Filinta, büyük şair Ahmed Arif’in oğlu. Heykeltraş…
“Filinta Önal eğitimine yurt dışında devam etmeye karar veriyor. Çeşitli ülkelerde bulunuyor. Eşi Natalie ile bu gezilerin birinde tanışıyor. Eşini tarif ederken, “Onunla konuşurken Sokrat’la sohbet ediyor hissine kapılırsınız” diyor. Natalie, 12 yaşında bir kütüphane bitirmiş, 16 yaşında diğerini. Yarım Türkçesi ile “16 yaşında teyze olmuştum. Artık hayata dair her şeyi biliyordum” dedi. Natalie’nin Türkçesi ilerlesin biz de daha çok ziyarete geliriz diye düşünürken Natalie ile ilgili bir diğer bilgi ile ikinci şoku yaşadık. Natalie, ünlü yazar Tolstoy’un genlerini taşıyordu. Tolstoy, Natalie’nin büyük dedesiydi.” (Birgün-Pazar eki-03.06.2012)
İşte Birgün gazetesinde yayınlanan röportaj:
“Bir tek başak bile dargın kalmayacaktır,
Bir tek zeytin dalı bile yalnız…
Sıkıysa yağmasın yağmur
Sıkıysa uykudan uyanmasın dağ,
Bu yürek, ne güne vurur…”
Bir kitap düşünün nesilden nesile dolaşsın ellerde. Bir şiir düşünün dilden kalbe uzansın yılarca, bir mısrada türkü, diğerinde tablo olsun. Bir Ozan düşünün dünü, bugünü ve yarını anlatsın. Daldaki çiçeği, toprağı, insanı…
Ve Ahmet Arif olsun adı. Unutulmayan, unutturulamayan Ozan olsun.
Yine Haziran’dayız. Yine Ozanların ölüm günlerindeyiz. Yine hüzün düşmüş yüzümüze.
“Haziran’da ölmek zor” demiş ya Hasan Hüseyin, Haziran’da ölenleri yazmak da zor. Bu yüzden yazmayalım, konuşalım istedik. Yakınları, sevdikleri anlatsın bize Ahmet Arif’i.
Ankara’da OSTİM’e uzandık. Ahmet Arif’in oğlu Filinta Önal’a düştü yolumuz. OSTİM’de atölyesinde karşıladı bizi. Biraz kitaptan, biraz hayattan, biraz da heykelden konuştuk. En sonunda fark ettik aslında hep Ahmet Arif’i konuşmuşuz.
Ahmet Arif, Türkiye’nin en önemli ozanlarından biri. Sadece bir kitap yazdı ve yıllarca başucumuzdan ayrılmadı. Neden bir kitap. Yazmayı mı bıraktı, yoksa yayınlanmadı mı?
Tek kitabı olması konusunda çokça konuşuldu. Bu konu ile ilgili çok fazla şey söylendi. Tanıyan, tanımayan bir sürü insan zaman içerisinde anılar uydurmaya başlıyorlar, olmadık şeyler, şaşırıyoruz.
Hasretinden Prangalar Eskittim kitabı evet tek kitap. Aslına bakarsanız bu soruyu ben de babama çok sordum. Babam O kitabı çok uzun süreler içerisinde oluşturmuş, saf özgün bir ürün. Babam, “malzemeyi sulandırırsan belki on kitap çıkar buradan” derdi. Ama bu kadar dinamit gibi, net olmazdı o zaman. O yüzden hep, “Bunu daha onurlu buldum” derdi.
Ölmeden önce ikinci kitap olmak üzereydi. Kitabın tamamı zihnindeydi. Çok acıdır babamla yok oldu. Zihninde yazmıştı ve yok oldu. Kitabı yazıya dökemeden öldü.
Zihninde yazmak nasıl bir şey? Neden yazıya dönüşmedi?
Yazarak neden biriktirmediğini tam bilemiyorum. Belki yazdıklarından dolayı seneler boyunca bir sürü eziyet çektiği içindir. Hatta şiirleri birilerinin evinde bulunduğunda o insanların da başına olmadık işler geldiği için yazıya dökmedi.
