Söyleşi: Demet Aksu
Tuba Kumaş’ın ikinci öykü kitabı Uç, Mart 2021’de İthaki Yayınları etiketiyle okuyucusuyla buluştu. Kumaş, birbirine iplerle bağlı karakterleriyle okuyucuyu gerçekle düş arasında bir köprüden geçiriyor. Okuyucu bu köprüde bazen elindeki makasla annesinin iplerini kesen bir kız çocuğuyla, bazen rengarenk uçurtmasının ipiyle uçmak isteyen bir erkek çocuğuyla, bazen de toplumun attığı düğümleri açmak isteyen bir kadınla tanıştırıyor. Bunu yaparken de duru dili ve özenli anlatısından taviz vermiyor. Tuba Kumaş ile kitabı Uç’u ve dahasını konuştuk.
Uç ikinci öykü kitabınız. On beş öyküden oluşuyor ve okuyucuyu gerçekle düş arasında bir köprüden geçiriyor. Uç’un doğuşundan, yolculuğundan bahseder misiniz?
Tiyatro bölümünde öğrenciyken Ionesco’nun “Ders” oyununu çalışmıştık. Oyun kişileri öğretmen ve öğrencisiydi. Oyun boyunca öğretmenin öğrencisini yavaş yavaş yok etmesine tanık oluyorduk ve öğrencinin verebildiği tek tepki “Dudaklarım yanıyor,” cümlesiydi. O oyundan çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Yıllarca aklımdan çıkmayan bu cümle Tohum öyküsüne başlamam için bana ilham verdi. Otobiyografik bir öykü diyebileceğim Tohum da Uç’un ilk öyküsü oldu. Sonra çok kısa bir süre içinde Uyku’yu ve Kabuk’u yazdım. Üç öykü arasında bir bağ vardı. Bu bağı başka öykülerle de devam ettirmek istedim ve ortaya on beş öyküden oluşan “Uç” çıktı
Uç, kitap boyunca kendini hatırlatan bir isim. Kitabın ismine nasıl karar verdiniz?
Kitapta evlere ve birbirlerine iplerle bağlı karakterler var. O iplerden kurtulmak için yürüyüp gitmek yetmiyor uçmak gerekiyor. Başka birine, başka bir şeye dönüşmek… Yürüyün, koşun, konuşun, bağırın, olmadı uçun diyorum. Kanatları olmayan insanlara “Uç” diye seslenmenin öykülerdeki gerçeküstü anlatımı da desteklediğini düşünüyorum.
Öykülerin geneline baktığımızda, birçoğunda birinci tekil, kadın anlatıcı ön plana çıkıyor. Bir kadın adeta tüm öykülerin arasında geziniyor. Bazen bir kız çocuğu, bazen bir genç kız bazen de kendi olarak karşımıza çıkıyor. Neler söylemek istersiniz?
Tek bir zihin ama o zihnin dolaştığı farklı bedenler, farklı evler, farklı cinsiyetler var. Kimiyle çocukken, kimiyle büyürken, kimiyle iş yerinden çıkıp evine yürürken, kimiyle rüya gibi bir evde kocasının eve dönmesini beklerken karşılaşıyoruz. Öyküler “Son” diyebileceğimiz anlarda yeniden başlıyor. Karakterler mutlaka başka bir insana, başka bir beden formuna eviriliyor.
“Uçabilmek için iplerden kurtulmak lazım. Bunun için de bir makas gerekiyor.”
Makas, kitapta okuru karşılayan ilk öykü. Bir kız çocuğunun gözünde babanın ince, uzun bacaklarının açılıp kapanmasına benzeyen ve annenin arkasından uzanan ipleri kesen, bir gücün simgesi olan makas. Neler söylemek istersiniz?
Makas’ı okuyan biri kitabın geri kalanında onu nasıl öykülerin beklediğini tahmin edebilir. Bu yüzden ilk öykü olarak kitapta doğru yerde durduğunu düşünüyorum. Hayatta olduğu gibi Uç’ta da herkes “Normal”miş gibi davranıyor ama bu çoğunlukla bir rolden ibaret ve rol yapmaktan sıkılan birileri bu oyuna son veriyor. İpler o zaman görünür oluyor, gevşiyor ya da kopuyor. İlk kitabım da dâhil olmak üzere ip simgesini öykülerimde ara ara kullanıyorum. Uçabilmek için iplerden kurtulmak lazım. Bunun için de bir makas gerekiyor.
İğne, ““Sen yakalanmışsın,” diyor.” ve ”Yakalanmış tüm kadınları fark etmeye başlıyorum.” cümleleri arasında uzun uzadıya düşündüren, kısa bir öykü. İğneler ve kadınlarda bıraktığı yara izleri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Gül. Gülme. Konuş. Konuşma. Çok süslüsün. Çok bakımsızsın. Hanım hanımcık davran. Sessiz olma. Sesini yükseltme. Çok zayıfsın kilo al. Çok kilolusun kilo ver. Saçını uzat. Saçını topla. Kahkaha atma. Çok açık giyinme. Çok sıkıcı görünme. Gece vakti sokakta yalnız başına yürüme. Bütün bu cümleler hayatları boyunca bir iğne gibi batıyor kadınlara. En umursamaz görünenimizde bile bir yara açıyor. Bütün dünya sizi bir kukla gibi çekiştirebileceğini düşündüğünde siz de kendinizi çekiştirip durmaya başlıyorsunuz.
