Thomas Mann’da sanatın sorgulanması | Raşel Rakella Asal

Eylül 6, 2018

Thomas Mann’da sanatın sorgulanması | Raşel Rakella Asal

Nobel ödüllü Thomas Mann, 19. yüzyıldaki yazarlar gibi Nazi rejimine aktif bir şekilde karşı çıkan ve bu nedenle Alman vatandaşlığından çıkarılan bir yazardı.  Önce İsviçre’ye daha sonra ABD’ye göç etti.  Burjuvazinin yozlaşması çerçevesinde Buddenbrook Ailesi, Büyülü Dağ, Venedik’te Ölüm, Doktor Faustus gibi eserleri güncelliğinden bir şey kaybetmeden kuşaktan kuşağa okunur.

Yirmi beş yaşında yazdığı Buddenbrook Ailesi romanıyla edebiyat dünyasına damgasını vuran Thomas Mann bu başarıyı eserleri arasında en tanınmışı olan Venedik’te Ölüm ile devam ettirdi. Bu eserin bir özelliği de onun bir “künstlerroman” örneği olmasıdır. Künstlerroman (sanatçı romanı) bir sanatçının çocukluk yıllarından başlayarak büyümesini, yetişmesini, sanatçı olmaya karar verişini anlatır. Bu roman tarzında yazar, ana karakteri kendi ile özdeşleşir. Yarattığı karakteri kendi bunalımını yansıttığı bir sanatçı olarak kurgular. Kurgulanan bu sanatçı eserin sonunda mutlaka ölür. Böylece yazar kendi yeniden doğumunu gerçekleştirmiş, üretkenliğini yeniden kazanmış olur.

Venedik’te Ölüm sanatçı ve sanatın doğası hakkındadır. Romanın girişinde, gizli eşcinsel eğilimlere sahip Gustav von Aschenbach tutkularını hep bastırmış, bunları asla özel yaşamında veya sanatında ifade edememiştir. Aschenbach’ın yüzyılın bitimindeki Avrupa burjuva kültürü içinde yer alan “bastırılmış” kişinin temsilcisidir. Arzularını her zaman kontrol altında tutan ünlü yazar Aschenbach’ın karşısına Tadzio adındaki genç erkek çocuğunun çıkmasıyla tüm ahlaki değerleri sarsılır. Tadzio’nun cinsel güzelliğine kapılır; güzelliğin ve tutkunun kölesi haline gelir. Tamamen mantığın ve saf duyguların dışına sürüklenir. Arzunun kölesi olmak onun düşüşü olur. Sanatı da denetim altında tuttuğu bir  sanattan kontrolsüz bir sanata değişim geçirir. Yazar Aschenbach’ın ahlakı düşüşü ile Thomas Mann bizi hem insanın aşırılıklar tarafından ele geçirilmesinin tehlikelerine karşı uyarır hem de sanatın doğasını sorgular.

Bilinçaltının eşsiz gücü, bizi gitmeyi arzu edeceğimiz bir yere değil de kendi gideceği yere götürmesindendir.  Nasıl düşler denetim altına alınamazsa bir sanat yapıtının gelişiminin en doruk noktası da denetim altına alınamaz. Bir sanatçı yaratıcı gücü duydu mu, o güç “hipnotize edici ve büyüleyici olur.  Yaratıcı güç nereden gelmiştir, nereye gidecektir?  Peri masallarındaki ya da efsanelerdeki gibi büyülü bir anahtar esrarengiz bir dünyanın kilidini açmıştır.  Kişi bu dünyadan içeri girer mi? Ya kapı sallanıp kapansa?  Ya kişi, büyü ortadan kalana kadar içerdeki dünyada kalacaksa?  Tüm bu soruların cevabını ancak sanatçı kendisi verebilir.  Bu büyülü dünyada kalan sanatçı sanki kendisi değil de bir başkasıdır. Bu içindeki başka biri onunla konuşmak için diretir. Romanda Aschenbach’ın tutkusunun ve duygularının peşine takılıp gitmesi, işte böyle dizginlenemez ilkel bir duygudur. Bu duyguyu Joyce Carol Oates şu sözleriyle açıklar. “Bu duygu ilkeldir, hemen hemen insanlık dışıdır, zaman zaman da tüyler ürperticidir.”  Aschenbach bu ilkel olan, şeytani olan duyguyu yaşamak ister. Bu isteğinde gerçek sanatçı kimliği belirleyici olur.

