Tobias Wolff’un hikayeleri nerede başlıyor? | Gülçin Akçay 

Aralık 19, 2023

Tobias Wolff’un hikayeleri nerede başlıyor? | Gülçin Akçay 

Amerika’nın yaşayan en önemli yazarlarından Tobias Wolff’un Hikayemiz Burada Başlıyor (Our Story Begins) adlı öykü seçkisi Seda Ateş çevirisiyle Yüz Yayınları tarafından yayımlandı.  İlk bölümde yazarın en eskisi otuz yıllık olan geçmiş dönem öykülerinden seçtikleri, ikinci bölümde son dönem öyküleri yer alıyor. Wolff, kitaba yazdığı önsözde eski öykülerini gözden geçirerek gerekli gördüğü durumlarda düzenlemeler yapmaktan kaçınmadığını, öykülerini kutsal metinler olarak görmediğini, canlılıkları sürdüğü müddetçe onlara en iyi şekilde hayat verme hevesinin sürdüğünü söylüyor. 

Wolff okurken aklınıza öykünün pirlerinden Raymond Carver’ın gelmesi olası. Zaten Carver ‘Yazmak Üzerine’ adlı kitabının bir yerinde Wolff’la yakın arkadaş olduklarını belirtiyor. Ernest Hemingway, J. D. Salinger, Raymond Carver gibi yıldız yazarların öykülerine aşina olan tecrübeli bir okur, ilk başta dümdüz görünen hikâyenin ikinci okumada nasıl açıldığını, küçücük (gibi görünen) öğelerin nasıl en baştan planlanıp incelikle detaylandırıldığını, tesadüfi (gibi görünen) detayların kurguyu nasıl sağlamlaştırdığını bilir. Tobias Wolff’unkiler de okurundan pasif değil aktif bir okuma talep ediyorlar. Kendisiyle yapılan bir röportajda Wolff okuru ‘yazarın aslında ne söylemeye çalıştığını merak ederek’ okumakla görevlendiriyor. Gerçekten, Hikayemiz Burada Başlıyor’da yer alan her bir öykü üzerinde uzun uzun konuşulmayı hak ediyor. Yazarın serinkanlı anlatım diline karşın büyük sorular soran, ‘adalet’, ‘iyilik’, ‘cesaret’ gibi kavramlar üzerine kuvvetli düşünceler üreten öyküler bunlar. 

Kitabın ilk öyküsü Kuzey Amerikalı Kurbanların Bahçesinde’nin ana karakteri Mary, Brandon Koleji’nde tarih öğretmenidir. Daha ilk cümleden karaktere dair önemli bir ipucu verilir: Yıllar önce haksız yere işten kovulan bir meslektaşına destek olmamış, protesto dilekçesini imzalamamıştır. Tedbiri elden hiç bırakmaz, her ne olursa olsun kendini korur, risk almaz. Vereceği derslere önceden hazırlanır, itibarlı yazarların garantili cümlelerini kullanır. Ne meslek hayatında ne de özel hayatında kendi fikirlerini söylemeye cesareti vardır: 

“Fikirlerini kendine saklardı, zaman geçtikçe bu fikirleri ifade edebileceği kelimeler birer birer silikleşse de tamamen kaybolmadılar ama havada uzaklaşan kuşlar misali ufuktaki ürkek noktalara dönüştüler.” (Koyu vurgu bana ait)

Bovlinge bile sevdiği için başlamaz, başladıktan sonra sever. Dışarıdaki dünyaya sunduğu kendi kişiliği değil bir kitap kapağı ya da kartonettir adeta. Kimse onu sıkıcı bulmasın diye de plaklardan, kitaplardan espriler ezberleyip anlatır. Yıllar geçtikçe çabası sonuç verir. Kendini kurumsal bir şeye dönüştürür, tıpkı bir gelenek ya da bir maskot gibi okulun özalgısının bir parçası olur. (s. 14)

Göze batmamaya gayret edilen böylesine korunaklı bir yaşamda bile kişi değişimden kaçamaz. Geri kalan her şey sabit kalsa da zaman durmaz çünkü. Yıpranma bedenden başlar. Beden, karakterin takıntılı yanlarıyla paralel şekilde yıpranacak, eskiyecektir.  Mary’ye olan da budur, işitme sorunu yaşamaya başlar. Wolff neden başka bir şeyi, örneğin gözlerini, diz kapaklarını değil de işitme duyusunu alır Mary’nin elinden? Hiçbir şeyin tesadüfi olmadığı öykü dünyasında böyle ilginç bir detayın da sebebi vardır elbette: 

