Avustralya’nın “Yaşayan Hazine”si Tim Winton ilk defa Türkçede. Dönüş adlı öykü kitabı Yüz Kitap tarafından Türkçeye kazandırılan yazar, çevre eylemcisi Avustralyalı Winton’ın roman, öykü ve oyun türlerinde yayımlanmış yirmi beş kitabı var. Avustralya’da pek çok ödül kazanan ve iki kez Man Booker adayı olan Winton ayrıca Avustralya hükümeti tarafından da ülkenin en değerli yüz insanından biri olarak “yaşayan hazine” seçildi. Dönüş önce 2008’de tiyatroya, sonra da 2013’te sinemaya uyarlandı. Film 2014 yılında Avustralya Sinema ve Televizyon Sanatları Akademisi tarafından 7 dalda ödüle aday gösterildi. Dönüş Yüz Kitap etiketiyle Ağustos başında raflardaki yerini aldı. Tim Winton’la internet üzerinden gerçekleştirilen bir röportajı aşağıda sunuyoruz.
Yazdıklarınız içinde en çok neyi beğeniyorsunuz?
Kendi yazdıklarım hakkında herhangi bir şey hissetmiyorum açıkçası. Ama yazabildiğim için keyif duyuyorum. Edebiyat esrarlı bir şey, zihnimden bir şeyleri neden çekip çıkarabildiğimi ve onlara kağıt üstünde hayat verebildiğimi ben de tam anlamıyorum, ama bunu yaptığım için memnunum. En azından iyi yazdığım günlerde memnunum. Bunun küçük bir lütuf olduğunu biliyorum ama yine de bir lütuf olduğunu düşünüyorum. Yürüyebildiğim için de benzer hislere sahibim.
Sıradan bir gününüz nasıl geçiyor? Gününüzü yazmak eylemi etrafında mı organize ediyorsunuz yoksa herhangi bir programa ihtiyaç duymuyor musunuz?
Bunu ilk gençliğimden beri her gün yapıyorum, o yüzden bir programlamadan ziyade alışkanlık. Bir tiryakinin disiplini var bende, yani disiplin bana uyumlanıyor, ben ona değil. Erken kalkıyorum ve günümün gidişatını hava durumu belirliyor. Teknede veya sörf yaparak çok zaman geçiriyorum. Bu fiziksel uğraşlar bir ömür devam edecek sanırım. Yine, alışkanlıklar ve tiryakilikler meselesi. Yani, denizin güzelliği çalışmayı imkansız hale getirdiğinde kendimi bütünüyle denizin zevklerine teslim ediyorum; ıslanıyorum, bitkin düşüyorum, sonra da günden geriye ne kalırsa artık çalışarak değerlendiriyorum (ya da en azından kitap okuyorum). Zaten geçimimi sağlamama izin verecek sıklıkta kötü hava oluyor. O zamanlar, yani hava beni evde kalmaya zorladığında, 6-8 saat çalışıyorum ve sonrasında kendimi görevimi yapmış hissediyorum. Ne yazık ki, çalışmanın zevki eğlencenin zevklerinden çok daha kısa sürüyor – 10 yaşındaki her çocuk bilir bunu.
Hiç yazmanın imkansız olduğu bir zaman oldu mu? Zihninizde yazacak hiç bir şey bulamadığınız bir zaman?
Hayır, her zaman yazacak bir şeyler olur. Sorun onu yakalayabilmek, kağıda dökebilmek ve işe yarayacak bir hale getirmek. Ama evet, benim de herkes gibi takılıp kaldığım zamanlar oluyor, böyle bir şey olduğunda başka bir projeye geçiş yapıyorum. Eskiden bu amaçla üç masam olurdu, her birinin üstünde de farklı bir çalışmam. Tekerlekli ofis sandalyesi harika bir icat! Yazamadığım uzun bir zaman aralığı ise hiç olmadı. Yazmadığım dönemler oldu, ama bunlar kendi seçimimdi.
Yazmanıza yardımcı olan herhangi bir alışkanlığınız var mı?
Hayır, masama giderim ve bana eşlik edecek bir fikrin boy göstereceğini umarım. Şu son 35 yıldır öğrendiğim bir şey varsa o da sabrın değeridir: Sinirleriniz sağlam olmalı. Yazmak uzun süren bir maçtır, özellikle de söz konusu romansa. Süreklilik, sebat ve sabır. Ve belki biraz da hüner.
Yazmaya başladığınız zaman bunun bir roman ya da öykü olacağını biliyor musunuz?
Hayır, her zaman değil. Her yazının kendi yolculuğu vardır, harita almadan çıktığım bir yolculuk. Birçok öykü romana dönüşür sonunda. Bazı romanlar da içlerinden öykülerin kazınıp çıkartılmasına ihtiyaç duyar, sanki işe yaramaz bir moloz yığınından canlı bedenleri çekip çıkartıyormuşsunuz gibi. Bu iş insanın geçimini sağlaması için pek akıl kârı bir iş değil, ama benim işim de bu .
