Toprağa sığınan bir mezar kazıcısı… | Anıl Ceren Altunkanat

Temmuz 21, 2015

Toprağa sığınan bir mezar kazıcısı… | Anıl Ceren Altunkanat

cereninkar edilse de her cinayetin bir tutkusu vardır elbet

elbet bir cinnete aittir her şey[1]

“Hayatlarımızın tamamı, gerçekte var olmayan bir geçmişi canlandırmaktan ibaret.”

Yazın birçok yüzü vardır. Genellikle gülümseyen yüzüne eğiliriz. Kumsalı öpen dalgaların sesine; akşam inen serinliğin okşayıcılığına; berrak gece göğünde göz kırpan yıldızlara…

Oysa yazın dehşetli bir yüzü de var. Her şeyi kurutan, tüketen, boğucu bir sıcak; en yakındakiyle mesafeyi bir azaltan bir çoğaltan (ama hep arttıran) o hüzünlü buğu… Zamanı bir Van Gogh tablosuna hapseden sarı, buruk ışık… İnsanın tüm yaşam gücünü kurutan, heveslerini teninden süzüp emen yapışkan, nefessiz hava… Çölleşen yaşamların ürkütücü ve hastalıklı nemi… Cinnete çağıran bir yüzü vardır yazın.

Pislik (David Vann, çeviren Esra Birkan, Can Yayınları, 2013, İstanbul)[2] romanında David Vann alışıldık soğuk ikliminden uzaklaşıp, işte böyle bir mevsimde, yazın bu çıldırtıcı çehresinde kuruyor anlatısını. Ve bu iklim anlatının belkemiğine de işaret ediyor: ailenin, o vazgeçilmez, kaçınılmaz ve dehşetli bağın sarı hüznü, insanın iliğini kemiğini kurutan kuşatıcı sıcağı; onarılmaz uzaklığı ve çıldırtıcı yakınlığı.

“Burada bir aile yetiştiriyorum. Bütün çiçekler açınca da üzerlerine benzin döküp kibriti çakacağım. Ve sonunda özgürlüğümüze kavuşacağız.”

Evet, başkişimiz Galen’in derdi en başından beri özgürlüğüne kavuşmaktır. Annesi, teyzesi, yeğeni ve anneannesinden oluşan ailenin içinde kısılmış kalmıştır. Dahası yaşama dokunamadan sürdürdüğü bir hayatın içinde mahpustur. Bedenin sırlarına eremez, bedeni ona uzaktır; bedeninden kurtulup özgür kalamaz, bedenin arzularına mahkûmdur. Budizm’e sığınmaya çalışır ama samsara çok davetkârdır.   Kabullenip dünyaya dokunmaya çalıştığında karşısına çıkan sahtekârlık, zalim dokunuşlar ve gizlene gizlene aşınmış sevgilerdir.

Annesine ulaşamaz, annesinin kendisine ulaşmasına izin veremez: “Galen ile annesinin arası daha Galen doğmadan önce açılmıştı. Gerçek buydu. Bunun kabahatinin kendi üzerine atılması çok büyük haksızlıktı.” Oysa pisliksuçlu yoktur, yalnızlık vardır.

Teyzesinin kızı, Jennifer, boşlukları doldurulmamış bir açlık uyandırır içinde. Kızın erotik bir sadizmle yüklü zalimliğiyle güçlenen bir arzu ve çaresiz sevme açlığı arasında savrulup durur Galen.

Anneannesi ise katıksız sevgi ve merhamet figürüdür. Huzurevine tıkılıp kalmış, hafıza sorunları olan – ve belki bu yüzden, anımsamadığı (ve anımsanmadığı) için, sevmenin bunca kolay olduğu – yaşlı kadın.

“Hatırlayamamanın nasıl bir şey olduğunu biliyor musun? (…) Hiç kimse olmak gibi. Şimdi sen biri olduğunu zannediyorsun, çünkü anılarını bir araya getirebiliyorsun. Anılarını bir araya getirince bunun bir şey meydana getirdiğini zannediyorsun. Anılarını çıkarsan, hatta yerlerini bile değiştirsen, geriye hiçbir şey kalmaz.”