Anlaşılan yıllar içerisinde böyle bir yöntem geliştirmiş. Kafasında yazardı. Aslında zihninde 24 saat yazardı. Ama kağıda yazmıyordu. Sürekli düşünüyor, onunla yaşıyordu. Yolda yürürken bile sürekli şiir yazdığını söylerdi. Yolda ‘selam verdik görmedin’ diye bakkal, manav kızardı babama. Aslında o sırada zihninde şiir yazıyordu. İkinci kitap hep aklındaydı. Ama tamamlayıp, bitirdikten sonra yazılsın istedi.
Son dönemlerde biz de “yaz artık” diyorduk. Kalp hastasıydı. Güzel, çok yoğun şiirler vardı. Okurken duygulanıp sıkışıyordu. En sonunda, “yormayın beni, bir hafta sonra İstanbul’a gideceğim. İstanbul’da okuyacağım, orada kayda alınır, deşifresi yapılır, yazılır” dedi. Ama babam bir hafta daha yaşayamadı. Tüm külliyat zihninde gitti.
Yazılmış birkaç bir şey kaldı. O da Refik Durbaş’ın Cumhuriyet Gazetesinde yayınlanan röportajda var. İyi ki o röportaj yapıldı. Kendi ağzından çok doğru düzgün bir kaynak oldu babama dair.
O şiirleri derledim, topladım. Kitabın arkasına ek bir fasikül olarak ekledik. Daha önceki yayın evi ikinci bir kitap yapalım dedi. Düşündüm de sanki iki kitap varmış gibi olacaktı. Metis yayınevi ile ek fasikül fikri oluştu. Öyle de yaptık.
Ahmet Arif’in şiirlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Babam şiirinde Anadolu’nun tümünden, tüm kültüründen faydalandı. Babamın şiiri için “Evrensele giden yolun yerelden geçtiğinin ispatı” diyebiliriz. Bu bütün dünyada kabul gören en doğru yol. Babamın şiirinde yerel ne anlam ifade eder? Bu sorunu yanıtıda anti-emperyalist bir tavır olduğunu da kabul etmek lezım.
Babam 10 bin yıl önceki Anadolu’ya da sahip çıkıyordu. Tüm uygarlıkların bize miras olduğunu belirtiyordu. Bu ülke geçmişi ile her şeyi bize ait, tarihin bütün bilinmişliği ile kabul edersek yerelliği öyle anlatabiliriz.
Babamın şiirinde rüzgar sesini de duyarsınız, bir şarkı, türkü de dinlersiniz. Yerelliği böyle ifade edebilirseniz evrensel olabilirsiniz. Yaptığınız şeyin sanat olması için evrensel olması lazım. Zor olan o.
Babam bu ülkeyi ve bu ülke insanını anlattı. Burada yaşanan dramı. Haksızlıklara itiraz etti. Buradan anlattı ama evrensel ölçülerde.
Babamın şiirinin evrensilliğini dair bir anımı aktarmak istiyorum. Venezuella Devleti için bir iki heykel yapmıştım. O dönemde Venezuella büyükelçisi bir tarihçiydi. Bir arkadaşım orada yayınlanacak bir dergi için babamın bir iki şiirini çevirmişti. Büyükelçi şiirlei okuyunca gözleri doldu. Babamın burada anlattığıdram okyanusun diğer yakasında da var aslında. Kendi gördüğü sıkıntıları dile getirse de Şili’li de anlıyor. Nasıl ki Paplo Neruda’yı biz anlıyorsak, onlar da onu anlıyor. Dram da, sevgi de, aşk da hepsi evrensel.
Babanız şiirle nasıl tanışıyor?
Babam Diyarbakır’da doğmuş. Çok zeki bir çocuk. Babası bunu hemen fark ediyor. Babamın diğer bir özelleği de daha çocukluğundan beri haksızlığa tahammül edememesi. Bu yüzden dedem babamın başının belaya girebileceğini düşünmüş. O yüzden okuması için yatılı olarak Afyon’a yolladı.
Babam dedeme çok düşkündü. Hep ‘erken kaybettim’ derdi. Babamın gerçek adı Ahmet Hamdi Önal’dır. Mahlas olarak kullandığı Arif dedimin adıdır.