Romanın ana karakteri Gustav von Aschenbach Thomas Mann gibi yazardır. Sanatçı sorunsalını irdeleyecek olan Mann kendini roman kahramanı ile örtüştürmek istemez.  Eserde bu kurguladığı karakterde onun yaşamından izler taşıdığı görülse de, yarattığı karakter ile bir mesafe oluşturmuştur. Yaratıcı bir ruhla donanmış olan Aschenbah’ı farklı yönleriyle okura tanıtılır. Onun yazar olarak toplum içindeki konumu örnekler verilerek okura aktarılır, böylece okur karakter hakkında ön bilgiler almaya başlar.

Bize Aschenbach şöyle tanıtılır:  Çelimsiz denebilecek gövdesine göre başı, biraz büyük görünür.  Tepe seyrekleşen, yanlarda gürleşip ağaran alabros taranmış saçları, adeta yara izleriyle kaplı, yüksek bir alnı vardır. Avurtları çökük ve çizgi çizgidir. Yaşlılığa merdiven dayamış bu adam gözlük camlarının gerisinden yorgun bakar dünyaya. Dış hayatı bakımından bir manastır yalnızlığı içindedir.  Fiziki açıdan zayıf yapılı bir insan olduğu ayrıntılı tasvirlerle okurun gözünde canlandırılır.

Ve hemen hikâyenin ilk sayfalarından onun sanatçı doğasının Bohemyalı bir orkestra şefinin kızı olan annesinden gelmiş olduğu vurgulanır. Görünüşündeki yabancı ırk özelliklerini annesinden almıştır.  Sanatçı kişiliğinden şöyle söz edilir: “Titiz, kuru bir görevine düşkünlükle karanlık, ateşli iç dürtülerin birleşmesinden bir sanatçı, bu sanatçı doğdu.”

Karakterimizi tanımaya devam ederiz.  Eserleri örnek ve değerli bulunduğu için dönemin okul kitaplarına alınmıştır.  O sıralarda eğitim örgütleri, okullar için yazdırılan okuma kitaplarına ondan seçme parçalar almışlardı. (s. 21)  Bir başka husus da Auschenbach’ın uluslararası bir üne sahip olmasıdır (s. 15). Genç yaşta ona gelen şöhretin onun üzerinde getirdiği baskı vardır. Sürekli hissettiği bu baskı onun tasasız gençlik düşüncelerinden hep uzak tutmuştur. Aschenbach’ın işine olan itaatkâr adanmışlığı, tabiatında var olan kırılgan sağlığına büyük zarar verir.  Sürekli hastalıklar ile uğraşmasına neden olur.

Bu ilk sayfalarda onun yaratma sorumluluğuyla çok yüklü ve eğlenceden yana gönülsüz olduğunu okuruz.  Avrupa’dan dışarı çıkmak şöyle dursun, hiçbir zaman böyle bir arzu bile duymamıştır. Kendisine yüklediği yaratma tutkusundan başka hiçbir şey ona keyif vermez. Auschenbach’ın tüm çabası edebi üretkenliğini canlı tutmaktır (s. 7). Yaratıcı gücünün azalması onda bir korku halini almıştır. Günlerini kışın kentte, yazları kaba saba kır evinde geçirir.

Arkadaşı yoktur.  Dağ evinde iki hizmetçisi ile yaşamaktadır.  İnsanlarla olan ilişkisi kendisinden daha alt sınıftaki insanlarla sınırlıdır.  Eserin bir diğer konusu da ölümdür.  Mann Aschenbach’ın yaşlılığa gidişini ve kırılgan olmasını ölümü çağrıştıran bir gönderme olarak kullanır.  Venedik’te bindiği gondolu bir tabuta benzetmesi de ölümü anımsatır (s. 30).

Bu tanıtımdan hemen sonra ona tezat oluşturacak davranışındaki dönüm noktası açıklanır. Bu derli toplu, plansız programsız hareket etmeyen ve her şeyi akla uygun bir çerçeve içinde yapan Aschenbach birden bire ani esen bir arzu ile dünyayı dolaşmak isteğine karşı koyamaz.  Uzaklara, yeniliklere karşı bir özlem duymaya başlar. Kurtulmaya, yüklerinden sıyrılmaya, unutmaya karşı bir tutku ile karşı karşıyadır. Kaçmak arzusu öyle ağır basar ki, onu bastıramaz.

