Turgut Ulucan, İletişim Yayınlarından çıkan Nergis adlı ilk romanın yazarı. Ulucan, Nergis’te eskisi kadar hatırlanmayan bir türe, köy romanına yoğunlaşmış, bunu yaparken de ustalıkla köy dünyasını, gerilimli ilişkileri yansıtmış. Beklenmedik bir cinayetle açılan roman, giderek yükselen bir tempoyla geliştirilmiş. Nergis, sağlam bir kurguya, maharetle anlatılmış bir dünyaya sahip. Ulucan’la köy romanlarını, gecikmiş yazarlığını ve iyilikle kötülüğü konuştuk.
Nergis için köy romanı diyebilir miyiz? Size de soracaklardır, artık pek köy romanı yazılmıyor. Nasıl bakıyorsunuz Nergis’e ve köy romanlarına?
Öncelikle belirtmek isterim ki evet, Nergis bir köy romanıdır. Köy romanı denince yazarın olsun okurun olsun bir yolunu bulup sıvışmasının temel nedeni köy insanının sığ fikirli, duygusallıktan ve duygularının adını koymaktan, düşünmekten, olguları kavrayabilmekten ve toplumsal gerçekçilikten uzak insan olarak benimsenmesi. Nergis’teki köy bir alevi köyüdür. Alevi köylerinde içine kapalı toplumların gereği olarak dış dünyayla temas sınırlanmıştır. Bununla birlikte insanlar vurdumduymaz, peşin hükümlü veya yaşadıklarından anlam çıkarmakta zorluk çekecek türden insanlar değildir. Siyasal olgular ve toplumsal dalgalanmalar aleviler tarafından ister şehirde, ister köyde yaşasınlar, duyarlılıkla takip edilir. Çünkü bu bir zorunluluktur. Eğer bu ülkede bir işin sonunda herhangi bir olumsuzluk yaşanacaksa emin olun bu olumsuzluk önce Alevileri bulur. Nergis’te temel olay örgüsünden dışarı çıkılmıyor ve anlatılanlar bu olayla sınırlı tutuluyor ama çevresindeki tüm köyler bayındırken o köye yol yapılmıyor, içme suyu getirilmiyor, otlakları kamulaştırılıyor, zorla camii yaptırılıyor, imam veriliyor, okul yapılmıyor, öğretmen atanmıyor… Kentte yaşayanın yönetenle takıntısı bundan daha mı fazladır sizce ve sıradan bir kentli daha mı engin fikirler üretir bu köydeki herhangi bir insana göre? Roboski’deki başkaldırıyı anlatmıyorum bile, Çan’da, Kemalpaşa’da, Akkuyu’da, Seyitömer’de, Kaymaz’da, İkizdere’de altın madenleri, taş ocakları, HES’ler ve nükleer santraller için baskıcı güçlere nasıl direnildiğini görüyorsunuz. Çevreci akıl öngörü ister. Ekmeğini yitiren önüne gelene nasıl olsa saldırır, söver. İş yitirmeden kafa tutmakta. 80-90 yaşlarında insanlar kazmayı küreği alıp yollara düşüyorsa torunları içindir ki bu da dünyanın her yerinde olacak şey değildir. Keşke oralarda olabilsem de örneğin Akkuyu’da direnenlerin öykülerini yazabilsem. Köylü üzümü, inciri, narı dalından yutan, keçi sağan, kaval çalıp koyun otlatan insan değil artık. Yaşanan her olay ve olguyu sizinle birlikte takip ediyor. Belki de en başta söylemem gereken şeye geleyim şimdi: Neden bir roman köy romanı, kent romanı, göç romanı, şu roman – bu roman diye sınıflandırılmak zorundadır ki?
