Barış Bıçakçı, hiç kuşku yok ki kendine has dili ve anlatım tarzıyla Türkiye edebiyatının son yıllardaki en önemli temsilcilerinden biri. Kendisine hiç röportaj vermemesi ya da medyada tek bir fotoğrafının bile yer almaması sebebiyle de bir çok kişi tarafından ‘yerli’ Salinger benzetmesi de yapılmakta. Bununla beraber Bıçakçı her ne kadar medyadan ve ortalıkta görünmekten hoşlanmasa da onun kitaplarına özellikle ‘Bizim Büyük Çaresizliğimiz’in sinemaya uyarlanması (Burada Seyfi Teoman’ı da bir kez daha saygıyla analım) sonrası ilgi bir hayli artmış durumda. Kitaplarından aforizmalar ve epigraflar sosyal medyada sıklıkla dolaşmakta. Ben bu yazıda onun görece eski kitaplarından birinden bahsedeceğim. Barış Bıçakçı’nın 2010 yılında yayınladığı ‘Sinek Isırıklarının Müellifi’ isimli kitabı ise bana göre kendisinin külliyatının en özel yapıtlarının başında gelmekte. Yazar, Sinek Isırıklarının Müellifi’nde edebiyat ve yazma tutkusunu, akıp giden zamanı, gençliğe özlemi, aşkı kısacası hayatın tam kendisini anlatıyor; bunu da oldukça zarif ve şiirsel bir dille aktarıyor. Bu kitabın bir başka önemi ise Barış Bıçakçı, hayata dair bu kadar ciddi meseleleri, toplu konutlarda yaşayan ve oradan pek çıkmayan bir karakter üzerinden anlatıyor olması.
“Hemen Eve dönmek güzeldir”
Sinek Isırıklarının Müellifi’nde hikayesini dinlediğimiz Cemil, eski bir mühendis. Yazarlık yapabilmek için 35 yaşında mesleğinden istifa ediyor. Cemil’in ifadesiyle kendisine doktor eşi Nazlı bakıyor. Nazlı, gündüzleri hastanedeyken, Cemil İstanbul’daki bir yayınevine teslim ettiği romanının basılıp, basılmayacağını merak ediyor. Bunun için hemen her gün telefonun çalmasını bekliyor, iç sesinden editör hanımla edebiyat ve yazarlık üzerine hasbıhal ediyor. Haftada bir yakın arkadaşlarıyla İlhan ve Metin’le halı saha maçı yapmayı ihmal etmiyor. Cemil, toplu konutlardan dünyaya bakıyor, zamanı, evreni ve molekülleri düşünüyor; hayat denen muamma üzerine kafa yoruyor. Komşusunun balkondan yüksek sesle okuduğu gazete haberlerinden memleket hallerine kızıyor. Sonra romanını teslim etmek için gittiği “İstanbul’da dünyanın haline üzülüyor, Ankara’ya dönüyor sadece Ankara’nın haline üzülüyor.” Evden uzak kalınca hayatın dışına itilmiş gibi hissediyor. Dış dünyanın saldırganlığı ve tekinsizliği karşısında hayatta kalmanın tek yolunun evi, kendi dünyası ve daha da önemlisi Nazlı olduğunu biliyor. Bu sebeple İstanbul’da kalabalığın arasında yürürken aklına birden Nazlı gelince, ilk otobüse atlayıp hemen onun yanına dönüyor. Zaten Cemil için ev denilen kavram mekanlardan, şehirlerden ya da dört duvar arasından ibaret değil; onun bütün evi hatta dünyası Nazlı bir anlamda. Onun için kitabın en alıcı bölümünde aklına Nazlı gelince “hemen eve dönmek güzeldir” cümlesi geliyor. Şayet, günün birinde benim de Cemil’le Sakarya’da Büyük Ekspres’te karşılıklı bira içme şansım olsaydı, kendisine ev konusunda onunla aynı fikirde olduğumu söylerdim. Benim de ev tanımım somut mekanlardan oluşmuyor, benim için ev; aile, arkadaş en çok da sevgilidir; kişisel hikayenizi hep aşık olduğunuz kişinin yanına dönmek için yaşarsınız çünkü.