İrade ve erdem sahibi yazarın hayatı bir bahar günü yorgunluğunu gidermek umuduyla çıktığı yürüyüş sırasında kuzey mezarlığında gördüğü bir yabancı sayesinde olur.  Bu yabancı onda yolculuk etme isteği uyandırır. Gezme arzu ile evine döner. Bastırmış olduğu bu arzu, onda bir tutkuya dönüşür – bunun üzerine yolculuğa çıkar.  Adriyatik denizindeki İstria kıyılarına kadar gider.  Bir süre sonra aradığı şeyin burada olmadığını anlar.  Asıl gitmek istediği yer Venedik’tir.  Bu yolculuğa yalnız çıkar.  Eşi genç yaşta ölmüştür. Tek kızı vardır; o da evlidir.

Yaşamının seyrini değiştiren olay otelde eşsiz güzellikte bir oğlanı görmesi ile başlar.  Hayret içinde baktığı bu oğlan ona tanrısal bir vakar taşıyan Grek dünyasının en soylu çağından kalma heykelleri hatırlatır (s. 40). Bu sahne onun ahlaki çöküşünün başlangıcı olur. Aschenbach büyük bir merakla çocuğun adını öğrenmeye çalışır.  Onun güzelliğe duyduğu sanatçı ruhu ile başlayan sevgisi, zamanla bu ilk amacından uzaklaşır. Bu sevgiyi özlemini duyduğu oğul sevgisi olarak da karşımıza çıkar. Bu yeni yetme oğlanın güzelliği karşısında büyülenmiştir. Onu mükemmel güzelliğin bir kopyası olarak görür.

İleri bölümlerde (s. 68) Tadzio’nun ona bir tebessümü, gülümserken yavaş yavaş açtığı dudakları, onun şirin oluşu ve samimiyeti hiç aklından çıkmaz.  Tadzio’yu tanımasıyla Aschenbach’ın duygularının ve tutkunun etkisiyle kendisini karşı kutbun uçurumunda bulur.  Achenbach ahlak dışına çıkmıştır. Artık hayran olduğu kişiye kendini beğendirmeye çalışacaktır. En azından fark ettirme gayreti ile süslenme, kuaföre gitme, gençleşme çabalarıyla yozlaşmaya, ahlak çizgisinden sapma çizgisine girmiş olur (s. 92).

Aschenbach dolaylı yollardan Venedik’te salgın bir hastalık olduğunu öğrense de Tadzio’dan ayrılmamak için buna aldırmadığı gibi, onun annesinden de bu gerçeği gizler.  Turistlerin kafileler halinde şehri terk etmelerine rağmen Venedik’ten ayrılmayı göze alamaz. Çünkü Tadzio’dan ayrılmak onun asıl kişiliğine dönüşü olacaktır.  Artık o eski kişiliğinden uzaklaşmış bir kimsedir.  “Tekrar kendini bulmaktan daha sıkıntılı bir şey olur mu?” (s. 87-88) Aschenbach artık o eski disiplinli, erdemli, ahlaklı ve nefsine hâkim kişi olmak istemez. Bu anda kendisinde meydana gelen ruhsal kutuplaşmanın farkındadır.

Aschenbach bilinçli bir şekilde ölüme meydan okumuş ve sonunda koleradan ölmüştür. Onun ölüm haberi onun bu serüveninden habersiz olan dünyada sarsıntı yaratır. Ona saygı ile bağlı olan okur kitlesi, onun ölüm haberiyle sarsılır (s. 99). O günahkâr olmadan ölmüştür. Ölümü onun kurtuluşu olmuştur.  Gizlice aşkı ve sevgiyi istediği halde ölümü daha çok arzulamıştır.  Çünkü bu geldiği noktada artık çıkışsızdır, eski kimliğine geri dönüş yolu ona kapanmıştır.  Zaten o da bunu arzulamamaktadır.

