Tolga Gümüşay: “Çocuk çiçeğe benziyor. Yazarsa çiçek resmine.” 

Temmuz 28, 2023

Tolga Gümüşay: “Çocuk çiçeğe benziyor. Yazarsa çiçek resmine.” 

Söyleşi: Adnan Saraçoğlu

Tolga Gümüşay’la Günışığı Kitaplığından çıkan “Ceplerine Çiçek Dolduran Çocuk” üzerine söyleştik.

Söze selamla başlamak hoştur, merhaba Tolga Gümüşay, nasılsınız?

Çok teşekkür ederim. Selamınız başım üstüne.

Çiçekleri ceplerine dolduran çocuk ile hayatın güzelliklerini biriktirip demleyen yazar arasında nasıl benzerlikler ve ne gibi farklılıklar var?

İkisi de içlerinden gelen çağrıya kulak vererek yapıyorlar bunu. Zaten yazarı yazar yapan, zamanında öyle bir çocuk olmuş olması. Farkları, demlemekte. Çocuk demlemeyi bilmiyor. Dayıyor ağzını yaşam pınarına; yanaklarını balon gibi şişirerek kana kana içiyor. Keşfettiklerini en taze haliyle sevdikleriyle de paylaşmak istiyor. Yazarsa etrafında dolaşıyor kaynağın. Gözlemliyor. Arada avcunu doldurup onu kokluyor, tadına bakıyor. İçselleştirmeye çalışıyor. Duyularının yanı sıra, birikimlerini ve hayal gücünü de devreye sokarak yorumluyor, onu aktarabilmenin, başkaları tarafından da hissedebilir hale getirmenin yollarını arıyor. Çocuk çiçeğe benziyor. Yazarsa çiçek resmine. 

Kitabın girişinde, can alıcı noktaya samimiyetle değinmişsiniz. Çocukluk hikâyelerini çoğunlukla çocuk değil, çocukluğuyla ilişki kuran, ya da hiç koparmadığı ilişkisini yetişkin olarak tefsir eden yetişkin kaleme alıyor. Yetişkin, neleri kabalaştırıyor, neleri abartıyor, neleri anlamakta zorlanıyor?

Yetişkin, kendini kollamaya ve beğendirmeye çalışmaktan yaşamı safça kucaklamayı unutuyor. Zamanla zaaflarını örtbas etmeye, yaşadıklarını ilginç göstermeye, ondan yapay anlamlar çıkarmaya, hatta ders vermeye eğilimli hale geliyor. Oysa çocukluk, yaşama hükmetme arzusu değil, ona teslim olma masumiyetidir. Çocuk yaşadığının değerini bilmez. İnsan o değeri fark ettiğindeyse çocukluk çoktan elden kayıp gitmiştir. Dolayısıyla iyi çocukluk hikâyelerini o masumiyet devrinden yeterince uzaklaşmış, ama dışarıdaki onca kafa karışıklığına rağmen, ona olan bağlılığını asla yitirmemiş olan yetişkinler anlatabilir.

‘Üç Boyut’ öyküsünde metafizik değiniler, boyutlar arası yolculuklar, rüya, hayal gücü, bilinçdışı ve aklın dokunuşları yer alıyor. Oldukça zengin, okurun dikkatini ısrarla isteyen bu metne, özel bir anlam atfediyor musunuz? Çok sık sömürülen, manipüle edilen, ya da bastırılan inanç dünyasını bu kadar içtenlikle dile getirmeye sizi iten neydi?

İnsan, yaşamının ilk evresinde neyin normal neyin tuhaf, neyin gerçek neyin hayal, neyin kişisel neyin genel olduğunu bilmiyor. Her şeyi merak ediyor, sınırları umursamıyor ve kendini her türlü olasılığa açık görüyor. En önyargısız, özgür ve yaratıcı olduğumuz dönem bu. Ama nedense yaşamın ilerleyen evrelerinde unutuluyor ya da unutturulmaya çalışılıyor. Ben varlığımın özü, çekirdeği olarak gördüğüm bu çocukluk algılayışını deşifre etmeye çalıştım. Böyle bir işe kalkıştığınızda içtenlikten başka seçeneğiniz olamaz zaten.

