Akıl sağlığımızı korumak için neredeyse son gücümüzü kullandığımız şu günlerde bireysel ve toplumsal olarak başımıza gelenlerin pek çok şeyle ilişkisinin olduğunu bir kez daha hatırlatmak için, geçtiğimiz aylarda yayınlanan bir kitabı önermek istiyorum: Travma ve Anlatı. Livera Yayınları tarafından yayınlan ve Deniz Gündoğan İbrişim tarafından hazırlanan kitap, travma kavramının edebiyat, sinema ve başka sanat dallarında anlatımı üzerine derlenen yazılardan oluşuyor. Süreyya Evren, Hazal Bozyer, Aylin Vartanyan Dilaver, Suat Baran, Selen Erdoğan, Zeynep Uysal, Michael Rothberg, Erin McGlothlin ve Stef Craps kitaba yazılarıyla katkı veren isimler.
Benim kitabı okumak istememin nedeni doğa ve iklim krizi ile travma ilişkisine dair yazılardı. Ancak kendimi, Yunancada yara anlamına gelen travma kavramının yaşamımızı ve dünyadaki hemen her şeyi kapsayan devasa etki alanının içinde yol alırken buldum. Diğer yandan kitapta yer alan yazılar edebiyatın bu devasa etki alanını da kapsayan sonsuz ve özgür bir alan olduğunu hatırlamamızı sağlıyor.
Deniz Gündoğan İbrişim’in Önsöz Yerine üst başlıklı yazısı ile başlıyor kitap. Yazının ilk cümlesi ise Fatmagül Berktay’ın Düşünce Etiği isimli kitabından bir alıntı:
“Dünyayı sadece çağdaşlarımızla değil bizden sonrakilerle de paylaşıyoruz ve onu yaşanabilir bir yer olarak inşa etmek, korumak ve geleceğe bırakmak sorumluluğumuz var.”
İbrişim, Travma ve Anlatı kitabının tam da bu sorumlulukla yola çıktığını söylüyor. Kitaptaki yazılar, biz ve öteki, ezen ve ezilen, kurban ve fail ikiliklerinin ötesine geçmeye, hatta bunu yaparken insan merkezli yaklaşımı eleştirerek insan olmayan özneleri de işin içine katarak travma meselesini irdeliyor. Tüm bunların içinde edebiyat nerede ve neden önemli? Çok önemli çünkü insan olan olmayan herkes ve her şey için eşitlikçi ve adaletli bir dünya yaratmak ancak dil ile mümkün. İbrişim’in de belirttiği gibi, edebiyat bize tüm bunlar için özgür ve uçsuz bucaksız bir alan sağlıyor. Edebiyat, travmatik deneyimlerin ve travmatik hafızanın ve aynı zamanda travmaya tanıklığın çok yönlü biçimde en iyi aktarılabileceği alanlardan biri. Hem İbrişim yazısında hem de kitapta yer alan tüm yazılarda, travma ve edebiyat ilişkisinin önemine vurgu yapan birçok isimden ve çalışmadan bahsediliyor. Cathy Caruth bu isimlerden biri örneğin ve İbrişim yazısında Caruth’un edebiyatın tıpkı psikanaliz gibi yaşantının düğümlerini çözebilme gücüne işaret ettiğini belirtiyor.
Kitaba katkı veren her yazar ve yazısı çok kıymetli ama bu kitabın Deniz Gündoğan İbrişim tarafından hazırlanması kitabı ayrıca değerli kılıyor. Kitaba ilgi göstermemin nedenlerinden biri de onun hazırladığı bir kitap olması. Ben kendisini ekofeminizm konusunda verdiği atölye çalışmaları sayesinde tanıdım. O atölyeler sayesinde hem ufkum genişledi hem de çok ama çok umutlandım. Birçoğumuz ah vah ederken Türkiye’de ve dünyada yüzlerce binlerce insan daha adil bir dünya için muazzam çalışmalar yapıyorlar. Kültürel travma ve hafıza eleştirileri ve edebiyat çalışmaları alanında tutkuyla çalışan İbrişim de onlardan biri. Kitapta sözü geçen konuların bir kısmını hem onun atölyelerinde hem de yine İbrişim tarafından hazırlanan ve sunulan Açık Radyo’da her hafta yayınlanan Ekokozmopolitan programında dinlemiştim. Kitapla daha derinlikli bilgi edinme şansı buldum.
