Söyleşi: Hatice Günday Şahman
Tuba Dere ile Hece Yayınlarından çıkan “Kahramanlarıma Mektuplar” kitabı üzerine söyleştik.
Kahramanlarıma Mektuplar kitabına geçmeden önce, edebi bir tür olarak mektuplara bakışını öğrenmek istiyorum. Ünlü kişilerin mahrem alanlarına girmek sende nasıl bir duygu uyandırıyor? Özellikle severek okuduğun ya da kendine rehber edindiğin, mektup türünde yazılmış bir başucu kitabın var mı?
Günlük ve mektuplar yayımlanmak amacıyla yazılmıyorlar, onları okurken yazarın kişisel alanına girmiş oluyoruz ama eserlerin yaratım süreçleri, yazının yaşamdaki aksi sedası daha doğrusu sanatçının dünyası beni çok etkiliyor. Bu metinleri magazinel bir tecessüsle okumuyorum. Sanatla yaşam arasındaki mesafeyi derinden hissettiğim için yazarların sancılı yaşamına tanık olmak kendi yaşamımı anlamlandırmamı kolaylaştırıyor sanırım. Çok sevdiğim yazarların külliyatını okurken mektuplarını da özellikle araştırıp okurum. Tanpınar hayatımda özel bir yere sahip olduğu için mektuplarını defalarca okudum. Tezer Özlü ve Ferit Edgü çok sevdiğim iki yazar. “Her Şeyin Sonundayım” beni çok etkiler. Bunun dışında mektup türünde kurgusal eserleri de çok seviyorum, Genç Werther vazgeçemediklerimden.
Mektup türünde mevcut eserler ya ünlü kişilerin sanatçı dostlarına, âşık oldukları kişilere, eşlerine, çocuklarına vb. şeklinde yazılmış. Ya da mektubun bir anlatım tekniği olarak kullanıldığı eserlerde, mektuplar kurmaca kişilere yazılmış. Oysa senin kitabındaki mektupların muhatapları farklı yazarların roman kahramanları. Oldukça özgün bir kitap ve yanılmıyorsam türünün ilk örneği, aynı zamanda senin de ilk kitabın Kahramanlarıma Mektuplar. Kahramanlara mektuplar yazma fikri sende nasıl oluştu? İlk önce hangi kahramana yazdın?
Mümtaz üniversite yıllarımda hayatıma girdi ve bir daha hiç çıkmadı diyebilirim. Edebiyat fakültesinde öğrenciyken (Tanpınar o yıllarda henüz meşhur bir adam değildi:) Tanpınar külliyatını, notlar ala ala hatta ezberleyerek okumuştum. Huzur çantamdan hiç çıkmazdı. Mümtaz’ın Tanpınar’la bütünleşen bir çehresi vardı benim için. Edebiyat adına ne öğrendimse ondandır, sanata ve yazıya bakışımı o biçimlendirdi. Yaşamımdaki gerçek bir insan, bir dost gibidir Mümtaz. O yıllarda ona hitaben günlük benzeri yazılar yazmıştım.
Bir süre önce Ayraç dergisinde kitap değerlendirme ve tanıtım yazıları yazıyordum. Orhan Pamuk’un Kafamda Bir Tuhaflık romanı yeni yayımlanmıştı. Dergideki arkadaşlara kitap hakkında yazmak istediğimi söyledim. Diğer Orhan Pamuk kitapları gibi onu da -mest olmuş- okurken notlar aldım. Sonunda baktım, tuttuğum notların büyük bir kısmı Mevlut’a yönelik. Mümtaz için yazdıklarıma benziyor. Böylece yazıyı Mevlut’a hitaben, mektup biçiminde kaleme aldım. Dergide yayımlandığında da güzel geri dönüşler oldu. Bir gün kıymetli abimiz Necip Tosun’la sohbet ederken yazma serüvenimin mektuplar üzerinden gittiğinden, Mevlut’a yazdığımdan, Mümtaz’a notlarımdan bahsettim. O da beni bu mektuplara devam etme hususunda yüreklendirdi. Böylece diğer kitaplar için tuttuğum notları, başka romanların kahramanlarıyla olan dostluğumu da mektuplara taşıdım. Sonra bunlar Hece Öykü dergisinde yayımlanmaya başladı.