Anneannenizin, özel tarifiyle hazırladığı salçalı soğanlı karışım bölümü, okurken iştahımı açtı, kısık anne sesini en şefkatli ses diye anmanız hatıralarımı tazeledi, babanızın tüm anlayışına rağmen doğası gereği öyle davranan horoza okkalı bir “Şerefsiz!” kondurması güldürdü ve yazarın gerçekçiliği adına tebriklerimi mayaladı. Yazarken gerçeği ne oranda eğip büküyorsunuz? Daha doğrusu gerçekliğin serbest yorumlarına kota koyuyor musunuz?

Çok teşekkür ederim, yazdıklarımın size de böylesine nüfuz etmesi mutluluk verici. Bir şey ne kadar güçlü duyumsanmış ve hissedilmişse, nakli de o kadar etkili oluyor. Sorunuzda alıntıladığınız kısımlar gerçeklere, bir başka deyişle yaşanmışlıklarıma dayanıyor. Ama söz konusu edebiyat olduğunda mesele sıradan gerçekliğin ötesinde bir inceliği ve derinliği yakalayabilmek olduğuna göre gerçekliği seyrelterek, başka gerçeklik veya hayallerle birleştirerek de ortaya özgün ve çarpıcı metinler koyabilmek mümkün. Yeter ki birleştirdiğiniz parçalar da en az yaşanmışlıklarınız kadar ruhunuzda sindirilmiş ve kristalleşmiş olsun. Ve de ortaya çıkan bütün, parçaları içinde eriterek, hepsinin toplamından büyük bir etki yaratabilsin.

Kötü söz, argo ya da küfrün çocuk edebiyatında kullanımı hakkında ne düşünüyorsunuz? Hayatta belki yüz katına hemen her yerde rastladığımız bu türden söz söyleme kültürünün bir kuplesine edebiyatta, kitaplarda denk gelen yetişkinler neden avazları çıktığı kadar “Yangın vaaaar!” diye bağırıyor?

Çok yerinde bir soru. Yanıtını ben de bilmiyorum. Televizyon, internet, sosyal medya, sokak, servis, okul argo sözcükten geçilmezken; ebeveynler türlü şiddet unsurlarını barındıran hatta besleyen dizileri çocuklarıyla birlikte, çaylarını höpürdeterek izlerken, söz konusu kitaplar olduğunda nasıl böyle bir duyarlılık gelişiyor, anlamak mümkün değil. Kaldı ki kitapların büyük çoğunluğunda az önce saydığım mecralara kıyasla argo sözcük kullanımı çok daha sınırlı, yerinde ve belli bir bağlam dahilinde kullanılır. Gerçekçilik, içtenlik, üslup, yerinde ve tesirli sözcük kullanımı, karakter dünyasına uygun doğal diyaloglar oluşturma edebiyatın dertleri arasındadır ve özgür edebiyat gerektiğinde argodan da yararlanabilmelidir. Esas soru şu: Madem ki kitaplarda yer alan -size göre uygunsuz- birkaç sözcüğün dahi böylesine büyük yangınlara yol açabileceğinden korkuyorsunuz, yani kitapları bu kadar değerli, önemli ve etkili buluyorsunuz, neden bu kadar az kitap okuyorsunuz? 

‘Horoz’a müthiş hayranlığımdan olsa gerek pürdikkat ve horozla özdeşleşerek okuduğum metinde okur olarak başarılı bulduğum ama insan olarak üzüldüğüm, gönlümün büzüştüğü dramatik gerilimler vardı. Bu öykü özelinde yazıp bozduğunuz, “Öyle yazmasam mı?” diye düşündüğünüz oldu mu?

İtiraf edeyim, yazarken en çok zorlandığım öykü oydu. Kitap basıldıktan sonra babamla da konuştuk üzerine, mahcup tebessümler eşliğinde. Kendi içinde çok çelişkili duygular barındıran bir yaşantıydı. O günlerde, o coğrafyada normal sayılabilecek, ama evrensel bir bakışla kabul edilmesi güç pek çok yanı bulunan; işgüzarlığın, hassasiyetin, çaresizliğin, ötekine duyulan hayranlık, tahammülsüzlük ve korkunun, toplumsal baskının ve hızlı karar alma mecburiyetinin iç içe geçtiği bir duygusal tepkiler yumağıydı. İçinizde ne denli yoğun, tezat ve gerilimler yaşıyorsanız, karşınızda o kadar sert ve değerli bir maden var, demektir. Doğrusu o madenden horoz heykelini yontarken epeyce zorlandım ama insani olarak benim kalbimi de bursa da, yazar olarak neticeden; çocukluğumdan bu yana yüzleşmekte zorlandığım bir meseleyi gün yüzüne çıkarmış olmaktan memnunum.

