Tevfik Fikret 144 yıl önce 24 Aralık günü doğdu. Belki baba olduğundan, belki muallim olduğundan, belki insana ve fenne inanan bir şairin kendine özgü diyalektiği yüzünden geleceğe olan umudu sonsuzdu. Eserlerinde ve hayatında karamsarlık ve umut iç içeydi.
“…Toprak vatanım, nev-i beşer milletim… İnsan / insan olur ancak, buna iz’anla inandım / Şeytan da biziz, cin de, ne şeytan ne melek var; / dünya dönecek cennete insanla, inandım…”
Tevfik Fikret (24 Aralık 1867 – 19 Ağustos 1915) yirminci yüzyılın ilk yıllarında oğlu Haluk için yazmıştı bu dizeleri. Şiirin başlığı “Haluk’un ‘Amentü’sü”dür.
Artık Abdülhamit’in istibdadından, hafiyelerden ve jurnalcilerden, aydınların ikiyüzlülüğünden, milliyetçilerin hamasetinden, softaların mazi çığırtkanlığından sıtkı sıyrılmış olan Tevfik Fikret, oğlu için softaların o bildik “Amentü”sünden farklı bir “Amentü” kaleme alır. İnsana “Amentü”dür bu.
“Amentü” modamod çevrilince, inandım, demektir.
1867’de bugünkü Kadırga mahallesinde bir konakta doğan Fikret’in asıl adı Mehmed Tevfik’tir.
Muhafazakar bir ailede yetişmişti; öyle ki annesi Fikret henüz 12 yaşındayken hacca gitmiş, lakin hacdan dönerken koleradan ölmüştü. Çocukluğunun ve ilk gençliğinin nasıl bir dindarlıkla geçtiğini Robert Kolej’de çalıştığı için kendisini “protestanlardan para alan bir zangoç olmak”la suçlayan Mehmed Akif’e cevap olarak kaleme aldığı “Tarih-i Kadim’e Zeyl” isimli şiirinde anlatır: “…Ben de âşıktım ezan sesine / bir koşardım ki o allah sesine!…”
Osmanlı’nın en büyük yenilgilerinden biri olan 93 (1877) Harbi, belki de bu mutaassıp kaderin değişmesinde en büyük rolü oynar. Büyük yenilgiyle beraber İstanbul’a doluşan göçmenler Tevfik Fikret’in devam ettiği ‘Mahmudiye Valide Rüştiyesi’ne yerleştirilince, buradan alınıp Mektebi Sultani’ye yani Galatasaray Lisesi’ne verilir.
1888’e kadar 11 yıl devam ettiği bu okulda çocukluğunu şekillendiren dini eğitimden kısmen uzaklaştığını tahmin etmek zor değil. Fikret, dönemin önde gelen şairleri olan edebiyat hocalarının etkilerinin görüldüğü ilk şiirlerini bu okulda yazar.
Hiçbir şey yapmadığı için maaş verilen devlet dairelerinden hazzetmez. Bazılarında verilen maaşı bile kabul etmez: Hiç bir şey yapmadığı için tabii ki.
Dürüstlüğü hâlâ bir efsanedir. Okullarda öğretmenlik yapar: Ticaret Mektebi Âlisi’nde, Galatasaray’da, Darülfünun’da, Robert Kolej’de. Galatasaray’da defaatle müdürlük etmişliği vardır, maarif nezaretinden müdahale olduğu için yine defaatle istifa etmiştir. Robert Kolej’deki öğretmenliği ise ölümüne dek sürer.
1896-1900 yılları arasında sürdürdüğü yazı işleri müdürü göreviyle Servet-i Fünun dergisinin (adından da anlaşılacağı üzere bir bilim dergisiydi) edebiyat ağırlıklı bir dergi olması için emek verir ve bu çatı altında bir araya gelen, karamsarlıkları ve ağdalı dilleriyle tanınan Edebiyat-ı Cedide (Yeni Edebiyat) akımının kuruluşunda bulunur.
Lakin Fikret’i öne çıkaran eserler bu dönemde verdiği eserler değildir. Bilakis onlardan ayrılıp toplumsal konulara yöneldikten sonra, tek başına bir duruş sergileyerek, haksızlıklara, kanunsuzluklara isyan edip düşüncelerini hiç korkusuzca dile getirdiği şiirlerdir. Bu anlamda, bu toprakların çıkardığı ilk “entelektüel”dir.
Dürüstlüğü onu katıksız bir yalnızlığa sürükler. Bilime, çalışmaya, insana inanır, ama en çok insanın kafasıyla bedeniyle bir bütün olduğuna inanır. Onda varlığının bir emaresi haline gelmiş bu dürüstlük, döneminin bazı aydınları gibi, farklı düşünüp farklı yaşamasına müsaade etmez. İnandıklarından ödün vermesine izin vermez ve o, inandıklarının peşinden giderken toplumla arasındaki açı giderek genişler.
Rumeli Hisarı’nda henüz hayalindeki evi yapacak parayı toparlayamadığı için 1900’den beri ikamet ettiği aynı zamanda kayınpederi de olan dayısına ait yalıdan okula giderken oluşturduğu ayak izlerine bakarak yazdığı İzler adlı alegorik sonenin son üçlüğü manidardır: “…geçerdim basıp bir takım izlere; / eğildim biraz dikkat ettim yere! / O izler benim, hep benim izlerimdi.”
Belki baba olduğundan, belki muallim olduğundan, belki insana ve fenne inanan bir şairin kendine özgü diyalektiği yüzünden geleceğe olan umudu sonsuzdur.