Romanın görece dingin ve hatta kimi yerde yaz sıcağı gibi bıktırıcı ilerlediği ilk kısımda aileyi tanırız; sakatlıklarını, ketlenmişliklerini, dillenmedikçe – dillenmediğinden – çehre değiştirmiş içtenliklerini. Galen ve bu kadınları birbirine bağlayan çaresizlikleri; çaresizliklerini bayağılaştıran o ketum para ilişkilerini…

Sonra yaz gerçek yüzünü gösterir, cinnet sahneyi kaplar; yaşam birden Galen için hiç olmadığı kadar gerçek ve dehşetli bir iklime bürünür.

“Her birimiz kurban edilmiştik, her gün tekrar tekrar kurban ediliyorduk ve bizim yerimize kurban edilecek başka kimse yoktu. Hakikat buydu.”

Annenin oğlundan vazgeçişiyle başlar dehşet: “Nasıl güldüğünü, gülmeyi nasıl unuttuğunu, nasıl gülümsediğini ve o gülümsemenin çarpılarak nasıl değiştiğini, huysuzluğunun ve ağlamanın öfkeye dönüşmesini izledim. (…) Öfken, artık bana ait olmadığının da bir göstergesi”. Oğulun kendinden vazgeçişiyle ivme kazanır: “Bu eller onun elleri değildi. Bu nefes onun nefesi değildi. Bu anne onun annesi değildi. Bu Galen, Galen değildi. Her şeyi akışına bırakmalı, bu hareket hiçbir bağlantı kurulmadan tamamlanmalıydı.”

Akıl almaz bir devinim zinciri başlar Galen için. Bağlardan kurtulmak, bedenden kurtulmak; sevmek ve sevgiye bir çıkış yolu bulmak… Hepsi sapsarı bir çaresizlik içinde boğulur kalır; her devinimde toprak biraz daha yutar her şeyi. “Geriye ne kalmıştı? Bu hayattaki yanılsamalardan başka hiçbir şey; hiçbir şeyi açmayan bir öbek anahtardı elde kalan. (…) Her şey böyle işte.”

Devinimin tekrarlarına sığınır Galen; durup düşünmek olanaksızdır. Durup düşünmek tek kaçınılması gerekendir çünkü düşünmek gerçek olana dokunuş mesafesindedir. Gerçek olan, tam o an, oracıkta olan, oluşuna karşı koyulamayan dehşettir, cinnettir. “Bizi korkutan şey boşluktu, ardından ne geleceğini bilmemek, ne yapacağımızı veya kim olacağımızı bilmemekti. Tekrarlar insana bir odak noktası, bir sığınak sunuyordu.”

Ve artık tekrarların, duraksız devinimin inşa ettiği bu cehennemden çıkış söz konusu değildir – yokuş aşağı giderken duramayacağınızı bilirsiniz, korkunç bir yok oluşun tam da kursağına yuvarlandığınızı görseniz bile. Neye dönüştüğünüzü görseniz bile…

“Annelerle ilgili sorun da buydu zaten. Daima izliyorlardı, oysa dönüştüğümüz şeyi başkalarının görmesini istemezdik. Bu yüzden annelerimizin ölmesi gerekiyordu belki de. Annelerimizle sevişmek, babalarımızı öldürmek istediğimiz fikri çok saçmaydı. Babalarımızı hiç bulamıyorduk ki.”

Artık anne yoktur, Galen yoktur; o acımasız ve hüzünlü sarının, öldürücü güneşin kavurduğu ve her şeyi içine kattığı toprak vardır. Zamana dönüşen, zamanı dönüştüren toprak. Bizi her şeyimizle kabul eden, insan zamanını aşıp kendi tarihini kuran toprak…

“(…) toprağın güzel nefesini içine çekti, ağzına ve gözlerine dolmasını hissetti, zamanın tadıydı bu, biriken ve boşalan zamanın tadı; ellerinin pençe gibi olduğunu hissetti.”

[1] Şükrü Caner, Çığlık Feneri, Puhu Yayınları, 1987, İstanbul; “Hayalî Kartpostallar” şiirinden.

[2] Romanın özgün adı Dirt. Sözcüğün birçok anlamı içinde “toprak” da bulunuyor. Bu metni okuma sabrı gösterenlerin anlayacağı sebeplerle, “Toprak” başlığının roman için çok daha uygun olduğunu düşünüyorum.

Anıl Ceren Altunkanat – edebiyathaber.net (21 Temmuz 2015)

Yorum yapın