Tuba Özkur Aksu’nun ilk öykü kitabı ‘Kurşuni Renkler’ –Kekeme Yayınları Şubat 2021- otuz öyküyle okuyucusuna bir öykü şöleni yaşatıyor. Yazarın daha önce de ‘Anne Kokan Ekmekler’ adlı romanı 2015’de yayınlanmıştır.
Yolun kenarındaki atkestanesi ağacının gölgesine oturmuş kara gözlüklü bir adam, önüne serdiği mendilin üstündeki birkaç liraya bakıyordur. Kara gözlüklerinden başka, yere koyduğu beyaz bastonundan gözlerinin görmediğini anlarız. Üstü başı sokakta yatıp kalktığının alameti pislikten yanır tutmuştur. Onun bu haliyse oradan geçmekte olan anlatıcının merakını cezbeder. Etrafında kötü bir koku bulutu dolaşan bu adamı, duruşuyla Baba Vanga’ya benzetir anlatıcı. Nitekim yanılmaz. Baba Vanga’nın kehanetleri gibi olmasa da ondan eksik kalan yanı da yoktur. Cat Stevens’ın bir şarkısını mırıldanıyordur bu sırada. Hepimizin aşina olduğu o meşhur ‘Oh baby baby, it’s a wild world…’ diye başlayan şarkıyı. Ve ardından ikisi arasında bir konuşma başlar. Üstü başı kirli, gözleri görmeyen, önünde mendil serili adam, ikizinin uzaya gönderildiğinden beri öbür yarısını kaybettiğini, kendisinin eksik kaldığını anlatır, merakını cezbeden kişiye. Yazar burada, – ne uzayı diye düşündürürken, aslında pespaye görüntüsünün ardında bu kadar bilgili birinin çıkması, okuyucuyu daha ilk öyküde şaşırtır. Bir bakıma kara gözlüklünün uzay hakkındaki olağanüstü bilgisiyle olmaz olmazı bize kabul ettirir yazar. Kara gözlüklünün: “Işık hızına yakın hızlarda yolculuk yaptığında zaman senin için yavaşlayacağından, yolculuğun, olduğu yerde duran birine göre çok daha kısa sürer. Örneğin, sen ışık hızıyla elli ışık yıllık bir mesafeye gidip döndüğünde dünyada yüz yıl geçmiştir…” (s.9) diye anlatmaya başladığında, dinleyen ne söyleyeceğini bilemez. Olmaz Olmaz Deme Olmaz Olmaz adlı bu ilk öyküde, yazar okuyucusunu şöyle bir düşündürüyor. Diğer öykülerin olmaz olmazına hazırlıyor sanki.
Kurşuni Renkler adlı öykü kitabında, samimi insanların kederli öykülerini okuyoruz. Kimi zaman da öyle görünenin arkasındaki gülünesi durumları. Her an o gülünecek kişi biz olabiliriz. Çizginin öte tarafına hep çok yakınızdır. Aslında hayat da öyle değil midir? İki çizgi arası git gellerle doludur. Ağlanacak halimize güleriz o zaman biz de. Yazarın öykülerinde, karakterlerin neşeli hallerinin derinliğinde, bireyin ruhsal kısıtlamalarını, pasif de olsa gösterdiği başkaldırının yarattığı bunaltıdan aydınlığa çıkma gayretini görürüz.
Kitaptaki diğer öykülerden:
Gıdı Gıdı: Çocukluğunu ve gençliğini yâd etmeye geldiği tatil beldesinde gençlik aşkı sevdiğinin mezarıyla karşılaşan anlatıcının başından geçenler, anılar eşliğinde aktarılmaktadır.
Depremde vefat ettiğini, mezar taşının üstündeki yazıdan öğrenince sevgilisinin yüzünü, o sırada üstüne gelmekte olan bir koyunda görür karakterimiz. Ayşe bakıyor gibi masmavi ve derin bir bakışmadır bu. Çocukken koyunlara gıdı gıdı, diye sevdikleri aklına gelince yine öyle yapar. Ancak o artık bir koyun değildir.
