Kendisi aynı zamanda bir doktor olan Cemil Süleyman’ın 1910 yılının Kadıköy’ünde yazdığı, 1911’de Tanin gazetesinde 29 sayı boyunca tefrika edilen Siyah Gözler romanı, Halit Ziya ve Mehmet Rauf’un roman sanatına yaklaşımındaki izleri görebileceğimiz, toplumsal ödeşmelerin yer aldığı, dönemine göre çarpıcı bir roman.
Roman, otuzlu yaşlarda dul bir kadının yirmi iki yaşındaki genç bir delikanlı ile aralarında geçen, aşk ilişkisine yakın tensel birlikteliği ve bu birlikteliğin hazin sonunu anlatıyor. Yazar tarafından önemli olan sanki kitabın kurgusal gerilimi değil; kadının psikolojik açmazlarının, duygudurumlarının tahlili. Yazar retorik süslemelere fazla girmeden, gereksiz ve akışı durduran tasvirlerle mesafesini koruyarak metnin değerine ve anlamına zeval getirmeden tahlilde yoğunlaşıyor. Okur, Cemil Süleyman’ın bu romanı, bir kadının hangi değişken ruh hallerine, nasıl bir hızda, ne sıklıkta girebildiğini göstermek için yazmış olduğu hissine kapılıyor. Zira romanda kurgu, tahlillere sadece aracılık ediyor. Yazar bir kadını aşk cinayeti işleyebilecek noktaya götüren psikolojik marazları sırasıyla gözler önüne seriyor; anskiyete, paranoya, şizofreni, mani, delirme. Kendisi aynı zamanda bir doktor olan Cemil Süleyman insanın ruh sağlığıyla ilgili bilgi birikimini edebi bir formda kurgusal düzleme aktarıyor. Adını bilmediğimiz genç kadının bu açmazlarına ve yazarın bunları nasıl ele aldığına ileride değineceğiz, fakat bundan önce kitapta bir toplumsal panorama olarak öne çıkan namus kavramından, -100 yıl sonra bile hâlâ çok farklı olmayan- dul kadının toplumsal cinsiyetinden dolayı bulunduğu konumdan bahsetmek gerekiyor.
Kadınlık halleri ve psikolojik açmazlar
Siyah Gözler, dul bir kadının, toplumun onun üzerinde hissettirdiği baskıdan dolayı aklını yitirmesinin romanı. Yüzeysel bir okuma yaptığımızda bunun salt kıskançlıktan doğan bir aşk cinayeti olduğunu düşünebiliriz, fakat kadın kahramanın psikolojik açmazlarının sebebi ve onu delirmeye götüren süreç “elalem ne der”, “ya namussuz addedilirsem” korkusundan mürekkep bir süreçtir. Genç kadını toplumsal paranoyaları delirtmiştir. Kadın kahraman Boğaz yakınlarındaki evinde hizmetçisi ve aşçısıyla yaşamaktadır. Toplumun ahlak bekçiliğinin simgelenişini üstlenen iki yardımcısı, kadının kendini sürekli namussuz hissetmesinde etkilidir.