Babamın Afyon Lisesi yılları sürekli okuyarak geçmiş. Türkiye’de dönemin en iyi okullarından biri. Dünya Edebiyatının hemen hepsini okuyor. Cumhuriyetin ilk idealist eğitimini alan kuşak. Bununla da gurur duyardı. Ben ‘Cumhuriyet çocuğuyum, idealist eğitimimi çok iyi hocalardan aldım’ derdi.
Yazmaya bu yıllarda başlamış zaten. Kitabın ek fasikülünde o yılar yazdıkları var. Bulup toparladım o şiirleri. Babam olduğu anlaşılıyor. Ama baktığınızda daha genç bir insanın yazdıkları, belli. Dergilerde falan yazmış. Hatta edebiyat dergilerine yolladığı bu şiirlerden para da kazanmış. geliyor tabi yoksul çocuk.
Tarihe ve kültürlere yakınlığını çok okumasana bağlayabiliriz. Felsefe Eğitimini Dil Tarih’te Ankara’da aldı. Çok okurdu, fizikten tutun da kimya ya, tarihe… Evde sürekli okurdu. Evde zamanını sürekli okumakla, şiir düşünmekla geçirirdi. Çok okuduğundan kaynaklı iyi bir analiz yapabiliyordu, felsefe ise zaten büyük bir vizyon katıyordu.
Ahmet Arif geç evleniyor ve de geç baba oluyor. Bunda yaşadıkların ne kadar etkisi var?
Yaşamın dayatması denilebilir. Yaklaşık 40’lı yaşların başında evlenmiş. 45’inde de baba olmuş.
Babamın 50’li yıllarda yaşadığı cezaevi süreci var. Daha önce de gözaltına alınıyor. Dövüyorlar, bırakıyorlar. Neymiş şiir yazıyormuş. Bir süre hapis var. 1-1.5 yıl akıl almaz işkencelerle cezaevinde yatıyor. Anlatıp, bize yansıtmazdı ama ben sonradan öğrendim. Genç, 20’li yaşlarda bir üniversite öğrencisini alacaksın etmediğini bırakmayacaksın, şiir yazdın diye sonra da pardon beraat ettin diyeceksin. Sonra da peşini hiç bırakmayacaksın, fişleyeceksin. Sonraki süreçte 60 ihtilali oluyor. Pek çok insan solcuların işine geldi zanneder ama o süreçte babamın başı askerlerle de beladaydı.
Bunlardan dolayı evlenmeye fırsat bulamadı. Parası da yok. Kolay mı ev geçindirmek. Bunlardan tabiî ki hep geri kalıyor, hayat onu öyle öteleyip, yaralıyor.
Hasretinden Prangalar Eskittim evlenme döneminde basılıyor sanırım…
Evet kitabı 68’de çıkıyor. O süreçte teksirlerle basılıyor. Ama şiirleri kimin elinde görürlerse baskı uygulamışlar. Okuyana bile çok çektirmişler.
Sizin çocukluğunuz nasıl geçti? Ahmet Arif’in oğlu olmak nasıl birşeydi?
Hep Ahmet Arif’in çocuğu olduğumu bilerek büyüdüm. Eve gelip gidenler, onlarla konuşulanlar başka idi bilirdim. Bizimkiler de bir sıra dışılık vardı.
O kadar doluydu ki bu konuşmasına da yansırdı. Yumurta kırarken ki sözlerine dahi yansırdı. Bulgur pilavı yaparken dahi pilav kıvama gelmesi sanki insanın kıvama gelmesiymiş gibi anlatırdı. Konuşurken, bir takım küçük detayları araya serpiştirirdi. Bir de babamda hatırladığım hayata dair yorgunluğu olduğunu hiç hissetmedim. Kızardı da öylesi şeylere. “Ben sanatçı, ilerici, devrimci adamım. Umudun kendisi benim, bizim gibi adamlar” derdi. Umutsuzluk yasaktı onun için. Bir sanatçıya umutsuzluk yasak, “dünya rezalette olabilir, ama sanatçı şair umudun kendisidir” derdi.
Pek çok işi kendisi yapardı, yapmayı da severdi. Doğal olarak dışarıda, esnafla iç içeydi, bütün mahallenin Ahmet Abisi idi.