Kitaptaki yazılarda hem bireysel ve öznel travma deneyimleri, hem de Holokost gibi dünya tarihine insanlık suçu ve utancı olarak geçen olaylardan kaynaklı travma deneyimleri üzerinden kuramsal düşünce ve tespitler paylaşılıyor. Kitabın beni etkileyen ana düşüncelerinden biri, İbrişim’in Fatmagül Berktay’dan alıntıladığı cümlede de işaret ettiği gibi, dünyada yaşanan her şeyden her birimizin sorumlu olduğu gerçeğinin hemen her yazıda doğrudan ya da dolaylı hissettirilmesi. Geçmişin, şimdinin ve geleceğin şiddet tarihinde farkında olmasak da bir rolümüzün olduğu, bir suç ortağı olduğumuz gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Özellikle Michael Rothberg’in Travma ve Müdahil Özne başlıklı yazısında bu sorumluluğun altı kalın çizgilerle çiziliyor. Rothberg, Michael Haneke’nin Caché adlı filmi üzerinden düşüncelerini aktarıyor. Şu ya da bu nedenle hepimiz birer müdahil özneyiz. Rothberg, dünyamızdaki şiddetin kaynaklarını anlamak istiyorsak eğer, bakışımızı müdahil öznelere yönlendirmeye başlamamız gerektiğini vurguluyor.
Dünyada korkunç şeyler olurken, ekoloji ile bağlantılı farklı disiplin ve alanlarda pek çok insan çok kıymetli şeyler yapıyor. Edebiyat alanında bu anlamda çok etkileyici anlatılar ortaya çıkıyor. Çağdaş Amerikan şairi Marybeth Holleman’ın “Bir Buzulun Ardından Nasıl Yas Tutmalı” adlı şiirinden bahsediyor İbrişim yazısında ve diyor ki “Biz, bir tür olarak insanın istisnai bir varlık olduğu düşüncesinden kurtulduğumuz zaman, insanın travmaya maruz kalan ve yası tutulabilir biricik özne olduğu hâkim düşüncesini de sarsabiliriz.”
Süreyya Evren, Travmanın Minyatürleri: Edebiyattan ve Sanattan Bağlar ana başlığındaki yazısında kısa kısa birçok yazı yer alıyor. Soykırımlardan depremlere, savaşlardan doğa katliamlarına tüm travmaların ve bunlara dair anlatımların birbirleri ile ilişkili olduğunun altını çizdiği bu yazıda bağlantılı birçok sanatçı ve yazarın eserine yer veriliyor. Kısa yazılarından birinin başlığı İnsanın Sonu. Onun şu sözlerine katılmamak mümkün mü: “İnsan kalmalısın, insanı durdurabilmek için. Bu da galiba iyinin yerini daha da zorlaştırıyor ve zorlaştıracak gelecekte…”
Hazal Bozyer, Reddetmenin Hazları: Aylaklar’da Kopuş, İnat, Hafıza adlı yazısında Melih Cevdet Anday’ın Aylaklar romanını inceliyor. Aylaklar’da aile içi felaketlerle travma ve yaraların toplumsal felaketlerle olan ilişkisi üzerinde duruyor. Tarih, ev, bellek ve hafızayı yazısının temel izlekleri olarak kullanıyor.
Aylin Vartanyan Dilaver, Zeven Biberyan’ın Karıncaların Günbatımı adlı romanını yazısının odağına yerleştirerek, soykırım sonrası travmatik bir deneyime edebiyat aracılığıyla kendisinin tanıklık etme deneyimini anlatıyor.
Suat Baran ise yazısında içeriden deneyimlenen ya da dışarıdan tanıklıkları içeren yetimhane anlatılarıyla yetimhane travmasını inceliyor.
Selen Erdoğan sınıfsal ve kültürel travmayı Şule Gürbüz’ün Kıyamet Emeklisi romanı üzerinden inceliyor.
Zeynep Uysal, Birgül Oğuz’un İstasyon ve Sophie Mackintosh’un Su Kürü adlı romanları ile inceliyor travma kavramını. Doğaya yaslanarak travmayı irdelemesi benim için ayrıca dikkat çekiciydi. İnsan ile insan olmayan canlılar arasında kurulan bağların travmaya etkisi kadar, bu ilişkilerin bireyin ve toplumun dönüşümündeki yerine işaret etmesi, okuru çevresel adalet üzerine düşündürmesi nedeniyle etkilendiğim yazılardan biri oldu.
