19. yüzyıl Rus gerçekçi edebiyatının en önemli yazarlarından Lev Nikolayeviç Tolstoy, beş yaşındayken annesini kaybeder. Ölümle ilk karşılaşması bu ölümdür. Annesinin cesedinin yanına getirmişlerdir onu; daha dün canlı olduğu halde, şimdi soğuk ve katı bir hale gelmiş uzanıyordur orada. Bu beş yaşındaki çocuk bir çığlık atar, çılgınca bir paniğe kapılarak odadan kaçar. Dokuz yaşına geldiğinde ise babasının vefatı ile bir kez daha yıkılır. Babasının ölümünden dokuz ay sonra yine başka bir ölümle yüzleşir. Bu sefer çok sevdiği babaannesini kaybetmiştir. Çevresinde yaşanan bu ölümler kuşkusuz çocuk Tolstoy’u derinden etkiler ve onun yaşam/ölüm üzerine felsefi bir cevap arayışında büyük bir rol oynar.
Ölüm düşüncesi her seferinde, bir şok ve boğulma duygusu halinde hayatı boyunca çöker üzerine. İnsanın kaçınılmaz bir şekilde “ölüme mahkûm olduğu” düşüncesiyle birlikte yaşamaya devam etmesinin mümkün olup olmadığını araştırır. Ölüme karşı savaşmak mümkün olmadığına göre, ölümle birlikte yaşamak mümkün olamaz mı diye sormaya başlar. Ölümü yaşama duygusuyla birleştirmeye, kaçınılmaz olan ölüme karşı kendini dayanıklı bir hale getirmeye çalışır. Ölümü kabul etmek zorunda kalır, ama ölüm korkusunu her zaman içinde taşır. Bunu günlüklerinde açık olarak görürüz. Tolstoy her gün iradesini kullanarak kendine egzersizler uygular, kendine telkinde bulunur, ölümden korkmadan, hiç durmadan ölümü düşünmeye zorlar kendini. Günlüğündeki her not üç esrarlı harfle başlar. S.J.V “Si je vis”- yaşarsam eğer. Yıllar boyu her ayın başında bunu belirtir, kendine bunu hatırlatır, ölümle yüz yüze gelmeye alıştırır kendini. Böylece ölümle otuz yıl savaştıktan sonra, kendisine yabancı gelen bu düşünceyi benimser.
“İvan İlyiç’in Ölümü”, “Üç Ölüm”, “Efendi ile Uşağı” adlı öyküler yazarın ölümü en yoğun şekilde ele aldığı öyküleridir. “İvan İlyiç’in Ölümü”nde hayatın koşuşturmasına kapılmış bir insanın ölümle yüzleşmesi, “Üç Ölüm”de anlamını yitirmiş hayatların farklı algıları, “Efendi ile Uşağı”nda ise ölümün insanları birleştiren gücü anlatılır. Ölüm, çoğu insanın zihninde aynı olumsuz etkiyi yaratır; “acı”. Bu acıya tanık olmaktan korkan insanlar, inançlar ve inanışlar doğrultusunda hep bir şeyler yapar; dualar eder, ibadetlerini yerine getirir. Tedbirler alınır, tavsiyelerde bulunulur, günlük hayatımızda aldığımız ufak tedbirlerin arka planında “hayatta kalma”, başka bir deyişle “ecel dışı bir ölüme fırsat vermeme” düşüncesi yatmaktadır. Bütün bu tedbirler, hayat değerli olduğu için alınır. Çünkü herkes ölümden kaçıp hayata sığınır. Ama aslında hayat, “ölüm” sayesinde anlamlıdır. Ünlü Rus yazar Anton Çehov’un dediği gibi “ölüm korkunçtur, ama eğer hiç ölmeyecek, sonsuza dek yaşayacak olsaydık, bu daha da korkunç olacaktı.” “Ertesi gün hiç kimse ölmedi.” diye başlayan Jose Saramago’nun “Ölüm bir varmış bir yokmuş” adlı romanı da aynı temayı işler; okura “iyi ki ölüm var!” fikrini benimsetir. Bir sabah uyandıklarında ülkelerinde artık ölümün olmadığını öğrenen insanların karamsarlığı ve yaşanan kaos ortamı okuru bu düşünceye iter. Ölümün artık olmaması insanları şaşırtsa da bunun iyi bir şey olduğunu düşünerek kutlamalar bile yapılır. Ancak sonradan anlaşılır ki, ölümün olmadığı bir yaşamda geleceğe dair hiçbir umut yoktur.
