Tren geçti, vapur kalktı: Hikâyeler kaldı | Emek Erez

Mayıs 8, 2017

Tren geçti, vapur kalktı: Hikâyeler kaldı | Emek Erez

emek-erezİstasyonlar veya iskeleler garip bir hüzün verir bana. Kafamda bu yerler biraz da hüzün mekânları olarak belirir. Belki de öyle değildir ben uyduruyorumdur bilemedim şimdi. Lisede sosyoloji öğretmeni yığın nedir bir örnek verebilecek olan var mı diye sorduğunda, elimi istekle kaldırıp; “istasyonlarda, iskelelerde, duraklarda bekleyen insanlar yığınları teşkil eder” deyiverdiğimi hatırlıyorum. Hocanın cevabı pek beğendiğini de söyleyeyim ukalaca. Yığın, insanların bir arada olduğu ilişkisiz kalabalıklar olarak tanımlanabilir sanıyorum. Şimdi düşündüğümde ise yukarıdaki cevabımı yanlış buluyorum. Bu istasyon kalabalıklarının paylaştığı bir şeyler var çünkü belki bana özgü olmayan o hüzün veya geride birisini bırakmak ya da uzakta birine kavuşmak hissi. Trende, vapurda, otobüste yaşanan herhangi bir aksaklıkta aynı anda “cık cık” diyerek tepki göstermek veya göz göze gelip gülümsemek gibi mesela. Yani özetle, benim zamanında yığın olarak adlandırdığım bu insanların ilişkisiz hiç ortaklığı olmayan kalabalıklar olmadığını şimdi anlıyorum.

Okumak işte, öylesine bir eylem değil. Benim belleğimi lise günlerine çağıran da bir okuma edimi. Murathan Mungan’ın derlediği “Edebiyat Seferleri İçin Vapur Tarifeleri” ve “Tren Geçti” adlı içinden vapurlu trenli hikâyelerin geçtiği iki kitap geçtiğimiz günlerde Metis tarafından basıldı. Mungan, kendisinin de bahsettiği gibi öznel olarak belirlemiş öykü seçimlerini. İlla ki bunlardır tren ve vapur öyküleri diye bir derdi yok yani kitabın. Bence güzel bir araya getirilmiş öyküler bunlar, tarihsel bir kronolojiden çok belki de istasyonların ve iskelelerin dünden bugüne duygu izlerini hikâyelerle takip etmemizi sağlayan bir devamlılığı var.

“Gitmek bölünmektir” diyordu Nancy. Vapurlar ve trenlerle ilgili en önemli imgelerden birisi de bu sanırım. Yani, gitme, yollara düşme bazen belirli bir gidiş, bazen de hiç öylesine. Ne şekilde olursa olsun işte Nancy’nin bölünme dediği hissi barındıran bir durum içeriyor sonuçta bu yolculuklar. Bölünürsünüz çünkü geride kalan vardır genellikle, gidilecek yere ulaşsan bile tam gidemezsin bir yanın geride kalır. Bu nedenle Mungan’ın derlediği bu iki kitapta gitmeler üzerine biraz. Ve her gidişin bir hikâyesi var. İstasyon ve iskele hikâyeleri, buralardan ayrılan yolcuların yollarda yaşadıkları karşılaşmalar, bazen kurgu, bazen gözlem, bazen de kişisel bir tecrübe ile harmanlanmış, yolu bir kere bile istasyondan geçmiş her insanın belleğini çağıran, gülümseten, hüzün veren can yakan öyküler. Bu anlamda “Edebiyat Seferleri İçin Vapur Tarifeleri” ve “Tren Geçti” adlı bu iki akraba kitap, her insana dokunacak, yollara düşme hissi verecek, bellek yoklatacak, bazen bir kentten, bazen bozkırın tam ortasından okuyucuya seslenen öykülerle, birçok duyguyu bir araya getirebilmiş bir seçki olmuş.

munganMungan’ın seçkisiyle oluşmuş bu iki kitap, birçok öykücüyü de bir araya getirmiş, kimler yok ki; Sait Faik, Leyla Erbil, Sevim Burak, Sabahattin Ali, Oktay Akbal, Behçet Çelik, Ferid Edgü, Karin Karakaşlı, Türker Ayyıldız, Tomris Uyar, Bora Abdo, Ahmet Hamdi Tanpınar, Oğuz Atay ve daha nice isim, dünden bugüne anlatılarıyla, hayatta “var kalma” çabamızda yanımızda olan pek çok hikâyeci, düş işçisi. Bu anlamda bu kitaplar aslında öykücülüğümüze de şöyle bir bakma imkânı sunuyor. Çünkü dönemler değişiyor, mekânlar değişiyor ve bunlarla birlikte duygular, yaşama bakış, dünyaya dair hissiyat da değişiyor. Sanırım bu hikâyeleri okurken Mungan’ın yaptığı sıralamayla okumak bu değişimi gözlemleyebilmemizi de sağlıyor.

