yaratarak çıta belirleyenlerin hallerini “paryacılık”la nitelemesem de; dönüp Montaigne’i de, Pascal’ı da okuyarak neyin “çıta” neyin “sopa” olduğunu bilmelerini salık verebilirim ancak.
* Risaleler, Blaise Pascal; Çev.: Murat Erşen, 2017, Pinhan Yay., 99s.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (5 Aralık 2017)