Osmanlı Devleti’nde kadının sosyal yaşamdan uzaklaşması ve mahrem bir “nesne” oluşu, dinsel ve toplumsal temellere dayanan bir yerleşikti. Kadının ne şartlarda kamusal alana çıkabileceği, erkekle nasıl ilişki kurabileceği, kıyafetleri üzerine fermanlar düzenlenirdi, toplumsal alanda kadın ve erkeğin yan yana görülmesi hoş karşılanmazdı. Tanzimat döneminde, fermanın getirdiği batılılaşmanın bir sonucu olarak kadının kamusal alanda yer almasıyla ilgili gelişmeler biraz da olsa sağlandı. Fakat yine de II. Meşrutiyet’in özgürleşme vaadeden ortamında bile kadın-erkek eşitliği bir fanteziden öteye gidemedi, bu dönemde yine toplumsal yerleşikler değişmedi, kadın toplumsal alandan tecrit edilmeye çalışıldı, sözgelimi vapur güvertesinde bulunmasına izin verilmeyerek kapalı kamaraya alındı. Bu sosyal adaletsizliğin bilincinde olan Tanzimat dönemi yazarları, roman formunun Türk edebiyatına girmesiyle bu alanda bilinçli kurgusal metinler yazdılar. Servet-i Fünûn döneminde de kadının daha özgür davranmaya başlaması yazarlar için önemli bir tem oldu. Siyah Gözler romanı, kadının bu yaşamda nerede konumlandığıyla ilgili fikirler vermesi açısından, 1910 yılının Osmanlı’sına bir bakış atmaya olanak tanıdığı için önemlidir. Romanda kadın kahramanın ekonomik gelirinin, dul kalma sebebinin, kişisel uğraşlarının, eğitim durumunun bilgisi verilmez, fakat toplumun ona biçtiği rolün üzerinde özellikle durulur. Kendinden önceki çoğu romanda olduğu gibi, kadın kahramanın bir enstrüman çalıp çalmadığı, hangi dükkanlardan alışveriş yaptığı, hangi terzilere gittiği gibi konular Siyah Gözler romanında kurgunun bir parçası olmamıştır. Ayrıca yazar, Tanzimat romanında sık görülen iki uç imgedeki kadının ötesine geçebilmiştir; genç kadın bütün duygudurumlarıyla ne ideal kadın tipi, ne şeytan kadın tipi, ne düşkün ne namuslu bir kahramandır. O, tüm kadınsal bunalımlarıyla, yazarın eşit mesafede durduğu bir kaybedendir.
Osmanlı toplum yapısında kadın-erkek ilişkisi sağlıklı gelişemediğinden yazarlar kadın-erkek ilişkilerini düzenlerken çoğu zaman aksayan yönlere de bu düzenlemede yer verirler. Siyah Gözler’de genç kadın mesire alanına gittiği zaman, delikanlı yanından geçerken mektup atar, kadın bu kağıt parçasını şemsiyesinin ucuyla çekip alır ve bir genç kız heyecanıyla çayırın bir köşesine çekilerek zarfı açar, okur. İlerleyen günlerde bu mektuplaşmalar bu şekilde sürer. Genç kadının çayırda yine delikanlıyı beklediği bir gün, çantasından mini tabakasını çıkarıp ince bir sigara yapması önemli bir detaydır. Verili ahlak yerleşiklerinde kadının sigara içmesi, erkekler tarafından hoş bulunmamış, kadının toplumsal alanda edep duygusundan uzaklaşmasıyla alakalı görülmüştür. Ahmet Mithat Mesâil-i Muğlaka’da kadının sigarasıyla ilgili şunları söyler: “(…) Avrupa terakki ediyor. Hele Fransa pek hızlı terakki ediyor. Bilhassa Paris şeh-râh-ı terakkide dörtnala yol alıyor. Avrupa’nın her tarafında olduğu gibi bilhassa Paris’te elyevm yeni akıllı, yeni fikirli kadınlar sigara dahi içiyorlar.” (Mesâil-i Muğlaka: 91) Ahmet Mithat kadın ve sigarayı, batılı olmakla birlikte anmaktadır. Cinsiyet eşitsizliği bilinciyle yazan Cemil Süleyman’ın, cesur bir biçimde kadın kahramanına kamusal alanda sigara içirmesi, erkek iktidarına meydan okuma fikriyle bir araya getirilebilir. Psikanalitik bir okumayla, sigaranın metaforik bir penis olduğu, bu cinsel organdan kaynaklanan iktidar alanına kadının da sahip olması gerektiği ve kamusal alanda kadının yaktığı sigarayla bunun somutlaştırıldığı görülür.