“İvan İlyiç’in Ölümü”, ölüm döşeğindeki bir hastanın psikolojisini ve ölüm karşısındaki çaresizliğini derinlemesine irdeler. Eserde, ölüm kelimesi tam olarak elli üç kez geçer. Öykünün ana karakteri bir sorgu yargıcı olan İvan İlyiç’dır. Tolstoy, yarattığı bu karakterle 1880 yıllarının Avrupa burjuva sınıfını canlandırır. İvan İlyiç yaşama bağlıdır, düşlerinin peşinde koşan sıradan bir insandır. Ansızın ortaya çıkan hastalığını öğrenmesiyle birlikte hayatında önemsiz bulduğu şeylerin acı verici, önem verdiği şeylerin ise değersiz olduğunun farkına varır. Aslında sıradan bir insan olan İvan İyiç’in ölümünün bu kadar trajik olması, ölüm duygusunun ona hayatı sorgulatmasında yatmaktadır. İvan İlyiç’in gerek hayatı ve ölümü anlama çabası gerekse de ölüm ile gerçek arasında kurduğu bağ Tolstoy’un benzer düşünceleriyle bir paralellik taşır. Bu öyküsünü yazdıktan birkaç yıl sonra yazmış olduğu “İtiraflarım” da şöyle dile getirir; “Hakikat ölümdür.”
Tolstoy “İtiraflarım”dan yedi yıl sonra 1886 yılında “İvan Ilyiç’in Ölümü” adlı öyküsünü yazar. Bu öykü “İtiraflarım”ın bir tür devamı niteliğinde yorumlanır. Yazar bu yapıtında hayatını bir yalandan ibaret yaşadığını itiraf eder, hayatını ne kadar doğru yaşadığını sorgular. Bu aynı sorgulamaları bir sorgu yargıcı olan İvan İlyiç’te de görürüz. İvan İlyiç ölüm döşeğinde çektiği ıstırapları sorgularken bunların hepsinin boş olduğunu fark ederek yaşamın boş bir zamandan ibaret olduğu sonucuna varır. Yaşadığı zengin yaşamı ölümün karşısında anlamını yitirmiştir. Rahat, hoş ve arzu ettiği gibi lüks içinde yaşamış olduğu hayatını ölüm üzerinden yorumlayınca, yaşamla kurduğu bağ boş bir anlama bürünür. Ölüm döşeğinde tek sorguladığı şey, “neden” sorusu etrafında dönen, bunca acının ve ölümün nedenidir. Tüm hayatını bilinçli yaşadığını düşündüğü bir anda, ölümle yüzleşince o güne kadar yaşadığı hayatın bir yanılgıdan ibaret olması onu bu sorgulamaya iter.
İvan İlyiç yaşamını gözlerinin önünden geçirir. Çocukluk anılarını hatırlar, o anıların dışındaki anılar şimdi ona çok farklı görünür. Tüm o sevindirici ve tatlı görünen anılar gözünün önünde çirkin ve değersiz görünür. Çocukluğundan uzaklaştıkça anıları çirkinliğe bürünür. Evlenme, kırılan hayaller, karısının yapmacık davranışları, içten yapılmayan görev, para hırsı… bir, iki, on, yirmi yıl hep aynı şeyler… Mesleğinde yükseldiğini sanarak sürekli bayır aşağı inilen yıllar…
Hayat gözüne çirkin ve anlamsız gelmeye başlar, ama anlam veremez. Gerçekten bu kadar anlamsızsa neden böylesine ıstıraplar içinde ölmektedir? Belki de düşündüğü gibi gerektiği gibi yaşamamıştı. O halde ölümü arzulaması gerekmez miydi? Bu ruh hali içinde, görevi, kurduğu aile düzeni, işte ve toplumdaki ilişkileri temelden yanlış gibi durur. Bu düşünceden kurtulmak için kendini savunmaya başlar ancak bu savunmasının yetersizliği karşısında yaşamı boyunca boşa harcanan bir yaşamla karşı karşıya kalır. Hayatın anlamını sorguladığı an onun uyanışı olur. Ancak “ölüm korkusu” bu bilinçlenmede önemli bir rol oynar. Öyküde “ölüm” kaçınılan bir durum değil, kucaklanan bir olgudur. Hayatın anlamını sorguladığı “İtiraflarım” da bu düşünceyi onaylar: “Ölüm, hayattan daha iyi, hayattan kendini kurtarmak gerek.” 1879 tarihli “İtiraflarım” da hayatın anlamını sorgulayan Tolstoy, bu anlamı akılla bulamayacağına kanaat getirir; çıkış yolu akıldan çok duygulardır; inançtır: Yeniden doğayla bütünleşme duygusu, yeniden doğada var olma inancıdır.
