20.yüzyılın son çeyreğinde uzay boşluğunda süzülen büyük mavi topun içerisinde çok uzun süredir bir mucize olmuyordu. İnsanlığı şaşırtan tüm büyük olaylar, gelişmeler geçtiğimiz yüzyıllarda olmuştu, modern dünyada mucizelere, ütopyalara yer yoktu artık. Hatta bir takım akademisyenler “tarihin sonunu” ilan ediyor, artık yer kürede büyük olaylar olmayacak ve her gün birbirinin tekrarı olacaktı. Dolayısıyla insanlar sıkıntıdan patlıyor, gün boyu seçimler, Beylikdüzü’nde çıkan oy miktarı ve dünyaya çarpması muhtemel dev meteorlar üzerine konuşuyordu. Tüm bunlar yetmezmiş gibi, dünyayı vasat, garip saçlı, imla kurallarıyla arası iyi olmayan siyasetçiler yönetiyor, insanların hayatları hakkında önemli kararlar alıyordu. Aldıkları bu harika kararları da internet duyuruyordu. Dünya bu haldeyken acil suretle bir mucize yaşanması gerekiyordu. Bu bir devrim de olabilirdi, epik bir aşk masalı da… Zaten mucize dediğiniz şey en beklenmedik yerlerden en beklenmedik kişilerden çıkar. Tarih bu hikayelerle doludur. Tıpkı Tom Robbins’in unutulmaz romanı Ağaçkakan’da olduğu gibi.
Parfümün Dansı, B, Bira, Dur Bir Mola Ver gibi kült romanlarının yazarı ve Amerikan edebiyatının en önemli isimlerinin başında gelen Tom Robbins, 1981’de yazdığı, 1999 yılında Türkiyeli okurlarıyla buluştuğu Ağaçkakan’da Robbins’nin bilindik uçarı üslubuyla karşılaşıyoruz; Amerikalı yazarın kendine has alaycı cümleleri, birbiriyle bağlantısız gibi görünen ama bir bütüne işaret eden uzun betimlemeleri ve modern hayat eleştirileri kitap boyunca bize eşlik ediyor. Yazar bu romanında mucizeleri, yaşamın muammasını, modern hayatın saçmalıklarını ve en çok aşkın doğasını merkeze alıyor. Özetle Robbins, kendine has üslubu ve dünyaya bakış açısıyla Ağaçkakan’da pek de alışık olmadığımız bir aşk masalına tanıklık ediyoruz.
Aşk, kader ve mucizeler
Ağaçkakan’daki aşk masalı kurbağa prenslere inanılan ama, monarşilerden, diktatörlükten pek hoşlanılmadığı bir dönemde geçiyor. Kısa bir süre önce tahttan indirilen Furstenberg-Barcelona ailesi de, başta Amerika olmak üzere pek hoşlanılmayan krallıklardan bir tanesiydi. Amerika’nın ülkelerine ‘demokrasi’ getirmesiyle birlikte Kral Max, eşi Kraliçe Tilli ve güzeller güzeli kızları Prenses Leigh-Cheri sadece hanedanlıklarından olmamışlar aynı zamanda sürgüne de gönderilmişlerdir. Ülkelerini artık cunta yönetmekteydi. Kral ve Kraliçe’nin bir sürü erkek çocuğu da vardı, lakin onlar kumar, alkol ve bir takım kötü alışkanlıkların köle olduklarından hikayede önemli bir rolleri yoktu. Devrik Kral ve ailesi, sadık hizmetkarları 80 yaşındaki Gulietta ve CIA’nin görevlendirdiği Chuck’la beraber yaşamaktaydı. Prenses Leigh-Cheri genelikle tavan arasında yaşamakta ve aşkla ilgili romantik hülyalara dalmaktaydı. Yazarın aktardığına göre Cheri’nin ailesi geçmişten bugüne hiç aşık olmamış; ailenin soyunu belirleyecek önemli kıstas iktidar ve zenginlik olarak belirlenmişti. Prenses bu süre zarfında hayal kırıklığına uğradığı ilişkiler yaşamıştır. Bununla beraber Prenses, çevre dostu ve aktivistidir. Onun makul kaderi, Hawaii’de düzenlenecek ve ekolojik felaketlerle burun buruna olan dünyanın geleceğinin tartışılacağı Jeo- Terapi Çevre Şenliği’ne katılmasıyla değişecektir. Etkinliğe dünya çapında ünlü isimler teşrif edecektir. Sadece bu da değil, adanın etrafı uzaylı ve ufo araştırmacılarının odak noktasıdır.