“Ara sıra, acaba fazla mı temkinliyim diye düşünürdü. Söyledikleri, yazdıkları yavan gelirdi ona, sanki biri suyunu sıkmış da posasını bırakmıştı. Bir keresinde, kendisinden daha genç bir öğretmenle konuşurken penceredeki yansımasını gördü: Adama doğru eğilmiş ve bir kulağını adamın hareket eden ağzına denk gelecek şekilde yana çevirmişti. Bu görüntüden iğrendi. Yıllar sonra işitme cihazı takmak zorunda kaldığında, herkesin her söylediğini duymaya çalıştığı için sağırlaşmış olabileceğini düşündü Mary.(Koyu vurgu bana ait)

On beş yılın ardından bir gün Brandon Koleji iflas eder. İflas sebebi Mary’nin statükocu karakterine tezat oluşturacak şekilde ironiktir: Mali işler müdürü okulun bütçesiyle borsada spekülasyon yapmış, bütün parayı batırmıştır. İşsiz kalan Mary başvurduğu okulların hiçbirinden kabul edilmez. Sadece Oregon’da birçok şeyin eksik olduğu yeni açılmış bir okuldan teklif alır, mecburen çalışmaya başlar. Yağmurun aralıksız yağdığı bir bölgedir. Mary çürümeyi derinden hisseder: 

“Mary’nin bodrumunda su vardı. Duvarları rutubetliydi, ayrıca buzdolabının arkasında mantar oluştuğunu fark etmişti. Mary paslanıp çürüdüğünü hissediyordu; tıpkı o civardaki insanların ön bahçelerinde duran, tahta parçalarıyla desteklenmiş eski arabalar gibi. Mary herkesin ölmekte olduğunu biliyordu ama kendisi diğerlerinden daha hızlı ölüyordu sanki.” Ön bahçelerde çürüyen eski arabalar, ‘araba olarak’ işlevlerini yerine getirmezler belki ama ‘metafor olarak’ oldukça işlevseldirler zira kendini gerçekleştirmeyi reddeden Mary’yi yankılarlar. Nitelikli öykünün tam da bu yüzden en az iki kez okunması gerekir: Birinci okumada masal dinleyen çocuk gibi uslu uslu yazarın yönlendirmelerine teslim olur, ikincideyse tam olarak nerelerde manipüle edildiğimizin izini süreriz. 

Bir gün eski okulu Brandon’da beraber çalıştığı Louis’den bir mektup alır. Mary’yi boşalan bir öğretmen kadrosu için New York yakınlarındaki okuluna davet etmektedir. Mektup Mary’yi şaşırtır çünkü Louis büyük bir tarihçi olduğunu düşünen, kendine dönük, başkalarının derdiyle ya da fikirleriyle zerre kadar ilgilenmeyen bir kadındır; Mary’nin tam tersi. Mary okula gitmek üzere uçağa atlar. Burada yine öykünün önemli noktalarından biri çıkar karşımıza. Önü arkası olmayan, başlangıçta havada bırakılmış görünen, ancak finalde yerine oturtabileceğimiz bir detay verilir: Mary okulun bulunduğu bölge hakkında bir şeyler okur. Sanki o bölgeyi ve tarihini zaten biliyordur. Mary kendini evine gidiyormuş gibi hisseder. “Deja vu gibi,”der Louis’e. (s.16)

İlk karşılaşmada Mary Louis’in zayıflamış, gergin yüzünü okuduğu tarih kitaplarındaki Irokua yerlilerinin yüzlerine benzetir. Onlar da oruç tutarak kendilerini sanrılara kaptırıyorlardır. Yine de Louis nasıl göründüğünü sorduğunda fikrini kendine saklar. Kadının talep ettiği övgüyü tereddütsüz sunar. “Harika görünüyorsun,” diye cevaplar onu. (s. 16) 