Mecazi, metaforik yanı ve gerçekliğiyle koşan, koşturan birisiniz. Okumak yazmak ise vücudun durduğu, zihnin koşturduğu eylemler. Koşma, durma, dinlenme, demlenme dengesini nasıl kuruyorsunuz?

Hepsi içimden geliyor. Bunlar tutkularım benim. Bazen koşmak, güvenli sınırları geride bırakmak, yeni yollara, manzaralara çıkmak, başka insanların, denizlerin, semtlerin, coğrafyaların, köprülerin kıyısından geçmek, ciğerlerimi onlarla ve bambaşka varoluşlarla doldurmak istiyorum. Fiziksel olarak da duygusal olarak da bir meydan okumaya dönüşüyor bu. Kendimden kurtulup, başka yaşamlarda kaybolmak hafifletiyor, özgürleştiriyor. Sonra o karşılaştıklarımdan bazılarının içime işlediğini, hikâyelerini anlatmam için beni elçi olarak seçtiklerini seziyorum. Onları tekrar tekrar ziyaret ediyor, araştırıyor, okuyor, sezgiyle başlayan tanışıklığımızı bilgiyle gövdelendiriyorum. Sonra da yazı evime çekilip yazmaya başlıyorum. Yazdığım süreçte de koşmaya devam ediyorum elbette. Her ikisini de belli bir antrenman düzeninde yapmaya, kondisyonumu, ritmimi korumaya özen gösteriyorum. Koşarken yeni şeyler keşfedebiliyorum, yazdıklarımı da etkiliyor bu. Yazdığımı bitirene kadar sonunu ben de merak ediyorum. Bittikten sonra demlenme süreci başlıyor ki, tekrar tekrar okuma, gözden geçirme, ekleme, çıkarma, teyit etme; aynı parkurda yaz kış koşmaya devam edip en güzel manzarayı, en iyi dereceyi, en akıcı tempoyu yakaladığından emin oluncaya kadar devam etme dönemi bu. Demlenmeler artık yazma sürecinden çok daha uzun, bazen aylar, bazen yıllar sürüyor. Zihnim dursa bedenim, bedenim dursa zihnim durmuyor. 

‘Mutlu Bir An’ı, dönüp birkaç kez okudum ve sizin için ayrı değerde olduğunu düşündüm. Yıllar önce gördüğüm okyanus ve dev dalgalarla dolu rüyamda yaşadığım arınmanın dengini yaşadığınızı düşündüm. Birkaç kez denememe rağmen o rüyamı istediğim (benim gördüğüm şekliyle) gibi anlatamayacağımı anladım. Sizin için de böyle bir durum geçerli mi? Yazdığınızın ilk okuru olarak sezdiğiniz, hissettiğinizle okuduğunuz ne ölçüde örtüşüyor?

Sıradanın içinde gizlenmiş ışıltının farkına varmak, onu ortaya çıkarmak beni her zaman cezbetmiştir. Özel bazı anlar vardır. Siz fiziğinizle, zihninizle, ruhunuzla, tüm varlığınızla orada, o ânın içindesinizdir. Ve Tanrının da orada olduğunu size gülümsediğini hissedersiniz. İşte o an etrafınızdaki en sıradan şeylerin, bir tülün, divan deseninin, mutfaktan gelen bulaşık şıkırtısının, esintinin, odanın duvarlarında hareket eden güneş yansımalarının aslında nasıl da büyülü göründüğünü, ağırbaşlılıkla kendi yazgılarını gerçekleştiren bu şeylerin birbirleriyle nasıl da uyum içinde olduklarını ve hayatta hiçbir şeyin o uyum, bütünlük ve olduğu gibilikten daha değerli olamayacağını sezersiniz. Yazı aracılığıyla bu sezgi ve hisleri ifade edilebilir hale getirmeye çalışıyorum. ‘Mutlu Bir An’da buna yaklaştığımı düşünüyorum. Tam olarak anlatabilmek mümkün müdür, bilmiyorum… Ama büyük hikâyeler peşinde koşmaktansa, böyle denemelerde bulunan bir yazar olmayı daha çok seviyorum.