Karamsarlık ve umut iç içedir; öyle ki “Bu memlekette de bir gün sabah olursa Haluk” diye başladığı şiirde bir an gelir “…Evet, sabah olacaktır, sabah olur, geceler / tulu-i haşre (kıyamete) kadar sürmez…” diye haykırır ve şu dizelerle bitirir aynı şiiri: “…Ümidimiz bu; ölürsek biz, yaşar mutlak / vatan sizinle şu zindan karanlığından uzak.”
Bir başka şiirini ise “Ati çıkınca ortaya, mazi silinmeli!” diye bitirir. Sırtını ‘Ati’ye yaslamıştır; henüz yaşanmamış günlere. Belki de bu yüzden, o günlerin yaratıcısı çocukların ve gençlerin yeri bir başkadır onun şiirinde. “Ferda” (Yarın) isimli şiirini bugünün gençlerine atfeder.
Meşhur “Sis” şiirinde, sislerin ardında kaybolmaya müstahak gördüğü devrin İstanbul’unun son derece etkileyici tasvirini verirken de çocukları unutmaz: “Ey kimsesiz avare çocuklar… Hele sizler, / hele sizler…” 1911’de yayımladığı Haluk’un Defteri aynı zamanda bütün gençlere yazılmıştır ve 1914’de yayımladığı Şermin Türkçede yayımlanan ilk çocuk şiiri kitabıydı.
Bundan yüz yıl önce ülkenin en çalkantılı döneminin şair ve aydınlarının toplaşıp Yeni Zelanda’ya yahut Manisa’nın bir köyüne yerleşmeyi düşünmeleri, Abdülhamit’in sınırsız baskıları ve sansürüne rağmen tuhaf geliyor insana. Allahtan ya da daha doğrusu, doğal olarak gerçekleşmemiştir bu uçuk hayaller.
Yine de, Tevfik Fikret çocuğunu büyütebileceği, çok az şey paylaştığı toplumla arasına bir mesafe koyabileceği bir yerde bir ev yapmayı başarmıştır sonunda. Ne çok uzak, ne çok yakın, mesleğini devam ettirebileceği, ülkesindeki gidişatı izleyebileceği ve üretebileceği bir yerde, Aşiyan’da kendine bir yuva kurmuştur. Aşiyan “yuva” demektir.
O dönemde Aşiyan henüz Aşiyan değildi. Kayalar mevkii olarak geçiyordu. Adını Aşiyan koysa da evinin, o evde yazdığı pek çok şiirinin altına ‘Kayalar’ diye not düşmüştür Tevfik Fikret. Evin hemen aşağısında bulunan bugün Aşiyan Mezarlığı olarak bildiğimiz mezarlık da Kayalar Mezarlığı diye anılıyordu o devirde.
Yaklaşık 10 sene boyunca tasarladığı kendi evini yapmaya babasının ölümünden sonra Kadırga’daki konağı satarak elde ettirdiği parayla girişir Fikret. Parası yetişmez, ancak Robert Kolej idaresinden aldığı bir miktar avansla evi tamamlar ve 1905 yılında başladığı eve 1906 yılında yerleşir.
1915’te aynı evde öldüğünde cenazesinin başında kimsenin konuşmamasını ve evinin bahçesine gömülmesini vasiyet eder. Cenazesi evinin bahçesine gömülmez, Eyüp’te toprağa verilir. Cenazesinin başında neler söylendi, bilmiyoruz.
Evin müze oluşunun hikâyesi de ilginçtir. 1940’ta eşi Nazmiye Hanım evi satmak ister. Robert Kolej’le 4000 liraya anlaşır. Devrin Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel İstanbul Belediyesi’ne, satın alınıp Edebiyat-ı Cedide Müzesi’ne dönüştürülmesini önerir.
Kolej aradan çekilir. Belediye binayı 1000 liraya alır. Tevfik Fikret’in dağılan eşyaları toplanır, kaybolanların benzerleri yaptırılır, yollar parke döşenir ve sonunda müze 1945 yılında Edebiyat-ı Cedide Müzesi olarak törenle açılır. Yıllar geçer, 1961 Aralık ayında Tevfik Fikret’in mezarı, yine törenlerle, Aşiyan’daki evinin bahçesine nakledilir ve müze de o tarihten itibaren Aşiyan Müzesi olarak anılmaya başlanır.
Ben güneşli bir öğle sonu, Fikret’in mimari kusurlarla dolu olduğu söylenen evinden çıktıktan sonra ön bahçeden başımı uzatıp sahile bakmıştım; sahil görünüyor mu, diye. Biraz zorlayınca görülüyordu. Rivayete göre istibdat döneminde Abdülhamit’in hafiyeleri balıkçı kılığında burada bekler, Fikret’in evine girip çıkanı not ederlermiş.
Aklıma bizim öğrencilik yıllarımız geldi: Fakültenin önündeki simitçilere “Amirim bir simit alabilir miyim, gevrek olsun!” ya da “Memur Bey iki simit lütfen!” diyen bizimkiler.
Fikret de böyle bir latife etmiş midir ya da etmeyi aklından geçirmiş midir, diye düşündüm. Sonra bahçeye bir dolu üniversite öğrencisi doluştu, cıvıl cıvıl; boş verdim jurnalcileri, hafiyeleri.
Fikret’in Ferda şiirini son dizelerini mırıldanayım dedim: “…Uğraş, didin, düşün, ara, bul, koş, atıl, bağır; / durmak zamanı geçti, çalışmak zamanıdır!” Sonra ondan da vazgeçtim “Haluk’un “Amentü”sü”nden iki dize mırıldanmak daha hoş geldi: “…Ebna-yı beşer birbirinin kardeşi… Hülya! / Olsun ben o hülyaya da bin canla inandım…”
Ben de “Amentü”.
Bülent Kale
Kaynak: www.bianet.org