Tuğba Gürbüz: “Öykülerde rüya-masal arası bir dil denedim”

Ocak 22, 2016

Tuğba Gürbüz: “Öykülerde rüya-masal arası bir dil denedim”

tugba-gurbuz

Lodos Çarpması” adlı ilk öykü kitabı Notabene Yayınları tarafından yayımlanan Tuğba Gürbüz ile öyküleri üzerine Reyhan Yıldırım söyleşti.

İlk öykü kitabın Lodos Çarpması okurla buluştu. Kuşkusuz öykü içinde yoluna devam ettikçe, yaşam içindeki değişimlere paralel olarak öyküler de değişmeye devam edecekler ama benim izlenimim çok doğal bir öykücülüğün olduğu yönünde. Gördüğün, yaşadığın, sana ulaşan, seni etkileyen her şey için derhal bir öykü omurgası kuruyor ve öyküyü oradan diriltiyorsun. Senin için öykü ne anlama geliyor?

Öykü, “geçerken gördüğüm, bir anlığına tanık olduğum şey”. Öykü, çevresiyle, öncesiyle ve sonrasıyla ilgilenmeden seçtiği anları ve ayrıntıları anlatır. “Ya sonra?” sorusuna cevap aramaz. Bu yönüyle de romandan ayrılır. Bir roman yazmaya karar verdiğinizde, bir roman nüvesi bulduğunuzda onu genişletmeniz, açmanız gerekir, romanın buna ihtiyacı vardır. Öykü ise tam tersine eksiltmek, süzmektir.

Akarsu kıyısındaki taşları nasıl tatlı tatlı yuvarlarsa, senin dilinde de öyle bir şey var, tamamen çapaksız. Okur hiçbir yere takılmıyor, akıp gidiyor o dille beraber. İyi bir Türkçen var. Bunun bana söylediği senin iyi bir okur olduğun ama sadece iyi okur değil, iyiyi de okur olduğun. Neler okuyorsun? Bu yazma serüveni okuma yoluyla nasıl desteklendi?

Edip Cansever Bir Çiçek Sergicisi Der ki şiirinde şöyle der: Ruhi Bey, benden çiçek alırdı/ O zamanlar sokak sokak dolaşırdım/ Çiçek alanları iyi bilirdim/ Ruhi Bey de çiçek alırdı/ Nedense benden alırdı. Çünkü ben çiçekleri çok biçimli tutarım.

Yalın olmak, çapaksız, özenli bir dil kullanmak, su gibi akıp giden metinler yazmak da, yazarın sözcükleri biçimli tutması bana göre. Bana sözcükleri biçimli tutmayı ilk öğreten de, Türkçe öğretmeni olan annemdir. Oyuncaktan çok kitabın sunulduğu bir evde büyüdüm. Evde kaynak vardı, hevesle, iştahla ancak biraz rastgele okuyordum. Pek çok kitabı aslında çok da anlamadan erken yaşlarda okudum. Asıl iyi okurluk, seçerek okumak Mario Levi’nin atölyesinde başladı. Sevdiğim, beni etkileyen, cesaret veren, özgürleştiren pek çok yazar var, ilk anda aklıma gelenler: Jose Saramago, Albert Camus, Yusuf Atılgan, Sabahattin Ali, Tomris Uyar, Oğuz Atay (öyküleri), Raymond Carver, Yekta Kopan…

Öykülerde gerçekle gerçeküstü olanın geçişkenliği çok etkileyici. Gerçekten gerçeküstüne kolayca geçebilmek ve tekrar olduğu yere hiçbir şey kaybetmeden dönebilmek önemli bir potansiyeli işaret ediyor. Öykülerin özellikle fantastik anlatıma kayan o parçalarındaki doğurganlık beni çok etkiledi. Sonraki kitaplarda buradan güzel şeyler çıkacak gibi, ne dersin?

Lodos Çarpması’ndaki hikâyeler olay odaklı. Bu anlamda klasik öyküler. Anlatmaya dayanan, anlatma ihtiyacından doğan öyküler yazdığım için bu dosyada asıl meselem “nasıl daha iyi anlatabilirim” idi. Tematik bütünlüğü olan bir kitap olmadığı gibi, anlatım, anlatıcı, üslup yönünden de çeşitlilik söz konusu. Bilinç akışı, gerçek-gerçeküstü geçişler, daha şiire göz kırpan anlatılar, tüm bu arayışların hepsi, daha iyi anlatma ihtiyacından doğdu. Özellikle gerçek-gerçeküstü geçişler üzerine düşünerek yazmadım. Yazarken oralara girmek ve çıkmak benim için son derece olağandı çünkü bu, denenmiş bir yoldu. Bahsi geçen öykülerde rüya-masal arası bir dil denedim. Gerçeküstü ögeler var evet ama diğer her şey gerçeğe yakın. Bu sayede fantastiğe ya da bilimkurguya kaçmayan, son derece doğal öyküler çıktı.

lodos-carpmasiİyi bir araştırmacı olduğunu düşünüyorum. Bazı öykülerde daha önceden yapılmış araştırmalara ulaşarak, oradaki incelikleri keşfederek yol alıyor, öyküler üretiyorsun. Malûmatfuruş bir öyküleme tarzın yok. Okuduğunu, öğrendiğini özetlemek gibi bir yanılgıya düşmüyorsun. Bilgi bir anahtar. O anahtarla düşsel kapıyı açıyorsun ama bu düşsel kapıdan içeri girdiğinde içerideki şeyleri görmek, gördüklerini yeniden kurabilmek ayrı bir beceri. Bunu ustalıkla yapıyorsun. Çanakkale öykülerinde rastladığım en önemli özelliklerden biri buydu. Kısacık metinler, güçlü metinler, özellikle finalleri çok etkileyici.