Sigara içerek toplumsal cinsiyet sınırlarının dışına çıkan kadın kahramanın, bulunduğu konumun bilincine varması fazla uzun sürmez. Yabancı bir erkekle kendisini çayırda görenlerin, hakkında iyi fikir beslemeyeceğini düşünüp durur. Öğretilmiş kadın kimliği, genç kadına sürekli olarak toplumun yarattığı namus izdüşümünün sorumluluklarını hatırlatır. Kadın cinsellikten ve aşktan keyif alacağı anda namus adı altında beliren ataerkil kültürel normun kendini kuşattığını fark eder. Erkek egemen sistemin kadına dayattığı bu toplumsal kurallar, kadının maruz bırakıldığı sosyal cinsel politika, genç kadının bedenini, cinselliğini ve aklını baskı altına alır. Yine de o, delirmeyi göze alarak ama her zaman toplumsal cinsiyetinin sancılarını en derinlerinde dolu dolu hissederek yaşamak istediği tenselliği yaşar. Aşksız, heyecansız geçen on senelik hayatına ikinci bir aşkı alır: “Henüz aralarında hiçbir rabıta mevcut olmayan bir erkekle görüşebilmek için bir kadın ne kadar serbest olmalıydı!… Sonra onu görenler ne derdi? Fakat o buralarını düşünmüyor; en adi bir hevesi uğruna bir kadının bütün mukaddesât-ı hayatiyyesini feda etmekten çekinmiyordu.” (33)
Kadınların beyinlerinde yaratılan namus prangası genç kadında, verili toplumsal cinsiyet rollerine aykırı davranmama hassasiyeti geliştirmesine neden olur. Genç kadın eğer toplumsal cinsiyet rollerinin dışına çıkarsa namussuz olarak toplum dışına itileceğinden korkar, kendi ahlaki öznelliğini kuramaz; çünkü toplumsal ahlak dayatmaları ile kendi tutumunu dengeleyemez ve sonunda bir içsel çatışma yaşar, bu çatışmanın sonu trajedidir. Esasında toplumun onu getirdiği noktada kadın kahraman psikolojik boşalma yaşamıştır fakat bu, yüzeyde bir kıskançlık-aşk cinayeti gibi görünmektedir.
Genç kadın toplumsal ahlak anlayışını kendi zihninde sürekli ikrar eder. Fakat kendi bedeninin ve cinselliğinin denetlenebilirliğini bu ikrara rağmen yitirdiğinde, aklını da yitirir. Başından beri tekrar ettiği namus/suzluk meselesi -mekânın romanda bir kahraman olarak belirişi gibi- bir kahraman olarak belirir: “Bu yaptığınız şeyin namuslu bir kadına karşı bir hakaret olduğunu düşününüz.” (24), “Bir erkekle konuşmanın ehemmiyetini düşündü; (…) Lakin bu bir namussuzluktan başka bir şey miydi?”(25) , “bir kere kirlenen namusunu ancak ölümle temizleyebilecekti” (28), “bir kadın için bu kadarı bile bir namussuzluk” (38), “ve namuskâr bir kadın için böyle hareket etmek” (38), “…bir erkekle birlikte gezmeye çıkmıştı. Bu bir namussuzluk değil miydi?” (43), “bir kadın için en büyük namussuzluk” (53), “o [kadın] bir alçak, bir namussuz olmuştu.” (61) Namus ve kadın’ın iki kavram olarak kullanımları hep yan yanadır ve namus tanımı kapsamındaki kalıplardan sıyrılmak namussuzluğa geçişi hızlandırır. Genç kadının romanın sonunda yaşadığı delirme, erkek egemen kültür öğretileri doğrultusunda, cezalandırılması olarak okunabilir, fakat aynı zamanda kadın hak ve özgürlükleri konusunda aydınlanma yaşamış bir kuşaktan roman sanatını devralan yazar için bu durum feminist bir intikam olarak da okunabilir. Yazar bilinçli olarak kadının toplumdaki cinsiyet rolünü namus, ahlak, dul kadın olmak üzerinden yansıtmış ve bunları yaşayan kadının histeri hastalığına tutulduğunu göstermiştir.