Yazmaya başladığınızda aklınızda ne olur, ilk cümle, son cümle, ana tema veya birinci mi yoksa üçüncü mü şahıs kullanacağınız mı?
İlk önce hikayenin geçtiği yer olur, bununla da çevreyi, geniş bir peyzajı kastediyorum. Karakterler bu peyzajdan doğar, mekanın kendine has özelliklerinden beslenir. Bazen zihnimde bir imge ya da bir sahne veya bir olay olur, ama nasıl başlayacağım neredeyse her zaman mekan tarafından belirlenir. İlk cümleler kabus gibidir. Ayrıca, hiç tema odaklı düşünmem. Tema okullu bir kelime gibi gelir bana, sanata ait değildir bence aslında; daha çok sanat hakkında konuşanlar kullanır, sanatı yapanlar değil.
Öykünün durumu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Öykü, sonunun geldiği yolundaki her türlü öngörüye karşın yaşıyor ve varlığını sürdürüyor. Bu kadar haşin ve mütevazı bir edebiyat türü hiç bir zaman romanın parlaklığına/şaşaasına sahip olmayacak, ama dört dakikalık bir şarkı gibi o büyük senfoni hafızada silikleştikten çok sonra bile akılda ve bedende yaşamaya devam eder. Bazen edebiyattaki en kullanışlı tür diye düşünüyorum; sınırları kolayca ve kurnazca geçiyor ve okuru yabancı bir dünyaya hızla ve ustalıkla sokuyor. Çok az roman beni Çehov, Flannery O’Connor, Borges, Juan Rulfo ve benzerlerinin önüme serdiği yabancı dünyalara ve yaşamlara sokmuştur. Öykü ayağına çabuktur. O yüzden serpildiğini görmekten memnunum.
Okurlarınız için ne diyeceksiniz? Yazdığınız zaman zihninizde belirli özelliklere sahip bir okur var mı?
Yazarken düşündüğüm belirli bir okur tipi yok. Sanırım lise mezunu ve normal zekalı, kitapları zevk için ve meraktan okuyanlar için yazıyorum. İnsanların benim kitabımı okumaya muhtaç olduklarını sanma hatasına düşmemeye çalışıyorum. Kitabı bulduklarına ve kendilerini kaptırdıklarına mutlu oluyorum – bir kitabın okur tarafından bulunmasında mucizevi bir yan var, sizce de öyle değil mi? Çalışmalarımın sadece edebiyat meraklıları değil, sıradan insanlar tarafından da okunuyor olması hoşuma gidiyor. Edebi bir “kulüp” için yazıyor olma ihtimali benim moralimi bozuyor biraz. Kültür rahatı yerinde olanı rahatlatmaktan ibaret değildir.
Niye kurgu şehrinize Angelus adını verdiniz, dini bir çağrışım var mı bu adda?
Bu çağrışım tuhaf bir rastlantı. Katolik geleneğinde Angelus duası ayine çağrıdır. Ama öykülerimdeki kasaba dindar bir yer değil. Angelus hakkında yazmaya yirmi küsur yıl önce başladım, bir sürü öykü ve romanımda yer alıyor; ama adın özel bir anlamı pek yok. Angelus kasabası, benim 1970’lerde okula gittiğim Albany isimli yerin kurgusallaştırılmış bir versiyonu. İlk başta ismi sırf korkaklıktan ötürü ve kendimi gazetecivâri dürtülerden sakınmak için değiştirdim. Artık yerleşti kaldı.
Kitabın ilk öyküsü neden “Koca Dünya”; iç içe geçmiş öykülerden oluşan bu kitapta, bu öykünün kahramanıyla daha sonraki öykülerde niye hiç karşılaşmıyoruz?
İyi soru! İkna edici bir cevabım yok ne yazık ki, yalnızca bu öykünün, kitabın dünyasını, kasabanın dinamiklerini ve insanlarını okura tanıştırdığını söyleyebilirim. O kıstırılmışlığı, kapalılığı ve önemsizliği. Ve anlatıcının tekrar görülmemesine gelince, bütün bu yüzleri ve sesleri tesadüfi bir şekilde görüp karşılaşmaktan hoşlanıyorum; bazıları tanıdık hale gelecek, bazıları bir daha karşımıza çıkmayacak. Sanki herhangi bir caddeden aşağı yürüyormuşuz gibi. Ve itiraf edeyim, ilk karşılaştığımız kişilerin sonradan olacaklarda önemli bir rol oynayacakları yolundaki standart beklentiye karşı çıkmak hoşuma gidiyor. Yaşadıkları türden hayatlar kitabın dünyası için önemli ve merkezi, ama kişilerin kendileri ikinci planda kalıyorlar.
edebiyathaber.net (17 Ağustos 2017)