Mektupları yazan kim? Kahramanlarına Mektuplar Yazan Kadın kurmaca bir öykü kahramanı mı? Bir hayal-et mi? Tuba Dere mi?
Mektupları yazan kim, aslında ben de bilmiyorum çünkü yazının membaını tarif etmek zor. Kurgu benim için hayal gibi, onun kadar doğal ve yaşama dâhil olan bir şey. Kitabın girişindeki “hayal-et” bölümü zaten kitabın kurgusal yapısına dikkat çekmek için yazıldı. Mektupların hepsinde bir kurgu var, bu nedenle aynı zamanda öykü.
Hiç kimse bir kitaptan aynı kişi olarak çıkamaz, demiştim; çünkü bütün kitapların sonunda, artık kitaba başlarken olduğum kişi olmadığımı hissediyorum. Tıpkı dostluklar gibi. Hayatımıza giren her insan bizi az çok değiştirir. İnsanlarla ilişkilerimiz nasıl farklı yönlerimizi bize gösteriyor; bizim bile bilmediğimiz karanlık taraflarımıza ışık tutuyorsa öyle. Kitapların dünyama getirdiği bu başkalaşımla yazdım o mektupları ve imzasını her seferinde farklı bir el olarak attım.
Kapak tasarımı da çok ilginç. Boş, sahipsiz gibi görünen ama mutlaka bir sahibi olduğu hissedilen, oymalı, kallavi:) bir koltuk ve önde mektuplara konu olan kitaplar. Tasarımdan söz eder misin?
Kapakla ilgili güzel yorumlar alıyor, çok mutlu oluyorum. Ekip arkadaşlarım Onur ve Nazlı sağ olsunlar. İkisi de işlerinde ustalar. Kapakta mektup yazdığım tüm kitapların yer almasını istiyordum. Bir gün iş yerime kitapları getirdim, arkadaşlarla birlikte çalışma masamın üzerindeki objeleri de kullanarak bir masa hazırladık, sağ olsun Onur (Baykul) fotoğraflar çekti, Nazlı (Angın) da tasarımını yaptı. Kapaktaki objelerin o kitapları ve mektupları çağrıştıran tarafları var sanırım. Ayrıca her biri farklı bir arkadaşımın hediyesi, bu anlamda da özel.
Hikâyesinden Kaçan Kahraman, Gül Kokusu, İnsan Denen Uçurum, Sınırda Bir Sır Kenti, Kesik Acısı gibi her mektubun çok şiirsel bir ismi var, kimileri kitapların adlarıyla ilgili ve her biri sonrasında bir öykü vaat ediyor. İsimler nasıl ortaya çıktı?
Metinlerine kolay ad verebilen, başlık koyabilen biri değilim, uzun süre düşünüyorum, ad genellikle metin bittikten sonra ortaya çıkıyor, başlığın metni tamamlayıcı/ kuşatıcı olmasına özen gösteriyorum.
Mektubu yazarken kullandığın dil, seçtiğin sözcükler kahramanın diliyle ortak. Bunun için metinler üzerinde tekrar çalışıyor musun?
Ben çok mektup yazan biriyim ama bazen mektuplarının bile müsveddesini yapan biri. Kitaptaki mektuplar üzerinde epey çalıştım. Çünkü zor yazıyorum. Yıllardır yazıyla uğraştığım hâlde Kahramanlarıma Mektuplar ilk kitabım. Metinlerimden bir türlü kopamıyor, onları elimden çıkaramıyorum. Mektupların üsluplarındaki farklılığı da ancak kahramanların benim için sahici oluşlarıyla açıklayabilirim. İnsanlarla nasıl onların dilinden konuşarak anlaşabiliyorsanız, kahramanlarla da öyle oluyor. Bir de insanlarla konuşabileceğiniz bir mesafe ve buna özgü üslup var. Mesela Kemal Güner’le Ercan Kesal’a duyduğum hürmetin sesiyle konuştum. Fuat’la, onunla dost olan Alex’in dilinden (Alex’in torunu olarak) ve onun sesiyle. Gül Yetiştiren Adam’la torununun sesiyle.