Çizdiği kadın kahraman, yazarın aynı toplumda bunlara maruz kalmış delirmiş ikizidir. Yazar en başından sonuna kadar bu delirmenin aşamalarını sırasıyla vermiştir. Kadının sık değişen duygudurumları biyolojik cinsiyetinden ötürü yani bir histeriuma (rahime) sahip olmaktan dolayı değil, toplumsal cinsiyetinden dolayıdır. Onun bu buhranlarını doğumla yüklendiği kimliği değil, kültürü oluşturmuştur. Toplumun, kadının yaşayacağı şeylere ne tepki vereceği kadını paranoya ve şizofreniye götürmüştür. Kadın delikanlı ile cinsel birliktelik yaşadıktan sonra kamusal alana çıktığında, herkes kendine bakıyormuş gibi hisseder. “ve bir kere lekelendikten sonra, yaşamak için imkân kalmazdı. Bunu işitenler, şüphesiz ona nefretle bakacaklar; onu her hareketinde takip eden nazarlar, bir mana-yı hareketle ayıbını onun yüzüne çarpacaklardı.” (61) Kadının yaşadığı bu paranoid durum, yönünü, kadın nezdinde toplumdan bireye çevirir ve bu paranoyanın yaşanacağı hedef genç delikanlıdır. Cinsinin bedeni üzerindeki sistematik tahakküme suçluluk duygusu eşliğinde karşı çıkan kadın, kendini aşk başlığı altında bu duruma düşüren erkeğe öfkelenir, öfkesi kıskançlık olarak belirir; kendini küçülmüş ve aşağılık hissettiği için, tensel ilişkiyle sebep olan delikanlıya yaşama şansı vermeyerek sonlandırır bu durumu. Yazara göre bu bir ödeşmedir, toplumun birey olma yolunda ilerleyen kadına attığı kazıkla ödeşmesidir.
Siyah Gözler, kurgunun akışı içinde hızlıca değişen duygudurumları ve kahramanların psikolojik halleri dolayısıyla, klinik psikoloji bilgisini retorik marifetiyle birleştiren bir yazarın izlerini taşır. Yazarın kurduğu edebi dil çeşitli ruh durumlarını tespit eden kelimelerden oluşur. Romanda hangi kelimelerin en fazla kullanıldığına dair bir söylem analizi yaptığımızda en sık kullanılan kelimelerin şunlar olduğu görülür: kalp, endişe, heyecan, aşk, elim, korkmak, hissiyât, hissetmek, ruh, sevmek, ıztırap, halecan, kıskançlık, nedamet, azap. Bunların haricinde romanda duygu, düşünce bildiren psikolojik roman kalıbına uygun sözcükler –sözgelimi Peyami Safa’nın Yalnızız’ında kötü bir retorik kalabalık şeklinde beliren psikolojik terimler gibi olmayarak- edebi akışa uygun, bolca yer almıştır. Bu kelimelerin sık kullanılanları şunlardır: çılgınlık, isyan-ı efkar, asap, gerginlik, kırgın, ümit, saadet, perişan, düşünce, sarhoş, tefekkür, mütereddit, dalgın, pür-helecan, acı, hülya, hiss-i eza, hazz-ı neşve, ezâ, tahassür, arzu, metanet, âmâk-ı ruh, zihin, tesellisiz, acı, meyus, şüphe, hissiyat-ı gurur, intihar, ümitsiz, elem, buhran, tereddüt, metanet, isyan, deli, iştiyak, haz, intikam. Tüm bu kelimeler yazarın bireyselleşme ve içe dönme kavramlarıyla paralel olarak gelişen ruhbilimsel roman türünü denediğini ve bu denemeden zaferle ayrıldığını gösterir. Bu dille kurduğu edebi zeminde, bir ruhbilimsel romanda olması beklenen melankoli, trajedi, dram, psikolojik hastalıklar, anksiyete, şizofreni, paranoya, mani, depresyon, içe dönme, karamsarlık, romantik aşk gibi durumlar sergilenir.
