Geçen yıl Remzi Kitabevi tarafından yayımlanan ve Vincent Van Gogh’un Paris’te bir galeri yöneticisi olan kardeşi Theo’ya yazdığı mektupların yer aldığı “Theo’ya Mektuplar’’, ressamın renklerle dolu yaşamından kesitler ve samimi itiraflarla, tavsiyelerle dolu bir kitap…
Hayatı sanattan oluşmuş özellikle Van Gogh gibi ilginç bir kişiliğin, kendi yaşam tecrübelerinden yararlanarak doğaçlama yazdığı bu satırlarda takılıp düşünmek, okuyucu açısından zevkli okuma dakikaları sağlıyor. Kendi deyişiyle, -deli gibi çalıştığı bir dönemde- fırsat buldukça Theo’ya yazan ressamın mektuplarında kullandığı kardeşiyle karşılıklı konuşuyormuşçasına samimi sohbet dili, kitabı oldukça akıcı hale getiriyor.
Ünlü ressamın günlük yaşamından kesitlerde yer alan birçok öğüdü, özellikle genç nesle yol gösterici özellik içermesi bakımından önemli. Örneğin, çalışma hayatı konusundaki satırları gibi: “Belli bir çalışma alanında ve belli bir meslekte ne kadar çabuk ilerlersek, az – çok özgür bir düşünüş ve davranış benimseyip değişmez kurallara ne kadar bağlı kalırsak, o kadar karakterimiz pekleşir, üstelik tek yönlü bir insan da olmayız.’’
Aynı şekilde Van Gogh, sevgi konusunda da düşüncelerini açıklıkla ve samimiyetle kaleme almış: “Gerçekten sevilmeye değer şeyleri candan sevdik mi, sevgimizi önemsiz, tatsız tuzsuz ve boş şeylere harcamaktan sakındık mı, yavaş yavaş aydınlığa varır, gücümüzü pekleştiririz.’’
“Kültürlü çevrelerde, en iyi topluluklarda ve en iyi koşullar içinde bile bir Robinson Cruose’nin ya da bir doğa adamının özgün karakterinden bir şeyler korumalıyız,…’’ , sözleriyle ise ressamın insanın kendini gündelik hayatın konforlu huzuruna kaptırmadan yaşamı ve dünyayı azimle keşfetmeye çalışmaktan hiçbir zaman vazgeçmemesi gerektiğini öğütlediğini görüyoruz.
Sanatı, insanı ve doğayı hayatının başkahramanları yapan Van Gogh, “Sanat, doğaya eklenmiş insandır.’’, cümlesiyle doğa, sanat ve insan unsurlarının birlikteliklerini birbirinden ayrılamayacak şekilde tanımlıyor. Hatta daha da ileri giderek iyi bir ressamın tablosunun doğadan daha çok şey söylediğini, doğayı, kendisinden daha açık ve net gözler önüne serdiğini ifade ediyor. Bu durumda ünlü ressamın, resim sanatını doğanın bile önüne geçirerek âdeta kutsal bir unsur yerine koyduğuna şahit oluyoruz.
Sayfalar birbiri üzerine biriktikçe ve Van Gogh kardeşiyle dertleşmeye devam ettikçe ister istemez duygularına, düşüncelerine, yaşam tarzına gizlice şahitlik ediyormuş duygusuna da kapılabiliyorsunuz. Misal, onun çeşitli konularda, “ya hep ya hiç’’ tarzı bir düşünce sistemine sahip olduğunu anlıyorsunuz. Nitekim, bir sayfada aşkın çeşitlerinden söz ederek en güzelinin hem sevmek hem sevilmek olduğunu paylaşırken birkaç sayfa sonra çalışma konusunda aynı bağlamda Millet’in; “Güçsüz bir eser vermektense hiçbir eser vermemek daha iyi.’’, sözünü övdüğünü görüyorsunuz. Ardından da konuyu açıkça örnekliyor: “…onun içindir ki kimi zaman incecik bir fırçayla değil de, sert bir marangoz kalemiyle ya da mürekkepli kalemle resim çizmek istiyor canım.’’, şeklinde.
“Sanat kıskançtır, hastalık ona üstün gelsin istemez.’’, düşüncesindeki ressam, hasta olduğu dönemlerde bile kırlara çıkarak resim yapmaya devam ettiğini ifade ederken bir kez daha onun sanata duyduğu saygıya, resimlerine verdiği değere ve çalışma disiplinine şahit oluyoruz. Nitekim atölyesinden söz ederken; “…bir atölye ki hayatın tam içine salmıştır köklerini. Göreceksin, hiçbir durgunluk yok, her şey çalışmaya yöneltir, kışkırtır, zorlar burada insanı.’’, sözleriyle de çalışma alanına bakış açısını aynı duygularla ifade ediyor.
Millet’in “Acıyı ortadan kaldırmak istemem.’’, sözünü düşündüğünü yazarak; “Bir köylü ressamı olduğumu söylerim ya, gerçektir bu söz…’’ şeklinde düşüncesini öne süren ressam, sanatçılara sıklıkla ilham veren şeyin acı olduğu fikrinde… Ve kendisi gibi uygar insanların yaşamından daha farklı yaşamları canlandırmak, ona çok daha büyük bir haz veriyor.
Buradan da anlaşıldığı üzere mektuplar boyu açıkça dikkati çeken bir nokta daha var ki, Van Gogh insani değerlere büyük önem veriyor; sıklıkla ideal değer yargılarını sanatla iç içe ele alıyor.
Kitabın sonlarına doğru ünlü ressamın mektuplarının daha çok o aralar yaptığı tablolarındaki ayrıntılara yönelik olduğunu görüyoruz. Bu bölümler gerek siyah beyaz gerekse renkli fotoğraflarla sunulmuş.
Tablolarına dair ayrıntıları sunduğu satırlardan çoğu ise düşünülenin aksine resim sanatıyla ilgilenmeyen bir okur için bile ilgi çekici bir anlatıma sahip. Çünkü Van Gogh, fırçayla olduğu kadar gözlemciliğini yansıtan kelimelerle de resim çizmekte oldukça usta: “Balık çorbası yiyen bir Marsilyalı’nın neşesiyle resim yapmaktayım; büyük ayçiçekleri boyadığımı öğrenince şaşmazsın bu neşeme.’’
Aslında yaşamı boyunca ağır psikolojik sorunlarla boğuşmuş olan ve mektuplarında hâlâ para sıkıntısı çektiğini yer yer samimiyetle itiraf eden Van Gogh, kardeşine açıldığı bu satırlarda çok daha farklı bir yönünü ortaya koyuyor ve okuyucularına; coşkulu, ılımlı ve mütevazı bir Van Gogh Vincent’le tanışmak güzeldi, dedirtiyor…
Selva Trak Ulupınar – edebiyathaber.net (13 Nisan 2018)