Nergis’teki köy, klostrofobik ve baskıcı… Cinayetin etkisiyle giderek koyulaşan bir hava oluşuyor. Mekân olarak köyü konuşalım isterim, edebi olarak nasıl bir gücü var bu kapalılığın…
Aslına bakarsanız böyle bir izlenim oluşmasın diye romanın dilini yer yer mizahileştirmeyi seçmiştim. Zira benim yaşadığım ve zihnimde yer eden köylerde insanlar birbirine ruhen de cismen de yakın yaşadıkları için sanki karşılıklı müdahale hakları da doğaldır. Romanda temel olgu bir cinayet olduğu için bu müdahale Basri’den ve yer yer muhtardan geliyor ve bu durum da elbette baskı gibi yansıyor. Benim tanıyıp anlattığım köylü baskıya gelmez. Baskıyla en fazla üç gün sinerler ve dördüncü gün oynayacakları bir oyun mutlak surette vardır akıllarında. Romandan yansıyan kapalılık temel unsurun bir cinayet olmasından kaynaklanıyor. Normal seyrinde ve güneşli bir günün sabahında aniden bastıran kapkara bulutların kasveti gibi cinayet ve peşinden bastıran sessizlik de öylesi ürkütücü ve bir o kadar da çekici bence. İnsanları mutsuz görmekten çok korkarım. Ta çocukluktan herkesin yüzünde bir gülümseyiş görme çırpıntısıyla yaşadım ben. Gülümsemiyorsa bir insan konuşsun isterim ki mutlu olduğunu, mutsuzluğunu bileyim. Susandan da salt bu yüzden çekinirim. Başkalarının mutluluğuna bu şartlanma mutsuzluk öğüten bir değirmendir. Belki de bu yüzden salt mutsuzluğa hapsettim kendimi yıllar boyu. Cinayetten sonra köy dolusu insanın olası ve böylesi suskunluğunu da hayal ederken kendim korkuverdim. Eğer susuyorlarsa mutsuz olmalılar. Bu da anlatıcı olarak beni alt üst etti. Normal şartlarda kentlidir susan ancak, köylü yorulmaksızın konuşur. Bu da bence iyi bir şeydir.
“Edebiyatta “kötülükle-kötülerle” ilişkiniz nasıl? Mağrurlar, efendiler, mağdurlar… Dünya kötü de edebiyat o kötülükle baş etmek istiyor sanki. Kötülük olmadan hikâye anlatmıyor. İyilik geçici kötülük kalıcı mı sizce?
Bu romanda kötü kimdir? Bence ölen karısının ardından kendisiyle hesaplaşmayı bilen insan kötü değildir. Muhtar, Hayri, Necip ve jandarma komutanı da değildir kötü. Belki Kara Haydar için kötü denebilir ama üstüne gidildi mi kabul edecek bir yanı vardır yaptıklarının. Bu romanda ön planda bir kötünün bulunmayışı, kendi içimde iyiyle kötü arasındaki seçimde zorlanmamdandır sanırım. Bu ayrıma yönelmeden önce bir insanda dürüstlük, merhamet ve adalet unsurlarının varlığıdır bana göre önemli olan. Bu üçünü içinde yaşatan bir insan kötülük yapsa da kötü değildir. Bu üçünden herhangi birini yitiren bir insana da mutlak iyi denemez. Elindeki gücü çıkar için, merhametsizce kullanan ve adil olmayan her insan ve otorite kötülüğe yakındır diyebiliriz. Sonuç itibarıyla iyilik de kötülük de kalıcıdır. Dürüstlüğün, merhametin ve adaletinle temizlenir mezar taşın. Düzenbazlığın, acımasızlığın ve zulmünle de ota bürünür. Sonuçta iki durumda da kalır adın senden sonraya. “Ne iyilik battal olur bu dünyada, ne de kötülük” sözüyle anlatılmak istenen de özde budur. Roman tarlanın içinde darı danesini resmetmektir. Dolayısıyla okuyan herkesin yazanla bu konuda uyuşmasını sağlayabilmek olanaksız. Okuduğu metinde kötü de olsun isteyen, bir kötü bulur çıkarır.