Cheri ve hizmetkarı Gulietta Hawaii’ye doğru seyahat ederken, onlara eşlik eden biri daha vardır. Ağaçkakan lakaplı ve aynı isimli örgütün lideri bomba uzmanı Bernard. Ağaçkakan, üstünde bir düzine dinamit lokumuyla, Hawaii’ye etkinliği bombalamak için Prensesle birlikte uçmaktadır, bir dizi tesadüfün ardından dinamitlerle birlikte uçağı binmeyi başarmıştır. Bernard, aynı zamanda bir anarşisttir. Dikey ya da yatay hiçbir iktidar ilişkisine inanmamaktadır haliyle. Kendisi dünyanın tüm dogmalarına, kısıtlamalarına karşıdır. Ona göre hayat tüm bunlardan azade olmalıdır. Netice de özgürlük emek ister…
Bernard, etkinliğin düzenleneceği alana sızıp, dinamitleri ustaca yerleştirip, bombayı ateşler. Onun bu hain planı yüzünden etkinlik programı iki gün ertelenmek durumunda kalır. İşte, vaziyet bu haldeyken kader ağlarını örer. Bernard ve Leigh Cheri tanışır. Bernard bir Jean Paul Belmando değildir ama onun da Leigh- Cheri gibi kızıl saçları vardır. İkisinin en önemli ortak noktası budur. Ayrıca kızıl saçlıların dünyanın bir takım gizemine vakıf olduğu da dedikodular arasındadır.
Prenses ve Ağaçkakan kısa sürede birbirlerine tutkuyla aşık olurlar. Hayatlarını sonsuza dek, beraber geçirme hayalleri kurmaya çalışırlar. Lakin, modern hayatın işleyişi öyle değildir. Modern dünyada romantik aşkın ömrü toplasanız 5 gündür. Geriye hep hayal kırıklıkları kalır. Üstelik biri kraliyete mensup, diğeri ise azılı bir suçludur. Böyle bir ilişkiyi sıradan bir vatandaş bile gönül rahatlığıyla onay vermez. Bernard ve Leigh-Cheri de bundan azade değildir. Kızıl saçlı çiftimiz saadetlerinin zirvesindeyken, Bernard kanundan kaçamaz ve onun için hapis hayatı başlar.
Leigh-Cheri bu duruma çok üzülür. Kendisini evinin tavan arasına saklar. Bütün gününü orada geçirir. Odasından hiç çıkmaz. Lakin bu hayatı en az bir kez yaşamış olanlar iyi bilir ki, hayatın anlamı en olmayacak yerde belirir. Leigh-Cheri de Bernard’tan kalan Camel paketinin üzerinden hayatın muammasını çözmeye çalışır. Piramitlerin gizemi, devenin konumu aslında başka bir şeyleri simgelemektedir? Yanlış anlaşılmasın Leigh- Cheri dünyayı yöneten yedi gizli ailenin sırrını değil, tam aksine o sigara paketinden hayatın muammasını, gizemini çözer. Güzel prensesin kafasında oluşturduğu tüm bu teoriler onu Bernard’la daha yakınlaştırır ve onu hapisten çıkarmayı kafasına koyar. Lakin her masalda olduğu işler, kolaylıkla yoluna girmez elbette. Leigh-Cheri’ye meftun Arap milyoner, kraliyet gelenekleri, CIA ve uzaylılar bu ilişkiyi baltalamak için devreye girecektir.
Aşıkların kendi kaderlerini tayin etme hakkı vardır
Tom Robbins’in külliyatı, bir takım ortak temalar üzerinden oluşmaktadır. Kurt Vonneguet gibi post-modern edebiyatın önemli temsilcileri arasında yer alan Robbins, modernlik çıkmazını, insanın doğadan kopuşunun yaratmış olduğu açmazları eleştiriyor. Katı pozitivist bir bakış yerine mistik olanı, duygularla hareket etmeyi öne çıkartıyor. Bunun için de romantik aşk çok kıymetlidir.
Absürt ve hiç alışık olmadığımız türden bir aşk romanı olan Ağaçkakan’da Robbins, aşkın olanaklarını ve imkanını masaya yatırıyor. Ulusların olduğu gibi aşıkların da kendi kaderlerini tayin etmek hakkının olduğunu vurguluyor. Modern hayatta rasyonaliteye ve çıkar ilişkilerine indirgenmiş aşkın kalıcı olabilmesinin tek koşulunun aşka ölümüne sahip çıkmak olduğunu hatırlatıyor. Ne kadar imkansız görülse de görülsün, birini gerçekten seviyorsanız o duygularına muhakakkak peşine düşmenin gerekliğini vurguluyor. Neticede katı gerçeklikle inşa edilmiş hayatlarımızda bir tek saf duygularımız kalmıştır. Ulus Baker’in dediği “Yaşasın duygular ayaklanması!”
Robbins, roman boyunca hayattaki tek hakikatin ölüm olduğunu ve yaşamın fazla rasyonelize edilmeyecek kadar kısa olduğunu hatırlatıyor. Ağaçkakan, büyüsünü yitirmiş dünyada bir tek aşk var diyenlerin, modernliğin tüm katı gerçekliğine karşı hâlâ duygularıyla hareket edenlerin romanı…
edebiyathaber.net (26 Haziran 2019)