Yazın dünyasının devlerinden Ursula K. Le Guin’in “Sözcüklerdir Bütün Derdim” adlı kitabını dikkat gerektiren uzun soluklu bir okuma sürecinin ardından bitiriyorum. Eser, yazarın yaşamının son dönemlerinde yayımlanan kitaplarından biri olarak özellikle ilgimi çekiyor.
Le Guin’in 2000’li yılların başlarından itibaren yazdığı makalelerin, çeşitli konuşmalarının, kitap incelemelerinden örneklerin yer aldığı eser, yazarın mesleğinin olgunluk çağında süzgeçten geçirerek okura sunduğu metinler olmaları bakımından önem taşıyor.
“Sözcüklerdir Bütün Derdim”, yazı ile uğraşanlar ve bilinçli bir okur olmak isteyenler için okunmadan geçilmemesi gereken bir kitap. Öykü, roman ve şiir türlerinde verdiği eserlerle tanıdığımız yazar, bu kez uydurmadan uzak makale türüyle karşımıza çıkıyor. Usta yazarın yazma ve uydurma üzerine tecrübelerle sabitlenmiş düşünceleri, okurlara, yazanlara ve yazmaya yeni başlayanlara ışık tutuyor.
Sanatsal metinlerden şiir ve hikâyenin, kendi varlığının içinden geldiğini, konuşma ve makale türlerinin ise kendisi için bir çeşit ödev yapma konumunda olduklarını belirten yazar, edebiyat çevrelerince, yazarı adına en nankör yazım türü olarak bilinen kitap eleştirisini ise bünyesinde birçok içeriği barındıran ilginç ve zahmetli bir tür olarak nitelendiriyor.
Günümüz dünyasında edebiyatın, dürüstlüğünü ve güvenilirliğini koruyan ender kavramlardan biri olduğunu belirtirken yazar, bunun nedenini şair ve yazarların çoğunun asıl amaçlarının ellerinde olsa hiçbir karşılık beklemeden bir şeyleri düzeltme ve iyileştirme arzusunu gerçekleştirmek olduğunu ifade ediyor.
“Janr” kavramını da irdeleyen Le Guin, çeşitli yazarlardan verdiği örneklerle yazılan her eserin belli bir kategoriye sokulmaya çalışılmasını bir yerde anlamsız buluyor. Jose Saramago’nun eserlerini herhangi bir kurmaca türüne dahil etmeyen yazar, Borges’in ise bizzat tüm düzyazı edebiyatını kurmaca olarak değerlendirdiğini hatırlatıyor.
İşte janr kavramı da tam burada devreye giriyor. Çünkü okuyucunun, türünü bilmediği bir kitaba nasıl bir okuma yöntemi uygulayacağının bilincinde olması için, janr hakkında bilgi sahibi olması gerekiyor. Bu durumda okurluğun da yazarlık kadar bilinç ve incelik gerektirdiği ve okumanın da bir sanat olarak algılanacak kadar önemsenmesi gerektiği gerçeği, bir kez daha ispatlanıyor.
Nitekim yazar, kitaba karşı ticari bakış açısına eleştirilerini dile getiren bir makalesinde, gerçek bir okur olmanın önemini etkili cümlelerle dile getiriyor: “Bir hikâyeyi düzgün şekilde okumak için onu takip etmek, onu yaşamak, onu hissetmek ve o olmak, yani esasında onu yazmak haricinde ne varsa yapmak gerekir… okumak, yazarın zihniyle fiili bir işbirliğidir. Okumanın herkesin harcı olmaması boşuna değil.”
Fantastik edebiyatın kült yazarlarından olan Le Guin, bu konuda ise yaratıcılığın ve hayal gücünün önemini vurgulayarak fantazya edebiyatının, her yönüyle bildiklerimizin dışında, tamamen yeni bir dünya olarak ele alınmasını öneriyor: “…tümüyle hayali bir yer ve zamanda geçen kurmacaları yazanlar, Âdem rolü oynamalıdır. Kendi kurgusal dünyalarındaki karakterler, yaratıklar ve mekânlar için isim bulmaya ihtiyaçları vardır.”, derken daha da ileri giderek fantastik eserlerde kullanılan isimlerin gerçekçi olmaları için yazarın yeni bir kurgusal dil oluşturması gerektiğine değiniyor.