Ölümlü olduğunu bilmek insanın en acı gerçeğidir. Ancak her insan kendi ölümünü düşünemez. Çevremizde biri öldüğünde mutlaka bir şekilde tüylerimiz diken diken olur, bir anda sessizleşir, yapılacak bir şey olmadığını herkesin eninde sonunda öleceğini söyler dururuz. Freud bu noktada gerçekte kendi ölümümüzü imgelememizin olanaksız olduğunu söyler.
Schopenhauer, Sokrates’in felsefeyi “ölüm için hazırlık” olarak tanımlamasını onaylar ve “ölüm olmasaydı herhangi bir felsefi uğraş neredeyse hiç olmazdı,” der. Felsefe bilgelik sevgisi olarak tanımlanır ve bilgelik tüm korkuları yenmiş olmayı gerektirir. Ölüm ise insanın en büyük korkusudur, dolayısıyla felsefe zorunlu olarak ölüm korkusunu yenmeye yönelik bir etkinlik olarak tanımlanır. “Tüm dinler ve felsefi sistemler, temelde bu hedefe [ölüm korkusunu dindirmeye] yönelmişlerdir ve bu nedenle esas olarak düşünen usun [reflecting reason] kendi kaynaklarından ürettiği ölümün kesinliğine karşı bir ilaçtırlar” sözleriyle ölümü tanımlar Schopenhauer.
Ölüm korkusu sadece insanlarda değil hayvanlarda da vardır: “hayvanlar ölümden, gerçekte onun ne olduğunu bilmeksizin içgüdüsel biçimde kaçarlar. Bu nedenle insan da bir hayvan olduğuna göre onun duyduğu ölüm korkusunun arkasında insanın ayırıcı özelliği olarak görülen bilgi değildir: “Doğmuş olan her şey bu korkuyu dünyaya getirmiştir zaten.” Kendini korumaya çalışan hayvanın tek derdi acıdan uzak olmak değildir; “ölüm yok oluşa işaret eder” ve tüm organizmalar temelde kendilerini yok oluştan korumaya çalışırlar. Bunun nedeni bütün organizmaların yaşama-istencinden ibaret olmaları ve önünde sonunda ölüme yenik düşecekleri için ölümün karşısında “zaman kazanmak istemeleri”dir. Dolayısıyla, Schopenhauer’a göre, insan da, hayvan da, yaşama-istenci olduğundan yaşama sınırsız bir bağlılık duyar, onu ne pahasına olursa olsun korumak ister.
Bilinçli bir varlık olan insan için, insan olmanın sonlu bir ömür sürmeye yazgılı olduğu bilgisi sarsıcı bir tecrübedir. Ancak böyle bir tecrübe varoluşumuzun zamansallığını açığa çıkarır. Varoluşsal açıdan zamanı bir şimdiler dizisi olarak anlayabilmek mümkündür. Şimdiki anı geçmiş ile geleceği ayıran an olarak kavrarız. Geçmiş yaşanmış şimdiler olarak zamanın “artık-değil” boyutunu oluştururken gelecek yaşanacak şimdiler olarak zamanın “henüz-değil” boyutunu oluşturur. Şimdi “yaşanan an” dır, yaşamdır ama ölüm şu andaki en kuvvetli olasılıklardan biri olarak bireyi anda beklemektedir. Bu sebeple varoluşçu düşünürler ölümün yaşanacak olmasının verdiği farkındalığın kişinin kendi varoluşunu şekillendirmesinde ve kendini gerçekleştirmesindeki rolüne dikkat çekerler.