Louis Mary’ye özel hayatındaki sorunları histerik bir şekilde anlatıp durur. Evli olmasına rağmen bir sevgili edinmiştir, çocuğuyla ve kocasıyla arası kötüdür vs. Sanki Mary orada değilmiş de kendi kendine konuşuyor gibidir. Mary Louis’in yasak ilişkisini içten içe onaylamasa da karşısındakinin duymak isteyeceği türden bir şey söyler: “’Evlilik müthiş bir kurum,” der, “ama kim bir kurumda yaşamak ister ki?” (s. 17) 

Mary ertesi gün mülakata girmek ve kurul karşısında ders anlatmak zorunda olduğunu yolda öğrenir. Louis ona bu ‘küçük’ detayı söylemeyi de unutmuştur. Mary panikler, doğaçlama ders anlatması söz konusu değildir çünkü öğretmenlik hayatı boyunca derslerine önceden hazırlanmış, elinde hazır notlar olmadan asla sınıfa girmemiştir. Louis ona kendisinin yazdığı ama beğenmeyip yayımlatmadığı eski bir makaleyi okumasını, yani düpedüz intihal yapmasını teklif eder. Kısa bir tereddüdün ardından bu teklifi de mecburen kabul eder Mary. Gece boyunca arkadaşının ertesi gün mülakata gireceğini, uyuması gerektiğini umursamayan Louis, hayatındaki sorunları anlatmaya devam eder. Konuşmasının sadece bir anında durup Mary hakkında ne düşündüğünü söyleyecek olur ama bu sefer de Mary tedirgin olup susturur onu.  

Buna benzer detaylarla Mary’nin hep başkalarının suyuna giden karakteri ince ince örülür. Uyuntu halleri kronikleşmiştir artık, öykü ilerledikçe sinir bozucu şekilde komik, tuhaf bir gerilim yaratılır. Bu kadar gerilen bir yay elbet bir noktada kopacaktır.   

Seçici kurulun karşısına çıkan Mary profesörlerin tavrından bir şekilde anlar ki Mary’yi işe almaya niyetleri yoktur. Boşalan kadroyu kimin dolduracağı önceden bellidir. Üniversitenin her kadro için en az bir kadın adayla görüşülmesi kuralı gereği yani formalite icabı çağrılmış, onca yolu bir hiç uğruna gelmiş, boşu boşuna yeni iş için heveslenmiştir. 

Böylesine sinir bozucu bir durum karşısında nihayet beklenen patlama gelir. Ders konusuyla ilgisi olmayan tarihi bir olayı anlatmaya koyulur. Konu bir zamanlar tam da içinde bulundukları okulun arazisi üzerinde yaşamış olan Irokua yerlileri hakkındadır. Irokualar merhametsiz, vahşi yerlilerdir. Çoluk çocuk demeden kurbanlarını işkenceyle öldürürler. 

“Akınlardan birinde, dedi Mary, iki Cizvit rahibini, Jean de Brébeuf ve Gabriel Lalement’ı esir aldılar. Lalement’ı ziftle kaplayıp Brébeuf’ün gözlerinin önünde ateşe verdiler. Brébeuf onları azarlamaya kalkışınca, adamın dudaklarını kesip boğazına kızgın demir soktular. Boynuna çivili tasma takıp kafasından aşağı kaynar su döktüler. Adam onlara vaaz vermeye devam edince, vücudundan kestikleri et parçalarını adamın gözlerinin içine baka baka yediler. Adam henüz hayattayken kafa derisini yüzdüler, göğsünü kesip kanını içtiler. Sonra şefleri Brébeuf’ün kalbini söktü ve yedi, ama bunun hemen öncesinde Brébeuf onlarla son kez konuştu. Dedi ki…”

Her ne yaşarsa yaşasın sesini çıkarmayan yok-insan Mary, dudakları kesilse, boğazına kızgın demir sokulsa, çivili tasmalar takılsa, kaynar sular dökülse, vücudundan kesilen parçalar gözlerinin önünde yense de söyleyeceğini söyleyen şehit Brébeuf’ün (öykünün orijinal ismindeki ‘martyr’, ‘kurban’ın yanı sıra ‘şehit’ anlamına da geliyor) hikayesini anlatır. Geri dönüp baktığımızda uçaktayken bölgeyi ve tarihini zaten biliyormuş gibi hissetmesinin, ‘deja vu’ ifadesinin, Louis’in Irokua yerlilerine benzeyen zayıf gergin yüzünün, acımasız bir kurul karşısında ‘kurban edilen’ Mary’nin hikayesine öylesine birer ayrıntı olarak konmadığının ayırdına varırız. 