İlkokuldan başlayarak masumane ilerleyen aşk trafiğini muzip ve bilmecemsi bir sürprizle aktardığınız öyküde bir gönle iki sevdanın sığabileceği gibi zımni bir hipoteziniz var. Elçilerin görev aldığı ve duyguların muhatabına öldür Allah söylenemediği döneme içeriden ve dışarıdan gözlemlerle ve biraz da ironik yaklaşıyorsunuz. Öyküyü okuyunca aklıma geldi: Sadece çocukluk aşklarını içeren öyküler yazmayı ister miydiniz? Bir de n’olur doğruyu söyleyin: O beni beğeniyor mu?

☺ “Ben kendi düşündüğüm ben değilim. Ben senin beni düşündüğün ben de değilim. Ben senin beni düşündüğünü düşündüğüm benim.” Bu önermeden yola çıkarsak birinin kendini beğenmesi, başkalarının onun hakkında ne hissettiğiyle ilgili kanaatine bağlıdır. Ben biraz utangaçtım. Reddedilmekten, alay konusu olmaktan korkar, karşı cinse mesafeli dururdum. Ama işte birileri beni beğendiğini söylediğinde ya da bunu açıkça belli ettiğinde, demek ki beğenilmeye değer biriymişim diye düşünür, kendimi iyi hisseder, içten içe beğenmeye başlardım. Diğer sorunuza gelince, evet, çocukluk ve aşk; her ikisi hakkında yazmak da güzel. İkisini birlikte yazmaksa çok güzel. 

‘Yavru Vatan’ öyküsü çocuk edebiyatımızda ihmal edilen bir damarı açıyor ve genişletiyor. Haşin doğanın bağrına yollanan çocuklar, ebeveynlerden izin almadan öğrenilen güzel ve değerli şeylerin peşine düşerek kemalata eriyor. Çocukluğun en güzel paradoksları izinsiz tüymeler, yaramazlık yapmalar ve başını belaya sokmalar hakkında ne düşünüyorsunuz? Günümüz ebeveynleri neden güvenlik şirketi gibi davranıyor?

Çocukluk insanın en enerjik, en meraklı, en gözü pek ve hayalperest olduğu hali. Madem ki böylesine maceraya atılmak üzere yaratılmışsın, o zaman hakkını vereceksin. Bazı deneyimlerin seni çok eğlendirecek, bazılarıysa pişman edecek. Yılmayacaksın, dersini alıp yeni maceraya hazırlanacaksın. Neyin doğru, neyin güzel, neyin sana göre olduğunu böylelikle anlayacak, biraz yara bere alsan da böyle büyüyeceksin. Günümüz ebeveynlerine sunulan çok fazla kaygı, tavsiye, ürün ve hizmet var. Onlar da büyük bir özveriyle en kıymetlileri için bütün kaynaklarını seferber ederek iyi ebeveynler olmaya çalışıyorlar. Hayatı kendi başlarına atıldıkları maceralar sayesinde öğrenmiş olmalarıyla gurur duyarken, çocuklarını gözetim altındaki macera simülasyonlarında büyütmeye çalışıyorlar.

‘Kötülük’ öykünüzde kaba kutuplaştırmalara yüz vermeksizin, çocuğun ahlaki arayışında en önemli duraklardan biri olan kötülüğü anlamaya çalışıyorsunuz. Bazı paragraflardaki artistik abartılar dikkatimi çekti: Kürşat, yaşlı kadının kazına taş atmaktan çekinen anlatıcı çocuğa (yakından tanıyorsunuz onu) tirad geçerken hayvanları hapsetme, toplu katletme, üstelik bunu ticari kazanca dönüştürme suçlamasıyla yaşlı kadını “kötüler” hanesine iteleyip yapacağı kötülüğü meşrulaştırıyor. Kitabın genelinde görmediğim yazarın tepeden bakışını burada görünce bir nebze şaşırdım. Oysa anlatıcı çocuğun iç hesaplaşması, arkadaşının baskısına karşı koymakta zorlanması vs. çok başarılı. Anlatıcı çocuğun doğal işlenişine rağmen Kürşat’ın karakter olarak yazarın tutsağı gibi görünen konumunu nasıl değerlendirirsiniz? Varsın nazik sohbetimizde kontrollü bir tartışma yangını çıksın!