Kitapları okumamış adeta yaşamışsın. Romanın geçtiği mekânlara ziyaret, sözü edilen yemekleri yapma, reçeteleri, tarifleri uygulama gibi. Nasıl bir okuma tarzın var? Mevlut’a yazdığın mektupta “saplantılı bir okur olduğunu” belirtiyorsun. Nasıl oluyor bu saplantılılık hâli? Memnun musun? Bu durum okuduğun her kitap için geçerli mi?
Roman ya da öykü okurken sevdiğim kahramanın rengine bulanarak okuyorum, bir süre (hatta bazen yıllarca) onun duygularıyla, bakışıyla yaşıyorum. İnsan zihninin okuduklarını, izlediklerini, rüyaları, anlatılan hikâyeleri gerçek yaşam deneyimleri gibi algılayıp depoladığını okumuştum. Benim aklım ve kalbim bir türlü o kahramanların var olamadığına inanmıyor. Yazar yazarken, okur düşlerken var kılıyor. Ben onları gerçek yaşamda biri, bir yakınım gibi algılamaktan hoşlanıyorum. Okumak benim için böyle anlam kazanıyor.
Mektup yazacağın kahramanları nasıl seçtin? Yazarın diğer kitaplarındaki kahramanlara değil de neden ona? Kahramanların ortak bir özelliği var mı? Yazarken zorlandığın bir mektup oldu mu?
Bilirsin bir okurun hayatına sıkı dost olarak birçok kahraman girebilir. Bunlar birbirine benzemez üstelik. Mektupları, Tanpınar hariç, yaşayan yazarların kahramanlarına yazdım. Bu yazarların farklı ekollerden, edebiyat çevrelerinden, farklı dünya görüşlerine sahip, farklı tarz ve üsluplarda yazan insanlar olmasını istedim. Amacım okur olarak samimiyetle sevdiğim kahramanların çeşitliliğini gösterebilmek, yazarların ustaca kurdukları metinlere hayranlığımı dile getirmekti. Seçmekte zorlandığım kahramanlar tabii ki oldu. Mesela çok sevdiğim Murat Gülsoy, Ayfer Tunç romanları ve Mustafa Kutlu kitapları arasında epey gezindim. Bin Hüzünlü Haz’ın Alaaddin’i ile Ziya arasında bir müddet kararsız kaldım. Ahmet Ümit’e çevirmenleriyle yaptığı bir toplantıda fikrini sormasaydım tek mitolojik kahramanım olan Patasana’ya yazmazdım belki. Ama en çok Dünya Ağrısı’nın Mürşit’ine bir de Gölgeler ve Hayaller Şehrinde’nin Fuat’ına yazarken zorlandım. Çünkü o kitapları okurken de mektupları yazarken de acı çektim.
Sanırım bazı yazarlarla bağın çok güçlü. “Hayatıma senden sızan ayrıntıları çok defa kendi gerçekliğimden ayıramam, hamurumu mayanla yoğurdun,” diye yazdığın Mümtaz ve senin için çok ayrıcalıklı bir yazar olan Tanpınar’la ilişkinden söz eder misin? “Ne zaman bir kitabını okusam ruhsal bir kamaşma yaşarım,” dediğin Hasan Ali ilgili, bir okur olarak, bir yazar olarak sana kattıklarından söz eder misin? “Aynı kumaştan olduğunu hissettiğin, onunla dikilmiş bir entarinin kalanından biçilmiş, aynı model, küçük kız elbisesiydim,” dediğin Nazan Bekiroğlu ile dostluğundan bahseder misin?