Kitapta iki farklı damar var: Modern bireylerin yaşadığı yalnızlığı, yabancılaşmayı, suçluluk duygusunu, sıkışıp kalmayı anlatan öyküler ve tarihten, söylencelerden, kentin tarihi içinde unutulmuş hikâyelerden beslenen öyküler. Bana değen, merakımı harlayan, hevesimi kışkırtan kesişmelerden doğan bu öyküleri yazabilmem, ilerletebilmem için araştırma yapmam gerekiyor. Anı kitapları, makaleler buluyorum. Bunları, öyküde kullanmak, araştırdıklarımı, öğrendiklerimi okura iletmek için değil, kahramanlarımı, dönemi, mekânı daha iyi tanımak, arka planı güçlü inşa edebilmek için okuyorum. Öykünün doğası gereği de, okuduklarımı bilgi olarak değil, atmosferi zenginleştirecek ögeler olarak seçerek ve eksilterek yerleştiriyorum metne. Hikâyeyi doğru yerde bitirmeyi çok önemsiyorum. Öykü bittiğini söylüyorsa bana, süslü buluşlarımı kendime saklıyorum.

Lodos Çarpması’ndaki öykülerin tamamını severek okudum. Biliyorsun öykü kitaplarındaki her öykü kalıcı olamayabiliyor ancak çok sayıda öykü bende iz bıraktı, hatırlayacağım. Akkız, Mevsim Kadar Sıcak Öpücükler, Sahanda Yumurta, Son Ezîdi, Kremalı Patates… Akkız’ı çok merak ediyorum. Nasıl ortaya çıktı?

Çanakkale’de üç yıldır düzenlenen masal söyleşilerinin meyvesidir, Akkız. Söyleşilerde ele alınan konulardan birisi de “Ana Tanrıça Kültü ve Sarıkız Efsanesi” idi. Biz de kadınlardan oluşan, yerel bir masal grubu olan Maya Masal üyeleriyle Sarıkız’ın peşine düştük. Bununla ilgili olarak makaleler okuduk, fikir alışverişlerinde bulunduk. Amacımız kendi Sarıkız metinlerimizi yazmaktı. Sarıkız, Alevi Türkmenlerin bir söylencesi. Pek çok varyantı var. Pek çok varyantta da aslında Alevi olmalarına rağmen baskı yüzünden Sünni ögeler var. Ben kendi Sarıkız metnimi yazarken bu Sünni ögeleri çıkarmak ve daha Şamanizm’e yaklaşan bir metin oluşturmak istedim. Çünkü şu an yaşadığımız bütün sorunlar, insanın narsist ve egoist tavrı yüzünden ortaya çıktı. Biz ne zaman doğadaki tüm hayvanların, ağaçların, bitkilerin, derelerin, denizlerin bize hizmet için var olduğunu düşünmeye ve kendimizi onlardan üstün görmeye başladık, orada bir kırılma başladı. Geldiğimiz noktada üzerinde yaşadığımız gezegen can çekişiyor. Acilen sürdürülebilir ve onarıcı yöntemlere geçmemiz şart. Aksi takdirde doğa bizden intikamını alacak. Bu metinle hem unuttuğumuz değerleri hatırlatmak istedim hem de rahatını kaçırdığımız ormanlardan, kuşlardan, böceklerden, derelerden özür diledim.

Mitolojik, tarihî ve folklorik ögelere değer verdiğini görüyorum. Öykülerin içinde bunlar bir çeşit dip suyu oluyor ve karşımıza çıkıyor. Ve buralarda dil, bir tatlı destana yaklaşıyor. Ayla Kutlu’nun Kadın Destanı, Gülten Akın’ın Seyran Destanı gibi çok sıcak insan durumlarını, çok sade bir şekilde dile getiriyor, öykü tarafında kalmakla birlikte dil en çok buralarda şiire yaklaşıyor. Öykü yolculuğuna buradan devam etmeni canı gönülden umuyorum.

Kitaptaki öykülerin tamamının sıcak, yalın, dingin bir anlatımı var. Bu anlatımın okur tarafından sevildiğini görebiliyorum ama bahsettiğin öykülerde sıçramalar olduğu da muhakkak. Kuzey Ege, mitolojiden, söylencelerden, masallardan yana zengin topraklar. Umarım bana sırlarını ve hikâyelerini anlatmaya devam eder.

Söyleşi: Reyhan Yıldırım – edebiyathaber.net (22 Ocak 2016)

Yorum yapın