Romanda daha dikkat çekici olan, yazarın bir kadının bilincine girip olaylara oradan bakış atmasıdır. Kadın kahramanın bilincinden durumları yorumlayan yazar, erkek kahramanı bu kadar derinleştirmemiştir ve toplumsal cinsiyetin erkek lehine kurgulandığı, akıl ve adalet süzgecinden geçirilmemiş toplumsal yerleşikler içinde kadının bulunduğu ortamın cezasını, erkek kahramana ödetmiştir. Bu genç kadının öyküsünü yeniden yazan bir okumayla bu romanın bir feminist roman olduğu görülecektir. Yazar delirmiş karşı cins ikizini yazmıştır. Yazarın kadınlık durumuyla ilgili endişe ve öfkesi kurgusal düzlemde görülebilir. Kadın kahraman kendi umutsuzluğundan üreyen bir enerji ile yıkıcı dürtülerle hareket etmiştir, tedirgin bir kadınlıktan delirmiş bir kadınlığa geçmiştir. Cemil Süleyman, ataerkil yerleşikleri açıktan açığa eleştirmese bile, delirmiş karşı cins ikizinde, kendi gizli öfkesi üzerine hareket eden bir kadın yaratmıştır. Erkeği metaforik olarak sanatta öldürme eylemiyle, hüküm süren edebi estetiğin dışına çıkmıştır.
Tabiat/çevre-ruh ilişkisi
Çevrenin/tabiatın canlı bir dekor olarak kullanılması bizim edebiyatımızda Tanzimat romanıyla gelişen bir durumdur. Divan edebiyatında sırf baharı ve kışı anlatan türlerde bile tabiat sadece retorik meziyet için bir malzeme olmuştur, hislerin bu tabiat algılayışında yeri yoktur, her şair, her klasik edebiyatçı tabiattan mutlaka bir ölçüde yararlanmıştır ama bu tabiat statiktir, Tanzimat edebiyatçılarının açtığı ve sonrasında Servet-i Fünuncuların devam ettirdiği şekilde devingen ve dinamik değildir. Roman sanatını Servet-i Fünun yazarlarının edebi mirasıyla devam ettiren Cemil Süleyman, Siyah Gözler’de çevre/ruh ilişkisi hassasiyetini gözetmiştir. Romanda kahramanların düşünceleri, ruhsal durumları tabiatla ve bulundukları çevreyle uyum içindedir. Genç kadının ruhsal tahlili yapıldıktan sonra hemen çevre dekoru tasvir edilir. Bu tasvirler kahramanın çevreyi o an nasıl gördüğüyle ve iç dünyasıyla ilgili fikirler verir. Yazar kadın kahramanın ruhuna iner ve çevreyi kadın tarafından kavranıldığı ölçüde aktarır. Genç kadının, aşık olduğu erkekle ilgili tereddütlerinden doğan huzursuz rüyalarından uyandığı zamanı yazar şöyle tasvir eder: “Genç kadın, kalbinde bir ateşle gözlerini açtığı zaman, yağmur devam ediyor; kuvvetli bir rüzgar, perdeleri savurarak, içeriye zehirli bir kanunisaninin fırtınalarını dolduruyordu. Ve güya ruhunda başlayan bu fırtınayla bütün vücudu kırılıyor; hurdahaş oluyordu.” (32) Burada görüldüğü üzere kadının mutsuzluğuyla çevrenin karamsar tablosu uyum içindedir. Kadının ruhsal durumundaki çöküntülere yağmur, rüzgar, fırtına gibi yıkıcı tabiat olayları karşılık gelir. Yine başka bir örnekte genç kadın ve erkek ormanda öpüştükleri zaman tabiat da o nispette güzel görünmüştür: “Gözünün önünde renkler, ziyalar uçuşuyor; baharın bu çiçekli sabahında, yanında kalbini ateşin hislerle dolduran aşkıyla, yeşillikler arasında, böyle uzun uzun gitmekten ruhunda bir neşve-i taze hissediyordu. Etraf çiçeklerle süslenmiş, yolun üzerinde yabani ağaçların koyu gölgeleri uzanmıştı. Moskof Bayırı’nı geçtikten sonra, yokuşun sırtı başlıyor, çalılıkların arasında dağ menekşelerinin baygın kokuları geliyordu.” (45) Burada görüleceği üzere kadının ruhunda hissettiği yenilenme, bahar manzarası ile somutlaşır. Neşve-i taze, hem kadının ruhu için hem tabiat için kullanılır. Kadın kendini iyi hissettiğinde renkler, ışıklar, çiçekler, yeşillikler, ağaçlar, çalılıklar bu tabloya dahil olur, ayrıca vakit akşam ya da gece değil sabahtır çünkü sabah başlangıçların ve yenilenmenin zamanıdır.