Kurul üyeleri dehşete düşmüştür, içlerinden bir profesör ayağa fırlayıp “Yeter!” diye bağırır. Mary de anlatacaklarının sonuna gelmiştir zaten, Brébeuf’ün ölmeden önceki son sözlerinin ne olduğunu o da bilmiyordur. Brebeuf’ün söylediklerini bilmediği için Mary’nin söyleyecekleri de bitmiştir. Ama tam o anda olağanüstü güzellikte bir şey yapar Wolff:  

“Tam teslim olup sessizlikte kaybolacağını düşündüğü sırada, koridorda birinin ıslık çaldığını duydu. Notaları bir kuş gibi titretiyordu, kuşların birçoğunun yaptığı gibi.”  (Koyu vurgu bana ait) 

Mary’nin ‘havada uzaklaşan kuşlar misali ufuktaki ürkek notalara dönüşen fikirleri’ geri gelmiştir. Öykünün başında sadece hoş bir metafor gibi görünen kuşlar, müthiş yaratıcı bir zekayla tekrar karşımıza çıkar. İyi öykünün neden en az iki kez okunması gerektiğinin daha iyi bir kanıtı olabilir mi bilmiyorum. 

Konuşma, şehidin son sözlerinin yerini alan ama artık tamamen Mary’ye ait olan bir vaaza dönüşür:  

“Yaşamlarınızı ıslah edin, dedi Mary. Yüreğinizdeki gurura ve silahlarınızın gücüne aldandınız. Kartal gibi yükselsen de, yuvanı yıldızlar arasına kursan da, seni oradan indireceğim, diyor Rab. Gücü bırakın, sevgiye dönün. Nazik olun. Adaletli davranın. Tevazu ile hareket edin.

Louis kollarını sallayarak, “Mary!,” diye bağırdı.

 Fakat Mary’nin söyleyeceği çok şey vardı, çok daha fazlası. O da Louis’e el salladı, sonra da işitme cihazını kapattı böylece dikkati tekrar dağılmayacaktı.”

Karakter, kederli olduğu kadar komik hayat yolculuğunda nihayet kendini göstereceği yol ayrımına gelmiştir. İşitme cihazını kapatır ki artık başkalarının sesi dikkatini dağıtmasın. Yaşamında ilk kez gerçekten, kendi sesiyle konuşur. Ve hikâye tam da burada, bu mecburi yol ayrımında, kişinin olan bitene karşı elle tutulur bir tepki verdiği, seçim yaptığı anda başlar. Sahip olduğumuz biricik yaşamın hikâyesi neye maruz kaldığımız değil, bizim karşılık olarak ne yaptığımızdır. Wolff’un karakterleri sayfayı ortadan ikiye bölen kalın bir çizginin iki yanında yer alırlar: Başlarına ne gelirse gelsin ayağa kalkıp bir şeyler yapanlar ve yapmayanlar. Risk alanlar ve almayanlar. Dayak yerken cenin pozisyonunda kıvrılıp yatanlar ve sonunda dayak yiyeceğini bilse de ayağa kalkıp düşmana hiç değilse bir kez yumruk savuranlar. 

Tobias Wolff öykülerinde kullandığı temalarla paralel bir hayat yaşamış. This Boy’s Life (Bu Çocuğun Hayatı) adındaki anı kitabı henüz Türkçeye çevrilmemiş olsa da kitapla aynı ismi taşıyan, başrollerinde Robert De Niro, Leonardo DiCaprio, Ellen Barkin’in oynadığı filmden yazarın yaşam öyküsünü öğreniyoruz. 