Kitabın en çarpıcı yazılarından biri Erin McGlothlin’in Fail Travması başlıklı yazısı. McGlothlin’in belirttiğine göre travma kuramı üzerine çalışanlar fail travmasına yeterince ilgi göstermiyor. Failin travmasını düşünme fikri yazıya başlarken açıkçası beni de tedirgin etti: failin travmasını neden düşüneyim ki, mağduru düşünmek varken?! McGlothlin bu meselenin önemine okuru ikna ediyor diyebilirim: eğer fail travmasını yok saymaya devam edersek travmaya neden olan olayların önlenmesini nasıl bekleyebiliriz. Suçu sadece suçluyu cezalandırarak yok edebilir miyiz? Suçun kaynağını yok edemezsek suçu nasıl yok edebiliriz? Yazıyı okurken benim aklıma gelen sorulardı. Ayrıca, savaş ve savunma gibi nedenlerle insan öldüren insanların travmalarını haklı görüp, bize doğru gelmeyen nedenlerle insan öldürenlerin travmalarına sırtımızı dönmemizi sorguluyor McGlothlin. Haklı şiddet haksız şiddet diye bir ayrım ve tanımlamaya gidersek şiddeti nasıl yok edeceğiz?
Stef Craps’ın İklim Travması başlıklı yazısı, beni kitaba çağıran yazıydı. Çok ama çok önemli olduğunu düşündüğüm bir yazı. Herkesin okumasını ve bu yazının açtığı yollarda hep birlikte yürüyebilmeyi diliyorum. Üzücü hatta dehşet verici meseleleri gündemine alsa da umut veren bir yazı olması nedeniyle beni çok heyecanlandırdı. Craps, ekolojik temelli travma literatürünü tartışmaya açıyor. Artık günlük söylemlerimizin bir parçası olacak yeni tanım ve kavramlardan bahsediyor: Solastalji, ekolojik keder, iklim kederi, travma öncesi stres bozukluğu, Antreposen bozukluğu, eko-travma. Solastalji, Avustralyalı filozof Gleen Albrecht tarafından ortaya atılmış: “avuntu anlamına gelen “solace” ile nostalji terimlerinin birleşimi olan solastalji, insanların doğrudan kendi yaşadıkları çevreyle temas halindeyken olumsuz çevresel değişikliklerin neden olduğu sıkıntı olarak nitelendirilebilir.” Craps, “Travmayı hayata ve hatta cansız varlıklara dair daha geniş bir kavrayışla yeniden düşünme, ona yeni bir materyalist ya da insan-sonrası bir uzam kazandırma çağrıları travma çalışmalarını insan özgücülüğünün ve muafiyetinin ötesine geçmeye zorlar,” diyor.
Türkiye de dünya da korkunç zamanlardan geçiyor. Maruz kaldığımız gerçeklerin ardındaki fail insanlar, şu günlerde en somut örneğini yaşadığımız hayvan katliamları ve bu katliam kararını verenler-uygulayanlar, eğer ah vahla eylem gücümüzü kaybedersek, umudumuzu ve en küçük ve basiti bile olsa mücadelemizi yitirirsek, onlar kadar nefret ve intikamla dolarsak asıl o zaman gerçekten kazanacaklar. Edebiyat sonsuz bir alan sunuyor hepimize; nefes almak, anlamak ve anlatmak, birbirimize tutunmak, umutlanmak ve mücadeleyi taze tutmak için. Çünkü edebiyat başımıza gelen felaketlerin ne kadar çok ve ne kadar farklı meseleyle ilişkili olduğunu anlatabilme gücüne sahip. Meselelere çok farklı pencerelerden bakma şansı veriyor bize. Edebiyatı ve sanatı, sadece boş zamanların ve haz almanın alanına indirgersek ve sırf bu yüzden hayatlarımızdaki önceliklerini geriye atarsak kötülük o zaman gerçekten kazanacak, diye düşünüyorum. Travma ve Anlatı, etrafımızda olup bitenlere dair nerede durduğumuz, nereye gidebileceğimiz ve neler yapabileceğimiz konusunda olası düşüncelerin kapısını aralıyor. İnadına edebiyat, inadına sanat diyor.
edebiyathaber.net (20 Ağustos 2024)