“Bir ezgiyle söylenen kelimeler, şarkıyı oluşturur; ezgi kelimeler olduğunda ise bir şiir elde edersiniz.”, cümlesiyle şiiri tanımlayan Le Guin, şiiri oluşturan gizemli sözcüklerin oluşturdukları görüntüyle bu kısa müziğin şiir okurlarını anlatılmayacak hikâyelere sürüklediğini belirtiyor.
Edebiyat tarihi boyunca sıkça duyduğumuz; “sanat için sanat”, sloganını talihsiz olarak niteleyen yazar; “Bir sanatçı, onun eserini gören, duyan, okuyan insanlardan oluşan bir topluluğun üyesidir.”, sözüyle sanatçının okura karşı sorumluluğunu da ortaya koyuyor ve sanatta anlaşılmazlık görüşünü reddediyor.
Kitaptaki kimi makalelerinde Le Guin, sosyolojik ve psikolojik yorumlara da yer veriyor. Özellikle kendi yaşamından ve yaşadığı mekânlardan söz ederken otobiyografik bir öykü okurcasına zevk alıyorsunuz. Misal, “roman” türünü “ev” kavramıyla özdeşleştirdiği ilginç satırları, yazmaya eğilimli okura farklı ilhamlar verebilecek kadar güzel: “Gurur ve Önyargı bir ev olsaydı, sanırım güzelce orantılanmış, tatlı tatlı yaşanabilir, pek büyük olmayan bir 18. yüzyıl İngiliz evi olurdu.”
Konu okuma, yazma ve kitaplar üzerine olunca söz, kadınların yazdıkları kurmacaları yayımlatma sürecinde yaşadıkları sorunlara gelip dayanıyor. Yazar bu konuya, tecrübelerini de aktardığı samimi cümlelerle değinerek bir kitap yayımlatmanın tüm dünyada kadınlar için güçlüklerini, kadın yazarların aşmaları gereken engelleri; kötüleme, ihmal etme, istisna ve kaybedilme maddeleri altında örneklemelerle dile getiriyor. Sırf, erkek olmadıkları için unutulmaya mahkûm olan iyi kadın yazarların arkasında durmamızı ve artık bırakılmaları gereken “müfredatın zombileri” kimi erkek yazarların onların önüne çıkmalarına izin vermememiz gerektiğini vurguluyor.
Yazar, dünyadaki çoluk çocuk, torun sahibi kadın yazarlardan biri olarak cinsiyet ayrımı konusundaki kişisel arzusunu biraz da haklı bir serzenişle dile getiriyor:
“Ben bir büyükanneyim ama başucuma ‘Birinin Büyükannesi’ yazan bir mezar taşı da koymayın. Bir gün mezar taşım olduğunda, üstünde sadece ismim olsun istiyorum. Fakat bundan da öte, yazarının cinsiyetiyle değil, yazılışının kalitesiyle ve eserin değeriyle yargılanan kitapların üstünde görmek istiyorum ismimi.”
Ve kitap boyunca; “yazmalı”, mesajı veriyor Ursula. Yazmak ve -veya- okumak nefes almak kadar vazgeçilmez bir ihtiyaçsa yazmalı, vazgeçmeksizin durmadan yazmalı: “Ve sonra belki de yazdığınız şey asla yayımlanmayabilir. Yayımlansa bile çok büyük bir ihtimalle geçinmenize yetecek kadar para kazandırmayacaktır. Fakat sizin yapmak istediğiniz şey buysa, hiçbir şey, dünyadaki başka hiçbir şey, size istediğiniz şeyi yapmaktan, bizzat o işin kendisinden daha tatlı bir ödül veremez… Tadını çıkarın!”
Selva Trak Ulupınar – edebiyathaber.net (19 Temmuz 2018)