Mungan, aralarındaki akrabalık ilişkisini güçlendirmek için vapurlara ve trenlere dair bu hikâyelerin aynı anda yayımlandığından bahsetmiş. Bu iyi de olmuş çünkü bir birinden, bir diğerinden okurken trenler ve vapurlar bir araya gelmiş de konferans yapıyorlarmış gibi bir his bıraktı bende. Şehirlerin bellek mekânlarının tek tek yok edildiği bir ortamda, bozkırın ortasında bir istasyon hayal etmek, Sabahattin Ali’nin “Ayran” öyküsünü okuyup, buz gibi karlı havada iki kardeşine ekmek götürmek için kar renkli ayranı satmaya çalışan Hasan ile dertlenmek, Oğuz Atay’ın “ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?” diye sorduğu “Demiryolu Hikâyecileri” adlı öyküsünü tekrar okuyup, bir an o istasyonun içine girip Atay’a cevap vermek, Tomris Uyar’ın her okuduğumda bir gün bu öykünün devamını yazacağım diye beni heveslendiren, “Sonuncu Belki” adlı öyküsüyle karşılaşmak ve kafası çantası gibi karışık, hayalimde yüzü çok belirgin o kadınla tekrar o vagonda karşılaşmak gibi pek çok ayrı hissi uyandırarak, hayal kurduran  istekler bıraktı bu okuma deneyimi ben de. Eski bir dostla karşılaşmış, yeni dostlar edinmiş gibi bir his bu.

İstasyonlar ve iskeleler aynı zamanda bir kentin kimliği ve belleği ile de ilişkilidir. İnsanların tesadüfen karşılaştığı aynı yerde olma hissini yaşatan, geçmişi anımsatan şimdiyi fark ettiren yerlerdir. Bu anlamda bu iki kitabın farklı zamanlara ait öykülerinden kentlerin kimliğine ve belleğine dair de epey bilgi edinebiliriz. Mungan vapurla ya da denizle ilgili öykülerin daha çok İstanbul merkezli olduğundan bahsediyor. Bunun biraz da denize sırtını dönük bir yaşam sürdüğümüzle ilgili olabileceğine değiniyor. Bu anlamda kitaptaki öykülerin genel olarak İstanbul’u hatırlatan öyküler olduğunu söyleyebiliriz.

Bu öykülerden sözünü ettiğimiz gibi kentin bıraktığı hissin değişimini, kent belleğini ve kimliğini de takip edebiliriz. Ve aslında değişenin hisler kadar mekânlar olduğunu, şehirlerin bellek mekânlarının nasıl yok edildiğini de hatırlayabiliriz. Sonuçta, öyküler sadece bizi içine çeken kurgular değillerdir aynı zamanda bize zaman içerisinde mekânların ve hislerin nasıl değiştiğini de fısıldarlar. Sadece mekânlar ve hisler de değildir değişen, aynı zamanda insanlar arasındaki ilişkiler de değişiyordur. Bir örnek vermem gerekirse; “Edebiyat Seferleri İçin Vapur Tarifeleri” adlı kitapta yer alan Murat Gülsoy’un “Kuşku” adlı öyküsü uygun olabilir. Bu öyküde aslında güvenlik duygusuyla kontrol edilen, kimsenin kimseye inanmadığı bir insanlık durumu konu edilmiş. Kendisine çantasını emanet eden yolcunun bir anda bombacı olduğuna karar veren kuşkucu bir karakter profili çizilmiş. Bu daha bugüne ait bir öykü, bu hikâyede Sait Faik’in “Projektörcü” adlı öyküsündeki muhabbet yok. Daha kuşkucu, daha yalnızlığa meyilli, daha bireye dönük bir insan profili var ve bu profil biziz yani kaygılarıyla var olan modernliğin ve sonrasının yaşama dair sevinci elinden alınmış, içe dönük bireyleri; sen, ben, biz.

“İstasyon insanları, buradalar tesadüfen aynı rüyayı görüp ayrı yerlere giden” diyor şarkı, “Edebiyat Seferleri İçin Vapur Tarifeleri” ve “Tren Geçti” bu iki seçkideki öyküleri okurken, devamlı kulağımda çaldı bu şarkı. İstasyon insanları, tesadüfen aynı yerde bir araya gelmişler, karşılaşmışlar ve ortaya hikâyeler çıkmış. Murathan Mungan okur için bu hikâyeleri bir araya getirmiş, yollara düşmek, öykülere sığınmak, mekânların, ilişkilerin değişimini gözlemlemek isteyenler için bu okuma yolculuğunu da paylaşmış olayım. İçinizden trenler geçsin, vapurlar kalksın dünyanın çıkmazından azıcık olsun uzaklaşın diye.

Emek Erez – edebiyathaber.net (8 Mayıs 2017)

Yorum yapın