Wolff daha küçük bir çocukken annesiyle babası ayrılıyor, baba Tobias’ı değil erkek kardeşini seçiyor, kendisi anneye kalıyor. Anne oldukça mücadeleci bir kadın aslında, para kazanmak için sekreterlikten Utah’ta uranyum aramaya kadar birçok iş deniyor. Meteliğe kurşun atsalar da samimi, sıcak bir ana oğul ilişkileri var. Zorluklara rağmen sırt sırta hayat mücadelesi veriyorlar, yoksul ama özgürler. (Kitaptaki Yalaz adlı öyküde, o pansiyondan bu pansiyona savrulan beş parasız anneyle oğlu anlatılır.) Bir yerde Wolff’un annesi mücadeleyi bırakıyor. Kendisine ilgi gösteren taşralı bir adamla, Dwight Hansen’le evleniyor. (Öteki Henry öyküsünde, oğul Henry’nin bütün itirazlarına rağmen anne ikinci kez evlenir.) Wolff’la annesi, üvey baba Dwight’ın kendi çocuklarıyla beraber yaşadığı küçük bir taşra kasabası olan Concrete’teki eve taşınıyorlar. Evlenmeden önce cahil ama kibar görünen üvey baba Dwight evlendikten sonra baskıcı, şiddet eğilimli bir adama dönüşüyor. Wolff’un hayatı üvey babası yüzünden cehenneme dönüyor. Anne ise olanları görmesine rağmen tepkisiz kalıyor, dişini sıkmasını söylüyor oğluna. (Mevzubahis Gecede öyküsünde oğlunu kocasının dayaklarından korumak için kılını kıpırdatmayan, tersine dayak sırasında gözlerini sıkıca yuman bir anne vardır.) Yıllar bu şekilde, zalim üvey babayla tepkisiz annenin arasında geçiyor. Tobias Wolff’un, öykülerin çoğunda karakterlerini haksızlığa direnmeye, cesur olmaya zorlamasının altında çocukluk ve ilk gençlik yıllarında yaşadıklarının etkisi olsa gerek. Gerçekten de onun öykülerinde insan iradesi sürekli sınamaya tabi tutuluyor. Karakterler bir karar noktasına, bir yol ayrımına kadar getiriliyor ve şöyle soruyor sanki Wolff onlara: Seçimini yap, korkup sinecek misin yoksa ayağa kalkıp dövüşecek misin? Sonucu ne olursa olsun kendini ortaya koyacak mısın, yoksa hiçbir şey olmamış gibi davranmaya devam mı edeceksin? Öykülerin tamamına yakını yazgı, adalet, insan iradesi kavramlarıyla iç içe. Nitekim Bu Çocuğun Hayatı filminde görüyoruz ki genç Wolff da üvey babasından dayak yiyeceğini bile bile karşı koyma cesaretini bir gün kendinde bulacaktır.

Zincir öyküsünde, küçük kızı bir köpeğin saldırısına uğrayan Gold, ne yaparsa yapsın köpeğin sahibinin ceza almasını sağlayamayınca arkadaşı Rourke’la beraber intikam planları yapar. Aklına soykırımdan önce Nazilerin zincirli köpeklerle Yahudileri koyun sürüsü gibi güderek trenlere tıkıştırdıkları sahne gelir: 

“Rourke’un anımsattığı, Yahudilerin köpekler tarafından güdüldüğü bilindik sahnede, Gold o teslimiyetin bir zerresini, kendisinde de hiç hoşuna gitmeyen bir şeyi sezinlemişti. Masumiyetleri yüzünden akıllarına bile gelmeyecek bir kötülükle savaşmadıkları için insanları suçlamanın haksızlık olduğunu biliyordu ama yine de bu insanların dehşet içinde işkenceyle, açlıkla mücadele ettiğini bilse de kendi kendine sormadan edemiyordu: Niye içlerinden biri muhafızlara vurmadı, silahını kapmadı, kendisiyle birlikte o piçlerden birkaçını götürmedi? Herhangi bir şey yapmadı? Gold, bu sorudaki korkunç haksızlığın farkında olmasına rağmen sormaktan hiç vazgeçmedi.”

Yeri gelmişken anne tarafından Katolik baba tarafından Yahudi olan, kötülük karşısında direnmeye büyük önem veren Profesör Tobias Wolff’un, yaratıcı yazarlık dersleri verdiği Stanford Üniversitesinde İsrail’in Filistin halkına uyguladığı yaptırımları protesto eden dilekçenin altında (günümüzde yaşanan katliamdan çok önce, 2021 yılında) imzasının olduğunu dipnot olarak belirtmek isterim. (https://stanforddaily.com/2021/05/23/letter-to-the-community-on-palestine/) (Dilekçeyi imzalamayan Mary’yi hatırlayalım) 

Büyük bir yazar, büyük bir hayat, büyük bir öykü kitabı. Umarım ülkemizde de hak ettiği ilgiyi görür.   

edebiyathaber.net (19 Aralık 2023)

Yorum yapın