Benim çocukluğumda Kürşat gibi karakterler boldu. Bunlar çoğunlukla yaşça kendilerinden küçük çocuklarla takılır, fiziksel üstünlüklerinin yanı sıra bilgileri ve yetişkince tavırlarıyla da onları etkilerlerdi. Aslında hayata dair çok daha fazla şey bildiklerini ama senin yaşından ötürü o konuları anlayamayacağını ima eder, seni tehditlerden koruma ya da bir maceraya dahil etme vaadiyle boyundurukları altına almaya ve istedikleri gibi kullanmaya çalışırlardı. Otoritenin yüceltildiği, çocuklara dar alan bırakılan toplumlarda böyle gösterişli figürlerden etkilenmemek kolay değil. Öykünün anlatıcı karakteri benim çocukluğumdan el alıyor. Dolayısıyla kendi gerçekliğimden hareket edersem; pek öyle bir liderin kanadı altına girmeye özenen biri değildim ama elbette ki benden büyük birinin onayını almaktan, onunla vakit geçirmekten hoşlanırdım. Lojmanlarda ya da yatılı okulda Kürşat’a benzer bir karakterin beni yoldan çıkarabilmesi için, tereddütsüz ikna olmam gerekirdi. Bu da ancak akla, bilgiye dayalı, üstün savlarla mümkün olabilirdi. Öyküye dönecek olursak, zaten yaptığı ilk kötülüğün ardından vicdan azabı çekmeye ve ortağına karşı güvensizlik duymaya başlamış bir çocuğu ikinci bir kötülüğe dahil etmek için onun seviyesini aşan ama itiraz edemeyeceği biçimde doğru görünen güçlü bir diyalektiğe ihtiyaç olduğunu düşündüm.

Her satırına dedenizin sindiği son öykü, kitabın anlamlı derin ve hüzünlü kapanışı için çok zarif bir tercih.  Dedenizden çok fazla güzellik görüp öğrenmiş olmalısınız. Hayatın ve sevginin sembolü olan dede yamacı sizin için ne ifade ediyor? ‘Dedemin Kantini’ öyküsü bir ölçüde dedenize ödediğiniz vefa borcunuz mu?

Dedem, Osmanlı devrinde doğmuş, Türkiye Cumhuriyeti’nde memurluk yapmış, her iki dili de okuyup yazabilen biriydi. Bahçeli evinde gelenek ve alışkanlıklarına bağlı, mütevazı bir yaşam sürerken, başından eksik etmediği fötr şapkasıyla modern cumhuriyetin, kasabasındaki öncü karakterlerindendi. Büyük küçük herkese karşı nazik, ölçülü, biraz da mesafeliydi. Ben ondan hem geleneksel hem modern, hem dindar hem Atatürkçü, hem disiplinli hem vicdanlı, hem saygılı hem de sevgili olunabileceğini öğrendim. Sevgisini pek açık edebilen bir nesilden değildi. Yine de        benim kantin adını verdiğim, kapısı sır gibi kapalı yatak odasından usulca çıkıp, titreyen eliyle cebinden çıkardığı çikolata ve şekerlemeleri mahcupça elime tutuşturuşundan, beni sevdiğini anlardım. Sakin, dengeli, zarif insanların değeri zaman geçtikçe daha iyi anlaşılıyor. Ölümünden sonra kantininin raflarında bulduğum cilt cilt mecmua, gazete ve mesnevilerle yazarlığımı besledim. Bu öykü vesilesiyle de, onu bir kez daha şükranla anmak istedim.    

İçten ve nazik cevaplarınız için çok teşekkür ederim. Başka kitaplar bahanesiyle yeniden söyleşmek dileğiyle…

edebiyathaber.net (28 Temmuz 2023)

Yorum yapın