Makas, İğne ve Uyku; kız çocuk, genç kız ve bir kadın tarafından birinci tekil anlatıcıyla aktarılan öykülerde ortak olan bir özellik daha var, anne figürü. Mutsuz, toplum tarafından sindirilmiş, mesafeli anneler ve yer edinmeye, tutunmaya çalışan kızları. Bu öykülerdeki anne-kız ilişkileriyle ilgili konuşmak istiyorum.
Anneler kendi annelerinden gördükleri gibi yetiştiriyor kızlarını. Böyle olunca beklediğimiz o kırılma bir türlü gerçekleşemiyor. Anneler kızlarına yukarıdaki cümleleri tekrarlıyor. Toplum onlara neyi dayatıyorsa onlar da kızlarına aynısını dayatıyor. Bu cümlelerin erkek çocuklarına söylendiğini duyamazsınız. Tek bir öykü bunları anlatmaya yeterli olmayacağı için anne kız ilişkisi üzerine kurulu birden fazla öykü var kitapta.
“Annelerle kızları arasındakine benzer bir gerilim babalarla oğulları arasında yaşanıyor.”
Bağ öyküsü, toplumumuzun kanayan en büyük yarası olan cinsiyetçiliği merkezine alıyor. Rengarenk kağıtlarla uçurtma yapan oğula karşın, elinde mavi bir uçurtmayla gelen baba… Baba-oğul ilişkisi bağlamında ve tabii toplumumuzdaki bu “renklilik” karşıtlığıyla ilgili neler söylemek istersiniz?
Toplumun beklentilerini karşılamayan bir erkek çocuksanız yine benzer dayatmalarla büyüyorsunuz. Erkek çocuk bebekle oynamaz. Renkli kıyafetler giymez, diye sıralanıyor hemen. Bu kuralları kim koymuş? Neden herkes hiç sorgulamadan bu kurallara uymakta bu kadar hevesli? Bu soruların bir cevabı yok ne yazık ki. Annelerle kızları arasındakine benzer bir gerilim babalarla oğulları arasında yaşanıyor. Bağ öyküsünde olduğu gibi “Renkli” erkek çocukları “Kendi” olabilmek için ya bir savaş vermek zorunda kalıyor ya da tamamen renklerinden vazgeçiyor.
Uç’taki kalbinin durduğunu ailesine asla söyleyemeyeceğini anlayan kadın karakter, Ses öyküsünde karşımıza bir ses olarak mı çıktı?
Ses ve Uç öykülerinde aynı karakteri hayatının farklı dönemlerinde görüyoruz. “Uç” karakterin kalbinin durduğu anla başlıyor. “Ses”teyse onun kalbinin durduğu ana nasıl adım adım yaklaştığını görüyoruz. Ama birbirinin devamı olan ya da birlikte okunması gereken öyküler değiller. Tek tek okunduklarında da anlamlarını kaybetmiyorlar.
“Bir çocuk büyürken baba figürü ne kadar etraftaysa benim öykülerimde de o kadar etrafta sanırım.”
Makas öyküsünde babanın gittiğine şahit olurken kadın anlatıcının olduğu öykülerde, Erke öyküsü haricinde, neredeyse baba figürüne rastlamıyoruz.
Bir çocuk büyürken baba figürü ne kadar etraftaysa benim öykülerimde de o kadar etrafta sanırım. Çocukları büyüten anneleri oluyor. Babaları eve bağlayan ipler yok, onlar gitmekte de gelmekte de özgürler. Yine birileri çocuk büyütmenin tüm sorumluluğunun annede olduğuna karar vermiş ve biz de kabul etmişiz. Baba figürü ev içinde nasıl varlığı muğlaksa öykülerde de öyle muğlak kalıyor.
Öykülerde derdinizi uzun uzadıya anlatmak yerine kısa, etkili bir anlatı seçiyorsunuz. Bu genelde korkulan, zorlukları ve yokuşları çok olan bir seçim. Kısa yazmakla ilgili neler düşünüyorsunuz?
Kısa yazarken kendimi daha doğru ifade ediyorum. Uzattıkça anlatmak istediğim konudan uzaklaştığımı, amacımı kaybettiğimi hissediyorum. Kısa anlatmanın bir yolunu arıyorum hep ve bulursam uzun yolu tercih etmiyorum.
Öykülerin kısa, etkili anlatımını tamamlayan bir diğer şey de isimlerinin tek kelimeden oluşması. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Kısa isimler öykülerdeki minimal anlatımı tamamlıyor. Tek bir kelime öyküdeki anlamı karşılamaya yetiyorsa daha uzun ya da vurucu bir ismin peşine düşmüyorum.
Uç’un yolculuğu boyunca size hangi kitaplar, kimler eşlik etti?
Ursula Le Guin’in Uçuştan Uçuşa kitabı özellikle GY Uçanları öyküsü. Kurtlarla Koşan Kadınlar, Sylvia Plath’ın Günlükler’i. Egon Schile ve Dali tabloları. Samanta Schweblin öyküleri. Margaret Atwood romanları. Kitabıma ondan bir alıntıyla başladığım Mary Wollstonecraft Shelley. Yorgos Lanthimos, Sofia Coppola ve Ari Aster filmleri. Ve tabi her şeyi başlatan Ionesco’nun Ders oyunu.
edebiyathaber.net (6 Mayıs 2021)