Genç kadının, tereddütlerinden ve huzursuzluklarından azade olduğu bir buluşma anında tabiat ona yemyeşil, taze, ferah görünür; mekan, kadınlık arzularının dışavurumunu yansıtır: “Aşağıda, ağaçların yeşil zirveleri dalgalanıyor; karşıda Büyükdere’nin gölgeli sahili görülüyordu. Genç kadın gözlerinde bir neşve-i saadetle ayaklarının altına serilen levha-i tabiatın seyrediyor; yokuşu döndükçe, manzara parça parça değişerek, gözünün önünde, bir rüya-yı garamın safha-ı hayal-amizi açılıyordu. Artık tamamıyla mesuttu.” (49) Burada manzaranın parça parça değişecek olması genç kadının ruh durumuna görelik taşır. Şimdi manzarayla birlikte aşk rüyasının hayalinde safhaları açılır, fakat daha sonra kıskanç bir kadın olduğunu hatırladıkça mekanın algılanışı değişir; “araba bozuk kaldırımların üzerinde hep o beyni sarsan tarrakalarla yuvarlanıyor; bazen bir taşın üzerinden atlayarak, bazen tekerlekler bir çukura düşerek ilerliyorlardı.” (51) Çukurlar, bozuk kaldırımlar nasıl kadının ruhunun yaralı taraflarına işaret ediyorsa, kırlardaki kelebekler, dağ menekşeleri, kuşlar, boğaz da yenilenmeye aç ruhunu simgeler. Roman boyunca mekan ve insan ruhu arasındaki ilişki, mekanın da devingen bir kahraman gibi anlatıda belirmesi büyük önem taşır. Siyah Gözler’de kadın kahramanın huzursuz, bunalımlı olduğu zamanlarda; kapalı bir oda, kötü hava, ev içi gibi mekanlar ön plana çıkarken; ferahladığı zamanlarda tabiatın güzelliği ve dış mekan belirginleşir.
Kadın kahramanın histerik bir bayılma sonrası ruh durumunun gelişimini izlemek açısından şu örnek incelenebilir: “Suyu içmek için doğrulurken adeta titriyordu. Demek epeyce bir şey geçirmişti. Fakat hizmetçiye hissettirmemek için metanetini toplamaya çalışıyor; lakin doğrulmaya kuvveti kifayet etmeyerek tekrar düşüyordu. Hizmetçinin omzuna dayanarak yatağın içinde oturdu. Ortalık kararmış; odanın içine, akşamların reng-i matemi dolmuştu. Kalbinde, karanlıklarda duyulan bir hiras-ı vahşetle gözlerini pencereye dikerek, bir müddet dışarıyı seyretti. Sular kararıyor, sema yavaş yavaş alçalarak, karşı tepelere gecelerin reng-i zılamı dökülüyordu. Oh yarabbi, işte yine gece oluyordu. Ve o yine yalnız yine kimsesizdi. Geceler, ona asırlar kadar uzun geliyor; kendisini karanlık bir odada, yalnız bulmaktan titriyordu.” (82) Kahramanın çevreyi ruh durumuna göre anlamlandırışının bariz bir örneğini gördüğümüz bu parçada kapalı oda ve gece imgesi, yalnızlık ve huzursuzlukla birleştirilmiştir. Suların kararması ve akşam olması, akşamın matem rengiyle özdeşleştirilmesi Ahmet Haşimvari bir bedbinliği hatırlatır. Hayattan umduğunu bulamayan genç kadın, hayatının geldiği noktayla paralel olarak önce akşamın kızıllığını hisseder, sonra renk daha da koyulaşır ve gecenin karanlığı belirir.
Kaynaklar:
Mesail-i Muğlaka, (2003) A. Mithat. Haz. Kazım Yetiş, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.
Siyah Gözler, (1997) Cemil Süleyman. Haz. Nuri Akbayar, İstanbul: Oğlak Yayınları
İpek Bozkaya – edebiyathaber.net (14 Ekim 2020)