Aytaç Gürsel, bu duruma şöyle yorum getirir: “Bu estet trajedisi bir yerde Thomas Mann’ın hayatı boyunca benliğinde duyduğu burjuva-sanatçı karşıtlığının, iyi-güzel çatışmasının edebi yansımasıdır.  Sanat tutkusunun kendisini sürükleyeceğinden endişe duyduğu trajik sonu, Aschenbach’ın kaderinde dile getirerek bir çeşit arınma sağlamıştır.” (s. 335)

Mann dogmacıların değil şüphecilerin yazarıdır.  Aschenbach’ı yazar olarak yücelttiği gibi onun eksik taraflarını da eleştirir: “Geniş burjuva tabakaları edebiyatta canlı ve zihni yormayan bir realizmden hoşlanır; fakat görüşlerinde tutku derecesinde hoşgörüsüz gençliği ancak problemli şeyler çeker:  Aschenbach herhangi bir delikanlı gibi problemi ve hoşgörüsüz olmuştu.  Zekâya kulluk, bilgiyi sömürme, yedek ekimliği sarf, sırları feda, dehadan kuşku ve sanata ihanet etmişti;  hatta eserleri, onlardan inanarak zevk alanları şevke getirir, coşturur ve hoşlandırırken o genç sanatçı, yirmi yaşındakileri bizzat sanatın ve sanatçılığın kuşkulu içyüzü hakkındaki cynisme’leriyle ağzı açık bırakmıştı.” (s. 19)

Thomas Mann’ın bu eleştirisi kendine yönelttiği bir öz-eleştiri olarak yorumlanabilir.  Ana karakteri Aschenbach’ın geçirdiği ruhi çöküntünün asıl sebebi, daha önce yaşamadığı duygularının ortaya çıkmasıdır. Aschenbach’ın kendisinde meydana gelen bu zıt kutba yönelmesinin farkındadır; ama önceki hayat felsefesine dönme arzusunda değildir.  Yaşamında gizli kalmış duyguların gerçek kişiliğine baskın çıkması olarak değerlendirir kendindeki değişimi.  Bu değişim onu bilerek ölüme korkusuzca gitme cesaretini vermiştir.

Böyle durumlarda bir yazarın tıpkı Aschenbach gibi, sanatsal kişiliğini sapmaya uğradığı ve ruhi bunalıma düştüğü durumlar görülebilir. Bu değişim Aschenbach’ta düşünü kurup kurguladığı ve yaşayamadığı duygularını eserlerinde yaratması, gerçek hayatında bu duygularını bastırmasından kaynaklanır. Bu yaratım süreci içinde duyguları ve ahlaki kalıplar arasında bocalaması onu böyle bir bunalımın eşiğine getirmiştir.

Venedik’in romandaki anlamı ve önemi

Venedik en az üç farklı seviyede önemli bir semboldür. İlki; coğrafi olarak Asya ve Avrupa’nın tam ortasında yer almasıyla şehvet ve egzotizmi algılandığı doğunun dünyası ile ölçülü ve medeni Avrupa’nın harmanlandığı bir yerdir. Bu yönüyle Venedik sembolik olarak, Aschenbach’ın soğukkanlılığını kaybettiği, şehvet ve tutkularını ortaya döktüğü yer olmaya uygun bir mekândır. İkincisi, Venedik batan şehir olarak bilinir. Hikâyenin Venedik’te geçmesi ile Mann şunu ortaya koyar. Başta Aschenbach Venedik gibi, saf ve erdemlidir. Venedik’in her yıl batması gibi, Aschenbach da yavaş yavaş ahlaki çöküşe sürüklenir. Üçüncüsü, Venedik yanılsamaların şehridir: Şehir doğaya terk edilecek, sadece su olacaktır. Venedik’in bir diğer ve çok önemli özelliği de her sene kutlanan maskelerin ve kostümlerin giyildiği karnavalı ile ünlü olmasıdır. Bu yönüyle Venedik hem sanatın dürüst olmayan tarafını temsil eder, hem de sanatçının kendi sanatına ortaya koymasına rehberlik eder

