Söyleşi: Yusuf Çopur
Tuna Kiremitçi‘nin en sinematografik romanı olan Kendi Seven Ağlamaz, aşk ikliminde “cinsellik”i sorgulayan bir zemine sahip. Kitap, şehir yalnızlığının ve yorgunluğunun üstüne aşksızlıkla imtihan olan bir kadının varoluş öyküsü olarak da okunabilir. Yazarıyla son romanını konuştuk.
Sitare’nin küçük dünyasından büyük yaşanmışlıklara giden bir aşkın öyküsünü okuyoruz. Sitare’nin sizdeki öyküsünden bahseder misiniz?
Kısaca sosyal içerikli bir aşk romanı diyebiliriz. Kahramanımız Sitare eski bir çocuk yıldız. Büyüyünce unutulmuş ve yalnız bir kadına dönüşmüş. Hayatı boyunca gerçek aşkı aramış ama bulamamış. Tam her şeyden umudu kesmişken uzak bir Kürt şehrinde çekilecek dizide küçük bir rol buluyor. İstemeye istemeye gittiği, beş ay önce depremle sarsılmış şehirde gerçek aşkla karşılaşacak. Ama onun hiç de beklediği gibi bir şey olmadığını görecek. Hayata ve aşka başka gözlerle bakması gerektiğini… İsteyen yazlık sinemada film izler gibi okusun, isteyen hassas aletlerle derinliklerini keşfetsin. İkisi de kabulüm.
Şöhretin sönmeyen şehveti belli bir yaştan sonra unutulmuşluk kuyusunda iç burkan bir ateş oluveriyor. Sitare’nin hayatındaki dönüm noktası aşkla oluyor. Aşk, unutulmaya bir sığınak mıdır yoksa onu bir kabulleniş mi?
Gücünü hep kendisini ve hayatı tüketmek için harcamış. Savrulup durmuş hem ruhu hem de vücuduyla. Sorun sürekli geçmişe bakması, gözlerini geleceğe çevirememesi. Beklemediği bir yerde karşısına çıkan aşk onu şimdiki zamanı yaşamaya zorluyor. İçindeki enkazın içinden çıkıp hayatı için savaşmaya. Aslında ne kadar güçlü olduğunu keşfetmeye. Kendi kadınlığını hatırlamaya. Bu anlamda yazdığım en erotik roman olduğunu söyleyebilirim.
Aşkın yüzleşme halini görüyoruz Sitare’de. Bu çetin ruh hali beraberinde sorgulamaları ve buhranları getiriyor. Bu büyülü duygu hayatın acımasız gerçekleriyle çarpıştığında darmadağın oluyor sanki. Ne dersiniz?
Sitare aşkı nihayet bulduğunda şaşırıyor. Meğer hiç tahmin ettiği gibi değilmiş! Gerçek aşk bence ayrı dünyalar arasında yaşanan. Ortak bir çevreleri ya da uygun sosyal ilişkileri olmayanlar arasında. Çünkü o zaman hesap-kitap sıfırlanıyor, meydan tamamen duygulara kalıyor. Ama bu sefer de hayatın gerçeklerine çarpıyor ve imkânsızlaşıyor. Bu çelişkiyi ilginç ve hazin buluyorum. Çoğumuz hayatta en az bir kez bunu yaşamışızdır. Yıllar önce ilk aklıma geldiğinde ustam Selim İleri’ye bahsetmiştim, “Bu kızı mutlaka yazmalısın” demişti.
Uçan Halıların….’dan sonra bu roman… Sizdeki bu içerik değişiminin günümüz okur algısıyla bir ilgisi var mıdır?
Daha çok benim algımla ilgili. Yaşanmaya ve yazılmaya değer tek şeyin aşk olduğuna inanıyorum. Hele acılarla dolu şu devirde. Aşk yetmezliğinden ölen şu dünyada. Uçan Halılar’dan farkı mizahın daha az, hüznün daha çok olması. Sitare’nin iç çatışmaları esas. Tabii bireyin toplumla, toplumun da depremden dolayı doğayla yaşadığı çatışmalar da var. Bunları iç içe işleyerek romana derinlik ve hacim kazandırmak istedim.
Aşkı konu alan romanların küçümsendiği bir edebiyat dünyasında bir aşk romanı yazarken hiç tereddüt etmediniz mi?
Bir aşk romanı da edebi ve değerli olabilir. İlla pembe dizi olmak zorunda değil. Önemli olan onu ne derece özgün ve yaratıcı anlattığımız. Sonuçta “Günlerin Köpüğü” ya da “Kürk Mantolu Madonna” da sevda romanı değil mi? Biz niye o yoldan gitmeyelim? Kaldı ki bir romanın niteliğini belirleyen şeyin konusu olmadığı uygar dünyanın uzun zamandır kabul ettiği bir gerçek. Haliyle, aşktan bahseden romanların niye üvey evlat muamelesi gördüğünü anlayamıyorum.
Şiirsellik dikkat çeken bir üslup özelliği bu romanda. Şiirin romancılığınızdaki yerinden bahseder misiniz?
Edebiyata şiirle başladım. İlk şiirim 25 yıl önce Varlık’ta yayımlandı. Bana Türkçe’nin imkânları öğretenler şairlerdir. Bu yüzden şiirsel dili kullanırken kendimi rahat hissediyorum. Aynı zamanda bir sinema havası da var. Zaten beni roman yazmaya bir elimden şairler, diğerinden sinemacılar tutarak götürmüşlerdir.
Eserin sonlarına doğru dizi sektörünün perde arkası görüntülerle karşı karşıya kalıyoruz. Unutulmuşluk ve yalnızlığın temel iki unsur olduğu bir romanda dizi sektörünün kulisine girmek tesadüf olmasa gerek.
Halen öğretim görevlisi olduğum MSGSÜ Sinema-TV Bölümü’nden mezun olduktan sonra dizi setlerinde epey ter döktüm. Haliyle, tanıdığım bir dünya. Orada çok arkadaşım var, yazdıklarım hepsinin bildiği şeyler. Sitare’nin dünyasını kamera arkasında yaratırsam gerçekçi ve olur diye düşündüm. Zaten bu hikâyeyi önce senaryo olarak yazmıştım. Ne de olsa Sitare’nin hayatı çocukluğundan beri hayatı setlerde geçmiş.
Diğer romanlarınızla karşılaştırdığınızda özellikle içerik ve kurgusal zemin olarak yeni bir dönüm noktası kabul eder misiniz Kendi Seven Ağlamaz’ı?
Ne yalan söyleyeyim, öyle dönüm noktaları peşinde değilim. Amacım güzel bir sevda öyküsünü her mahalleden insanın kalbine dokunacak şekilde, yüksek edebiyat ölçütlerinde anlatabilmek. Bir yandan da hayatın ve memleketin gerçeklerine dokunmak. Bu kadarını başarabildiysem ne mutlu bana!
Bu kitap bir aşk romanı olduğu kadar “cinsellik” sorunsalına değinen ve bu yönüyle sizin önceki eserlerinizden farklı bir içreğiyle dikkat çekiyor. Bu tercihin nedeninden bahseder misiniz?
“Kendi Seven Ağlamaz” bazı bakımlardan cinsellik üzerine bir roman olarak da okunabilir. Bundan sonra yazacağım roman sanırım bu konuya odaklanacak ve çok daha erotik olacak. Çünkü Türkiye’deki en önemli sorun cinsellik.
Söyleşi: Yusuf Çopur – edebiyathaber.net (10 Mart 2016)