Tüm kadınlar kırmızı giyinceye kadar | Havanur Taflan

Ağustos 27, 2024

Tüm kadınlar kırmızı giyinceye kadar | Havanur Taflan

Ataerkil düzenin ortaklığında inşa edilen erkeklik, tarih sayfalarında her geçen gün gücünü daha da pekiştiriyor. Bu yaşamsal döngüde toplumsal baskılarla şekillenen kadın ise arzularının peşinde gidemediği gibi namus gibi kavramlarla öteki dünyanın tüm kefaretinin yüklendiği bedeninin ağırlığı altında eziliyor. Ve ne zaman aykırı bir ses olarak gelenekselin dışına çıkma cesareti gösterse… Elindeki gücü kaybedeceğini anlayan erkek yasaları tarafından cezalandırılıyor. Ve dünyanın birçok yerinde yine bu alanın mimarları tarafından yaşamdan koparılıyor. Hayatın en güzel anlamı olan özgürlüğün tadına hiç varamadan…

Kadın hareketliliğini yönlendiren yasalar temelsiz oysa. Erkek yasalarından oluşmuş olan hukuk, adaleti nasıl sağlayabilir ki zaten… Derrida’nın dediği gibi onlara uyulmasının sebebi adil olmaları değil, otoritelerinin olması. Oysa birlikte eşit olarak ördüğümüz bir kamusal alanın daha adil bir dünyanın oluşmasını sağlayacağının bir farkına varabilsek…  Arendt’e göre ortak dünya, doğduğumuzda içine girdiğimiz, ölürken ardımızda bıraktığımız bir şey. ‘Bizim yaşam süremizi hem geçmiş hem de gelecek olarak aşar; biz gelmeden de oradaydı, kısa bir ziyaretimizden sonrada orada olacaktır. Ona sadece birlikte yaşadıklarımızla değil, eskiden yaşamış ve bizden sonra gelecek olanlarla da ortak olarak sahibizdir.’ Ama böyle bir ortak dünya… Nesiller boyunca yalnızca kamuda göründüğü ölçüde varlığını sürdürebilir ancak.

Tarih boyunca bir varoluş mücadelesi veren kadınların istediği tek şey kısıtlandıkları o özel alandaki edilgenlikten kurtulup dışlandıkları o kamusal alanda görünür olmak. Ama… Bu o kadar zor bir mücadele alanı ki… Hayatlarını boyunduruk altına almak isteyen tüm duvarları yıkmak… Bunun için bedenlerinden bile vazgeçmeyi göze alıyorlar oysa.  Tıpkı nehir tanrısının kızı Daphne gibi…“Bana yardım et, Peneus! Beni kuşatmak için toprağı aç ya da beni bu tehlikeye sokan şeklimi değiştir!” Ya da İranlı yazar Shahrnush Parsıpur’un kahramanı gibi edilgenliği seçip yaşamın arzularından feragat ediyorlar. Şiddete tahammül edemeyen ve söğütlerin açık yeşil yansıması ile bahçedeki havuzun koyu yeşili arasındaki çatışmadan bile üzüntü duyan kadın hareketliliğini tanımlayan ve sınırlayan yasalara itaatin tam anlamıyla vücut bulmuş hali Mehdoht. Onun kişisel devrimi, kardeşinin bahçesine kendini dikerek hareketsizliğini aktif olarak istemesi… “Bakireliğim bir ağaç gibidir… Ben bir ağacım. Kendimi dikmeliyim”

Parsıpur, içinde doğduğu toplumdaki kadınların hayatlarını konuşulması yasak olan tabular üzerinden anlatıyor Erkeksiz Kadınlar kitabında. Bekâret, namus gibi toplumsal dayatmalarla boyunduruk altına alınan kadınların hayatlarını beş farklı karakter üzerinden ele alıyor yazar.  Dini referanslarla yönetilen kadınlar yaşadıkları adaletsizlikler ve baskılardan kaçıp, mutsuz oldukları bu düzeni değiştirmeye çalışıyorlar. Erkekler tarafından sınırları çizilen bir yaşam onların ki…

Erkek koruyucunun güvenliği geri çekildiğinde ortaya çıkan şiddeti… Hikâyenin kahramanları olan Munis ve Faize’nin vahşice tecavüze uğramasıyla anlatıyor yazar. Gerçi koruyucusu olan erkekler tarafından da tecavüze uğramakta, şiddete maruz kalmakta kadınlar… Ataerkil düzende kadın yaşamı güvencesiz çünkü. “Yolda, ilk kişinin yüzmeyi öğrenmesi için milyonlarca insanın nasıl boğulduğunu düşündüm. Şaşırtıcı olan şey, insanların hala boğuluyor olması…” Munis karakteriyle kadınların hayatlarını yönlendiren ataerkil mantığın temellerini sorguluyor. Karakterini iki kez öldürüp uyandıran yazar onu erkeklerin kamusal alanına bu şekilde sokabiliyor ancak. Tek başına sokaklarda dolaşıp şehrin etrafındaki kitapçılara gittiğinde aldığı kitap çok manidar; Cinsellikte Mutluluk ya da Bedenimizi Tanıyalım. Üç gününü kitabı okuyarak geçiriyor Munis. Bedeni hakkında öğrendiği bu bilgi onun devrimi. Ama bu devrim hiçbir işe yaramıyor. Çünkü eve döndüğünde namus kavramı yüzünden erkek kardeşi tarafından yine öldürülüyor. Yine bir ölü olarak hayatı sorgulamaya başladığında ise erkeksiz bir dünya yaratma hayali ile yolculuğa çıkıyor. Hikâyedeki beş farklı kadını ortak olarak birleştiren işte bu yolculuk…