Tanpınar –bahsettiğim gibi- öğrenciliğim, gençliğim, Mümtaz ilk göz ağrım. Edebiyatla bağımı güçlendiren, yoluma ışık tutan insan, hayranlık duyduğum yazar, hocam, üstadım Nazan Bekiroğlu. Hasan Ali Toptaş da “kelimeleri kabına sığmayan adam” benim için. Özellikle ilk romanlarını, üslubunu ve meta kurmacayı seviyorum.
“Pencere içine oturmuş bir kadın, elinde iğne danteli” Mücella’ya, “Bizden öncekilerin hayatlarıyla bizim hayatımız arasında devri daim” söz konusu, “bunun en yakın tanığı ise insan artığı eşya,” diye yazmışsın. Nesnelerle, insan artığı, yaşam tanığı eşyalarla bağlantın nasıl?
Tam bir eskiciyim ben. Anneanne ve dedemin anne babaları yaşıyordu ben küçükken. Beypazarı’nın tarihî evlerindeki yaşama az çok tanık oldum. Müptelası olduğum o eski eşyaların kullanıldığı devri kıyısından gördüm yani. Bazı yazarları ve eserlerini sevmemin sebebi de bu. Eşyanın ve mekânın ruhunu var. Atalarımdan kalan eşyayı sadece saklamıyor, aynı zamanda kullanıyorum. Onların elbiselerini giymek, tabaklarında yemek yiyip bardaklarından su içmek zamansızlık/zaman meydan okumak gibi geliyor bana.
“Roman kahramanları yazarlarını kıskandıracak kadar, kadim ve ölümsüzdür,” diye yazmışsın. Bu konuyu biraz da açar mısın?
Eser yayımlandıktan sonra yazarından kopup zamanın sularına bırakılmış oluyor. Kitabın nereye, kime, ne zaman ulaşacağı belli değil, kendine özgü, yazarından azade bir kaderi var ve varlığı yazarına bağlı değil artık. Kahramanların da öyle. Hatta kahramanlar daha ünlü. Hepimiz onları yazarlarından daha çok tanıyoruz. Yazarlar aramızdan ayrılsalar da kahramanlar hep bizimle.
Yazarların –yaşayan- yazarların bu mektuplardan/kitaptan haberleri var mı?
Aramızdan ayrılan tek yazar Tanpınar biliyorsun. Mektuplar Hece Öykü’de yayımlandıktan sonra yazarlara ulaştırmaya çalıştım. Mesela imza gününde Orhan Pamuk’a verip “Mevlut’a bir mektubum var, bunu kendisine iletir misiniz?” demiştim. Ahmet Ümit ve Faruk Duman’a mektupları yazmadan sormuştum. Tüm yazarlara kitap yayımlandıktan sonra hemen gönderdim. Aslında mektupları yazarken tedirgindim, onların kahramanlarıyla ilgili kurgular yaparak cüretkârlık mı ediyorum acaba diye endişeleniyordum. Ama olumsuz bir tepkiyle karşılaşmadım, aksine güzel dönüşler aldım. Murat Gülsoy, Hasan Ali Toptaş, Nazan Bekiroğlu, Saygın Ersin, Faruk Duman, Ercan Kesal, Ayfer Tunç, Mustafa Kutlu ve Latife Tekin kitapla ilgili dönüş yapıp iyi dileklerde bulundular. Hepsine müteşekkirim, onlar yazmasa, bu kahramanları yaratmasa, ben yazamazdım.
Edebiyat yolculuğunu ne şekilde sürdürmeyi düşünüyorsun? Mektuplar devam edecek mi?
Benim okuma deneyimim böyle. Kahramanlarla dost olarak, yaza çize, okumaya devam edeceğim elbette. Ama artık mektup yayımlamam herhâlde. Kendimi tekrar etmekten hoşlanmıyorum. Öyküler yazıyorum. Bakalım kalem ve kelam beni nereye götürecek?
edebiyathaber.net (7 Şubat 2020)