“Zaman Düşer Ellerimden Yere”
Cemil’in kitap boyunca dertlendiği en önemli konu ise; zaman oluyor. Zamanın ellerinin arasından kayıp gitmesine hayıflanıyor. Yeri geliyor bu akıp giden zaman içerisinde bir daha aşık olamayacağı korkusuna kapılıyor. Yeniden aşık olma hayalleri kuruyor sonra aklına Nazlı geliyor, rahatsız oluyor bu fikirden: “Kadınlardan ne çok şey istiyoruz diye düşünüyor Cemil. Bizi affetsinler, bize memelerini göstersinler ve ölümsüzlük versinler.” Hem zaten o da Nazlı’dan başkasını sevecek durumda değildir. “Dünyada Nazlı diye biri olmasaydı, hiç kuşkusuz Balzac’ı alnından öperdim ve bütün kapıları kapatarak yaradılışının yoğunlaşmasını zevkle izin verirdim.”
Geçip giden zamana karşı duyduğu korkunun bir uzantısı olarak kitabın bir bölümünde yaşlı Cemil, genç Cemil’le karşılaşıyor. Geçmişin pişmanlıkları üzerine bir konuşma yapıyor ve zaman konusunda bütün tartışmalara nokta koyabilecek şu cümleyi söylüyor: “Zaman ilerlemek olmaz ama geride bırakmak olabilir diye düşünüyor Cemil.” Cemil, giderek zamanın dışında kaldığını ve yeni nesil tarafından anlaşılamayacağı korkusunu duyar ama bunu da çok sallamaz “80’leri yaşamayan biri bizi nasıl anlayabilir ki, gerçi anlamasalar da olur o kadar mühim insanlar değiliz.”
Cemil’in zaman konusunda oldukça takıntılı bir karakterdir. Özellikle saatler bu anlamda onun için çok özeldir. Babasından kalma saati, tamir etmek için açan ve tezgahının üzerinde öylece bırakan saatçiye, bir sırrı ortaya yaymışçasına çıkışır: “Saat hususi bir şeydi. Hatta mahrem bir şeydir. Saat, bir sırdır. Bunu en iyi sizin idrak etmeniz lazım gelirdi. Onu… Saati… Nasıl öyle ulu orta tezgaha yayarsınız.” Cemil, her ne kadar zaman konusunda tedirgin ve gergin bir halde olsa da; kendisi modern hayatın insanı nefes nefese bırakan zaman dilimi içerisinde yer almaz. Sabah 6 akşam 6 mesaisi yoktur örneğin. Hayatı sakinlikle yaşıyor. Üst kat komşusunun dairesinden su damlatmasını, bir örümceğin banyolarında usulca ördüğü örümcek ağlarını izliyor… Mevsim geçişlerini tüm detaylarıyla takip ediyor. Baharın gelişini merakla bekliyor, yazın Ankara sıcakları bastırınca, toplu konutlarda balkon mevsiminin başlamasını yakından gözlemliyor. Fındığın kavanoza döküldüğü anda çıkan sesi dinliyor, kaynayan çilek reçelinin mutfağa doldurduğu o eşsiz kokuya bayılıyor mesela.
Sinek Isırıklarının Müellifi, özetle hayat, dostluklar ve bir Barış Bıçakçı romanın olmazsa olmazı Ankara üzerine. Bıçakçı, kitapta Ankara’yı önemli bir karakter oyuncusu olarak kurguluyor. Şehri ve mekanları incelikle ele alıyor. Cemil, İlhan ve Metin’in dostluklarını tarif ederken mesele onları güzel bir gün batımından güneş ışıklarının masaya düşmeye bir anda onları Büyük Ekspres’te buluşturuyor. Sonra Cemil, kafa karışıklıklarını gidermek için Yüksel Caddesi’nde yürüyor, kalabalığın arasına karışıyor. Cemil’in iddiasız ve mütevazı hayatına Ankara bu anlamda çok yakışıyor. Bununla beraber Barış Bıçakçı, sıkıcı bir kent romantizmi içerisine girmiyor, tam aksine bir insanın anılarını biriktirdiği bir yer ne kadar kötü olabilir diye soruyor. Yaşadığı yerle sıkı bir bağ kurmaya çalışıyor. Sinek Isırıklarının Müellifi, toplu konutlardan dünyaya bakmaya çalışan bir adamın hikayesi; hayat, evren, edebiyat ve elbette aşk üzerine. Genelden özele doğru seyreden bir hikaye; tıpkı hayat gibi. Bıçakçı’nın en güzel kitaplarından biri, her daim okunası…
Can Öktemer – edebiyathaber.net (29 Mart 2018)