İlk romanınız… İnsan ister istemez nerelerdeydiniz diye merak ediyor…
Virginia Woolf “otuzunuzdan önce yazdığınızı asla yayınlamayın” diyor. Saramago bunu duymuş ama geç duymuş olmalı ki ikinci romanını 55 yaşında yazmış. 48 yaşımdayım. Nergis ilk romanım ama aslında yazılalı epey bir zaman oldu. Eğitim hayatımız düşünmeye değil de ezberlemeye dayalı olduğundandır belki, şartlanmışım, anlatılan şeyi bir de kâğıda yazarak kavrayabiliyorum ancak. Okumak kadar yazmak da iptiladır yani; yazdığını orta yere koymaksa cesaret. En çok eksikliğini duyduğum şeydir cesaret. Öyle yetiştirildik ki biz, kafanı yerden kaldırmadan yürümek namustu, efendilikti, pırıl pırıl delikanlılıktı. En babayiğidimizin boynu eğri, sırtı kamburdur salt bu yüzden. Öyle suskun, öyle sönük, öyle kuşatılmış. Bana yazdıklarımı yayınevine sunma cesaretini veren, sevgili dost Prof. Dr. Medine Sivri’dir. Umarım bu cesaret kalıcı olur da yazdığım diğer şeyleri de okunur kılabilirim.
Yazarlık anlayışınızı anlamak için soruyorum. Geleneksel kültürle ilgilisiniz, epigraflar, deyişler… Nasıl başlıyorsunuz yazmaya? Ve neydi Nergis’in çıkış noktası?
Aziz Nesin’in güncesi Mum Hala gibi pek çok şeyi kaydettiğim defterlerim var. İçlerinde durakta otobüs beklerken kendi kendine söylenen ihtiyardan, eşten dosttan işittiklerime, yabancı bir şehirde geceyarısı yolumu kaybettiğimde hissettiklerime ve okuduklarıma kadar pek çok basit ama iz bırakan notlar var. Yazmaya yeni başlayanlara hatta yazmayı aklına bile getirmeksizin yaşayıp giden herkese önerimdir günce tutmak. Olağanüstü zengin malzemelere sahip olursunuz bir zaman sonra. Güncelerde tuttuğum notlardan çok yararlandım Nergis’i yazarken. Örneğin gerçek isimler farklı olmak kaydıyla Gülzar’ı alıp götüren Hazreti Ali hikâyesi yaşanmıştır, gerçektir. Ben yazmaya parçaları nasıl birleştireceğimi kurgulayarak başlıyorum. Yani parçadan bütüne gitmek daha çekici geliyor. Deneyimle sabittir, başlarken yapılan plana sıkı tutunmak pek uygulanabilir bir şey değil. Roman sizi farklı yerlere sürüklüyor ve plana tutunamıyorsunuz ancak elbette gelişigüzel de yazamazsınız. Belirlediğiniz bütün için ne tür malzemeleriniz var ve bunlardan nasıl yararlanabilirsiniz, sorun budur. Bununla birlikte Nergis’in çıkış noktası değil ama itici gücü Orta Anadolu köylüsünün beni her keresinde şaşırtan zekâsıdır. Çeşitli vesilelerle bu coğrafyada pek çok köyde bulundum, insanlar tanıdım. Ben köy insanındaki yaratıcı zekâyı kentlide görmedim. Sırf “ardında köpek ürmeyen kurt kurttan sayılmaz” lafı bile felsefe içermez mi? “Sırrını faş eden helak olur” diyebilmek için bir kavrayış yeteneği gerekmez mi? Benim bir ölçüde becerebildiğim yetkinliği Mustafa Çiftçi “Bozkırda Altmışaltı” da tadı uzun süre damakta kalacak kadar ustalıkla sergilemiş. Okurlara önerimdir.
Söyleşi: Serap Uysal – edebiyathaber.net (16 Ocak 2015)