Ölürsem beni cenazemi Hacı Bayram’dan kaldırın demişti. Orası daha garibanların gittiği bir yer. Maltepe daha şehirli insanların gittiği bir yer. Fakat öldüğünde Hacı Bayram’da restorasyon vardı mümkün değildi. Maltepe’den kalktı.
Babamın geçmişine dair hiç pişmanlık yoktu. Net bir adamdı.
Siz de sanatla uğraşıyorsunuz. Bunda babanızın rolü var mı?
Babam sanatçı bende sanatın içinde olayım diye heykelle uğraşmadım. Ama bu işi iyi yapmamda, daha doğru düzgün yapmam da babamın büyük etkisi var. Babamın sanata bakış açısı bana da yansımızş. İçimden geldiği gibi, kendim gibi yapıyorum. Yaptığın işi kendin gibi yap, orjinal olsun iyi olur kötü olur ama kendi çapın olur. Sanatı doğru, düzgün namuslu yap. Bu sanırım ikimizin de dusturu.
Sanatla hayat bir bütündür aslında. Kavramlar bakışlar çok paralellik gösterir. Nasıl yaşıyorsan yaptığın sanatın da öyle oluyor, ya da nasıl işler yapıyorsan zamanla onlara dönüşüyorsun. Marks diyor ya, “İnsan yaptığı işe dönüşür!” bunu gördüm babamda. Bazen herkesi karşına almak zorunda kalıyorsun. Kolay değil tabi ki, “onlar yanlış biliyor ben doğru biliyorum” demek. Özgüven meselesi, dışlanmayı kabullenmek lazım. Zamanla geride ne kalıyor ona bakmak lazım. Uyduruk insanlardan ne kalıyor geriye. İyi adam derlerse bana yeter.
Kafanızdakileri çok rahat ifade ediyorsunuz. Yazmayı denediniz mi?
Hayatım boyunca hiç yazmadım. Hep taşlarla uğraştım. Benim hayatım onlar oldu. Büyük ve ulu ağaçları altında ot bitmezmiş. Belki Ahmet Arif’i gördükten sonra bilinç altımda böyle bir şey oluştu. Onun gibi yazamamak korkusu egemen oldu diye düşünüyorum.
Hiç yazmadım. Sanırım denemeyeceğim de.
Filinta Önal’ın “Taş”la Yolculuğu
İnsanların mayasında bozulma yaşanmış. Ben o yüzden taşla uğraşıyorum. Heykel yapılabilecek bir sürü malzeme var. Ama ben daha çok taşı tercih ediyorum. Onunla diyalog kurabiliyorum. Kocaman bir kitle. Benden önce var olan benden sonrada olacak bir meta. Saygı duymak lazım taşa. Önce eğilip saygımı gösteriyorum. Diyorum ki ona “Aklımda bir şey var. Senin üzerine onu yapacağım” sonra ölçüp, yontma başlıyor. Siz bunu yaparken, onu kopardıkça, sizin duygunuz değişiyor. O da değişiyor. Artık O ocaktan aldığınız taş değil. Kimyası değişmiş oluyor bende eski ben değilim onu kopardım ya bir süreç aldık onunla. Derken, bazen direniyor. Siyah parça çıkıyor içinden. Bir çatlak, bir kıvrım. Dayansan keski ile giderde şey diyor, bir dakika bekle. Taşa saygı duyduğumuz için durup dinliyoruz. Diyor ki, “Benim üzerimde çalışmana izin veriyorum. Ama biraz beni dinle beni. Benim içimde de milyonlarca yılın hatırası var. Biraz da beni dinle. Sana sırlarımı açacağım”.
Onu dinledikçe zihninizde yarattığınız imge başkalaşıyor. Başka bir şey oluyor, iş değişiyor, ben değişiyorum. Ama daha güzel oluyor.
Taşla uğraştığınızda size izin veriyor, sırlarını açıyor, ne kadar mesai verirseniz o mesainin karşılığını alıyorsunuz. Ama insan öyle değil. İnsan ham bir malzeme. Taşla uğraşıyorum. Taşın bir dili üslubu var. Taşın dilini iyi bilmezsen aklındaki ona anlatamazsan, kendini iyi ifade edemezsin.
Söyleşi: Yaşar Aydın – Birgün (6 Haziran 2012) Kaynak: Odatv.com
edebiyathaber.net (8 Haziran 2012)