Hikâyeleri iç içe geçen kadınlar en sonunda Kerec şehrinde bir bahçede toplanıyorlar.  Bu sığınak bir vaat ama asla bir garanti değil onlar için. Dışarıdan gelen tüm etkilerden arındırılmış yeni bir toplum haline gelecek olan bahçe bir mit zira. Kadınlar, kendi tarihlerini ve mücadelelerini beraberlerinde getirdikleri için kaçmaya çalıştıkları düzenin izlerini de beraberlerinde taşıyorlar. Onu dönüştürmek için çalışırken bir taraftan da dünya içinde yaşama olasılığının ipuçlarını arıyorlar. Ama ne olursa olsun Parispur için kadınların yaptıkları bu yolculuk o kadar önemli ki. “İran’da kadınların tehlike altında olmadan tek başına seyahat etmesi veya sokaklarda tek başına yürümesi mümkün değildi.” Anlatı, ataerkil düzene ve onun yasalarına bir eleştiri… Tehlikeli ve zor olsa da… Her şeye rağmen direnişin olması gerektiğinin de altını çiziyor. Ezilmeyi kadınlar için var olan durumun bir gerçeği olarak gösterirken gerçeküstü unsurlarla umudu da ortaya çıkarmaya çalışıyor bu yüzden. Pandoranın kutusunun içinde umudu besleyen kelebek gibi…

Geleneksel dilin hapishanesinden kaçarak yazdığı bu kitap yüzünden hapse giren Parsıpur (üzerinde kırmızı gömleğiyle) verdiği bir röportajda; “…hapisteyken, oradaki bazı kadınlardan büyülenmiştim. Serbest bırakılabilirlerdi veya farklı hayatlar yaşayabilirlerdi, evlenebilir ve aileleriyle birlikte olabilirlerdi ama bunun yerine fikirleri uğruna öldüler.” Bugün yaşadığı coğrafyadaki kadınlardan daha özgür bir ortamda yaşarken onlar için istediği tek bir şey var; onların da bir gün tıpkı kendisi gibi kırmızı giyinmeleri…

Ben feminist değilim, diyor yazar. “Ne olduğumu ya da ne hakkında yazdığımı anlatmak için tek bir kelimeye ihtiyacım yok.” İnsan olmak hakkında yazmak yeterli değil mi zaten? Dünyada ve kendi içimizde olup bitenleri konuştuğumuz, konuşabildiğimiz zaman… İşte bu konuşma süreci içinde insan olmaz mıyız? O zaman Daphne’nin, Mehdoht’un ağacının hikâyesini… Tohuma dönüşüp suya karışan Mehdoht’u görsek, Defne ağacının kokusunu içimize çeksek… Onların toprağa suya hapsettiği arzularının sesine ses olsak hep birlikte… Konuşsak… Anlatsak… Korkmadan…

Hikâyeler biter biliyorum. Ama… Yeni tohumlarla geri dönerler hep… Geleceğe taşınmanın bir yolu bu… İşte o gelecek de… Hepimiz kırmızı giyeceğiz. Ama önce…

Ara sokaklarda dans etmekten korktuğum için

Öpüşme anındaki korku için

Kız kardeşim, kız kardeşin, kız kardeşlerimiz için

Paslanmış zihinselleri değiştirmek için, kötülüğünden utanmak için

Normal bir hayat yaşama arzusu için

Çöplükte yaşayan çocuklar ve onların yaşadıkları için

Bu diktatörlük ekonomisi için

Bu kirli hava için

Masum yasaklı sokak köpekleri için

Durdurulamayan gözyaşları için

Öğrenciler ve gelecekleri için

Bu zorunlu cennet için

Hapisteki seçkin için

Kadın, hayat, özgürlük için

Özgürlük için, özgürlük için, özgürlük için

Shervin Hajipour

Kaynakça:

https://www.huffpost.com/entry/sherin-neshat-artist-of-t_b_802050

Erkeksiz Kadınlar, Shahrnush Parsıpur, Çev. Yıldız Uysal, Can Yayınları,

edebiyathaber.net (27 Ağustos 2024)

Yorum yapın