Mitolojide de durgun ve ölçülü gücü simgeleyen tanrı Apollon’un karşısında kural dışılığın göstergesi tanrı Dionysos’tur. Apollon erkeklerin en güzelidir. Tek aracı bedeninin güzelliğidir. Dionysos ise karanlığın yüreğinden doğmuştur. Karanlık, gizi ve ışığıdır onun. İçinde kendini akıttığı bir kazandır. Öfkesini denetim altına almadan dans eder. Sarhoş olur. Işıktan zırhına bürünmüş güneş tanrısı Apollon ile günü paylaşırlar. Gün tanrısı gecelerin bekçiliğini melankolik oğlu Dionysos’a armağan etmiştir. Öyküsünün yüreğine, saklı gizlerine ancak gecenin karanlığında dokunabilir. Gece Dionysos’un çılgınlığıdır. Gece umudu, sonsuz sevinci, aşkıdır onun. Gece onu koruyan, onu zapt eden zırhıdır. Rol yapmak için değil, rolden kaçmak için çabalar. Ama yapamayacağı bir şeydir bu. Acınası yenilgisinde, büyük zaferi yatar. Dünyanın terk ettiği Dionysos yalnızdır, çünkü ayıplıdır. Savunmasızdır. Tek başına ölmek üzere doğmuştur. Umarsızlığı içinde görkemlidir. Kendini kaybedecek kadar sarhoştur. Nüfuz edilemeyen bir kozanın içinde deliliği, umudu, sınırsız sevinci, aşkları, sırları hapsolmuştur. Ve o sanatını yaratırken dünyaya ve insanlara açılan kapıları kapatır. Kapatır ki şekiller, renkler, düşler, imgeler, düşünceler sanatın kapalı evreninde özgürce uçabilsin. Her yapıtı sonsuzluğa ulanan bir yeniliktir. Ve işte, o sonsuzlukta sanatın gizini keşfeder. Tarifsiz, akla sığmaz, onu dünyadan soyutlayan, dile getirilemez bir deneyim olan sanatı keşfedişidir bu. Ama öğrendiği bu gizi kimseyle paylaşamayacağını, hiç kimseye anlatamayacağının da bilincindedir. Bildiği sınırların ötesine dek peşinden gider. Ve o günden sonra içindeki Dionysos’u sevmeyi öğrenir.  Kabına sığamayışı, yaşamın o ayrıcalıklı anları coşkun okyanus dalgaları gibi şahlanır. Girdiği o dünyadan uyandığında artık bu dünyaya ait olmayacaktır. Garip bir dumanın, kesik kesik, peşini bırakmayan baş döndürücü bir müziğin içine salar kendini. Sanat artık sonsuz ve soluksuzdur.

Hikâyenin başında Aschenbach cinsel eğilimini açıkça ortaya koyar. Freud’un ön gördüğü gibi, bastırma sadece dürtülerinin farklı bir şekilde, rüyaları aracılığı ile ortaya çıkmaya başlar. Aschenbach gündüz düşleri görür. Bu düşler güçlü erotik göndermeler içerir. Düşleri zihninin ona özgürce oyun oynamasıdır. Düşler bilinçaltında doğrudan bir hedefi gütmeden, kendiliğinden oluşan bir imgeler dizisidir. Düşlerimiz kendi duygularımızı daha derinlemesine anlamamızı sağlar. Yeteneklerimiz içinde en insana özgü ve insani olan düş kurma gücümüzdür. Çünkü düşler gerçektir. Olgulara dayanmaz, ama hakikidir.  Hepimiz biliriz bunu.  Fantezilerimizdeki hakikat, yaşamaya mecbur edildiğimiz ve kabullendiğimiz hayatın sahteliğine, kofluğuna, gereksizliğine, sıradanlığına karşı bir meydan okumadır.  Hatta tehdit olarak algılarız onları.  Düşlerimizden ejderhalardan korkar gibi korkarız, çünkü bize bizim hakkımızda derin bilgiler yansıtırlar.

Thomas Mann bize sanat hakkında bir şey söylemektedir. Joyce Carol Oates’un da “Bir yazarın İnancı”nda söylediği gibi, eğer sanatçı olmak istiyorsanız, oraya etiniz kemiğinizle, katı, mükemmel olmayan, hantal, nasırlı, nezle olan, hırsları ve tutkuları olan gövdenizle girmek zorundasınız. Aydınlığa kavuşmak için karanlığa girmeyi göze almalısınız.

Kaynakça

Ekopolitik.org. Edebi edebiyat:  Bir Thomas Mann incelemesi, Mayıs 2011

Hüseyin Arak, Thomas Mann’ın Venedik’te Ölüm başlıklı eserinde sanatçı imajı, http://egitim.erciyes.edu.tr/

Thomas Mann, Venedik’te Ölüm, Çev. Behçet Necatigil, Adam Yayınları, Mayıs 2002 

Aytaç Gürsel, Edebiyat Yazıları, Gündoğan yayınları, l990

Joyce Carol Oates, Bir yazarın İnancı, Kavis Bumerang, Ocak 2011

Raşel Rakella Asal – edebiyathaber.net (6 Eylül 2018)

Yorum yapın