Güvercin: Güvercinleri çok seven birinin sonunda onlar gibi olmasının anlatıldığı bir öyküdür. Onların üşütüp hasta olmalarından bile korkan kişi, kümesin başında nöbet tuttuğu bir banyo sonrası –çünkü güvercinlere banyo yaptırmış, üstlerine battaniye örtmüştür- başlarında beklerken uyuyuverir. Uyandığında artık onların konuşmaları anlaşılır bir hale gelmiştir.
Öykünün en çarpıcı cümlelerinden biri de; Beyaz renkli güvercin Gül Hanım, ılık ince sesiyle: “Daha iyi misin? Sana bir şey olacak diye çok korktuk,” dedi. Kulaklarına inanamıyordu. Güvercin ne dediğini anlıyordu. Daha önce karşılıklı durup uzun uzun bakışırlar, gözleriyle konuşurlardı ama bu defa farklıydı, diyen bölümdür. Mutluluğu onların yanında bulmuştur öykü karakteri.
Çöp Ev: Üzerinden yıllar geçmiş bir dostluğun güzel anılarını hatırlar Burçin. Çünkü Sevda o günlerde çok disiplinli ve titizdir. Neredeyse cetvelle ölçülen yaprak sarmaları, kimya laboratuarında deney yapılıyor titizliğinde kek tarifleri… Sevda, oğlu ölünce bu hale gelmiştir. Kızından ise hiç haber yoktur. İçeriden gelen gümbürtüye koştuğunda Burçin, Sevda’yı mutfakta üstüne dökülen boyalarla merdivenden düşmüş halde yerde bulur. Oğlu Mehmet’in askerden gelmeden badanayı bitirmek istediğini söylediğinde Burçin şaşırır. Çünkü oğlu öleli beş yıl olmuştur. Arkadaşını elini yüzünü yıkamak için banyoya çöplerden zor götürür. Kıyafetlerini almasını söylediği odaya gittiğinde Burçin, o korkunç görüntüyle karşılaşır.
Yerde kurumuş kanlar içinde yatan, neredeyse kurtlanmaya başlamış bir ceset vardır. Ve o ceset hiç yabancı değildir.
Gelin Hanım: Bildiğimiz bir düğün salonundayızdır. Hepimizin oradaki hallerini anlatır yazar bize bu öyküsünde. Merak ettiğimiz detayları öyle iyi verir ki, düğün salonunun bir köşesinde kendimizi oynayanları izler buluruz. İşte tam o anda olan olur. Öykülerinin finali hep çarpıcı sonla biter, Aksu’nun.
Yazar, yaşadığımız hayatı çocuksu bir saflığın penceresinden betimliyor. Onları günyüzüne çıkarırken imgesel anlatımlarla güçlendiriyor. Öykülerinin birçoğunu bu ışıltılı çocukça bakışla kurmuş yazar. Mutsuz insanların içinde bulunduğu durumu anlatırken bile bakış açısını değiştirmiyor. Okur ancak sıkı finallerde anlıyor, ortamın toz duman olduğunu.
Çevresindeki gözlem alanına giren bireyin hayata izdüşümlerini zerresine kadar okura yansıtmaya çalışmış, Tuba Özkur Aksu. Yeter ki o birey gözüne takılsın, onun alanına girsin. Artık o bir öykü karakteri oluvermiştir. Canlı cansız fark etmez. Hatta bir heykel dostu oluverir, Aksu’nun öykü karakterinin. Öyle bir anlatır ki heykeli, varlık haline dönüştürür okuyucu zihninde farkında olmadan. Dünyada hüküm süren çarpık düzene de kayıtsız değildir yazar. Onu eleştirirken edebiyatçı kimliğiyle bize okutur. Edebiyatın kendine mahsus o büyülü bakışıyla…
Meliha Yıldırım – edebiyathaber.net (2 Eylül 2021)