İvan İlyiç’in kendini keşif yolculuğunda Fransız filozof Gabriel Marcel’in (1889-1973) ölüm düşüncesine odaklanalım isterseniz. Gabriel Marcel’in ölüm realitesiyle daha dört yaşındayken annesinin ölümü ile tanışması onu yaşamı boyunca yaşamın anlamı ve geri getirilemeyecek şeylerin kaybı gibi konulara dair sorgulamalar yapmasına yönlendirmiştir. Gabrile Marcel’e göre insan durum içinde olandır ve o “öncelikle dünyadaki somut durumuna gömülmüş” olarak anlaşılmak ve keşfedilmek durumundadır. Gabriel Marcel, yaşanmış tecrübelerin önemine değinir. Ona göre kişisel tecrübeleri soyut bir sistem içinde anlamak ve bu doğrultuda felsefe yapmak mümkün değildir. Somut felsefe olarak adlandırdığı felsefesinde Marcel, insanı ve onun somut deneyimlerini merkeze alır. Marcel’in somut felsefesi kendini gerçekleştirme yolundaki varlıklara ilişkin bir keşif yolculuğuna çıkmak amacını güder. Bu yolculukta bireyi olduğu gibi anlamanın yolu onun yaşanmış tecrübelerine yönelmektir. İnsanın kendini keşif yolculuğu bireyin kendi varoluşsal derinliğini, imkân ve sınırlarını fark edebilmesinden geçmektedir. O halde bireysel varoluşun köklerinin Ebedi olana uzandığını fark edebilmek Varlığa açılma ve kendini gerçekleştirme yolunda önemli bir aşamadır.
“İvan İlyiç’in Ölümü” Tolstoy’un kibar çevreye, her şeyden önce de evliliğe karşı saldırısının sert bir tepkisidir. Yalan bir dünyayı yansıtır. Kendisinden başka bir şey düşünmeyen, sağlığı yerinde hekimin yalanıdır. Hastalıktan tiksinen ailenin yalanıdır. Bir yandan sahte bir bağlılık gösterirken, bir yandan da kocası ölünce nasıl yaşayacağını hesaplayan kadının yalanıdır. Evrensel yalan, ölecek olan adamdan durumunu gizlemeye çalışanların yalanıdır. İvan İlyiç, kendine karşı sonsuz bir acıma duygusu içinde, yalnızlığına, insanların benciliğine ağlar; korkunç acı çeker, geçmiş yaşamının bir yalan olduğunu anlar. O zaman, ölümüne bir saat kala, her şey aydınlanıverir. Bu noktada bizler de okur olarak İvan İlyiç’in tüm bu çabalarını “kendini gerçekleştirme” yolculuğu olarak okuyabiliriz.
Kaynakça
Alpay, Orçun, Tolstoy’da üç ölüm- https://www.academia.edu/29261030_
Deniz Soysal, Schopenhauer’da ölüm ve ölüm korkusu üzerine
https://www.cafrande.org/schopenhauerda-olum-ve-olum-korkusu/
Feyza Şule Güngör, Ölüm hakkında çağın felsefi senaryosu: hakikat mi? hiçlik mi? (Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi), 2016 Güz, sayı: 22, s. 227-240 ISSN 1306-9535, www.flsfdergisi.com)
https://www.researchgate.net/publication/333561800
Lev,TOLSTOY, İtiraflarım, Kaknüs Yayınları, İstanbul, 1999
ROLLAND Romain, Tolstoy’un yaşamı, YKY, 1995
Stefan Zweig, Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar, Türkiye İş bankası yayınları, 1998
Emel KOÇ Prof.Dr., Gabriel Marcel Felsefesinde Varoluşsal Bir Problem Olarak Ölüm, Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi Teknikokullar Beşevler Ankara, [email protected]
Raşel Rakella Asal – edebiyathaber.net (13 Aralık 2019)