Söyleşi: Serkan Parlak
Turhan Yıldırım ile İthaki Yayınları etiketiyle okurla buluşan yeni öykü kitabı “Modern Soslu Postmodern Makarna” hakkında konuştuk.
Turhan Bey, yeni öykü kitabınız “Modern Soslu Postmodern Makarna” geçtiğimiz günlerde İthaki Yayınları etiketiyle okurla buluştu. Kurmaca türlerle olan ilişkiniz, yazma serüveniniz ve yeni öykü kitabınızın ortaya çıkış sürecini anlatabilir misiniz?
Öncelikle kendimi iyi bir okur olarak tanıtabilirim. Yirmi yıldır her gün tür farkı olmaksızın edebi eser okuyorum. İlk öykümü yazdığımda yirmi yedi yaşındaydım ve o dönem hiç de fena olmayan bir dergide yayımlanmıştı. Yani aradan tam on üç sene geçmiş. İlk öykü kitabım Kara Gergedan 2021 yılında yayımlandı. Bu kitaba ismini veren öykü olan “Modern Soslu Postmodern Makarna”yı ise yazdığımda henüz ilk kitabım yayımlanmamıştı. Bir dosyayı tamamladıktan sonra da aynı tempoda yazmaya devam ediyorum. Örneğin şu sıralar üçüncü öykü dosyam “Direkler Arasında Metinler”i bitirmek üzereyim. Yaklaşık dört yıldır hiç ara vermeden öykü yazıyorum. Kitaplarımın haricinde yayımlanmış yedi ayrı antolojide de öykülerim bulunuyor. Üçüncü öykü dosyam haricinde yazdığım bir öykü, bir şiir ve bir de roman dosyam var. Ayrıca dergi ve e-dergiler için inceleme, deneme yazıları da kaleme alıyorum. Kısacası sağlığım el verdikçe ömrümün sonuna kadar hiç durmaksızın yazmak istiyorum.
Her ne kadar okuma ve yazma deneyimleri, işçilik ve gözlem gücü önemli olsa da öykülerinize başlarken ilham kaynaklarınız neler oldu? Bu soruyla ilişkili olarak şunu da sormak isterim, öykülerinizin taslaklarını nasıl oluşturdunuz?
Kitabımın ilk bölümünde tarihte yaşanmış acıları anlattığım beş öyküm bulunuyor. Tarihin ta kendisi ilgi alanım. Öykülerimde yoğun metinlerarasılık kullanıyorum. Sadece kitaplarla değil filmlerle ve şarkılarla da kurduğum yoğun bir bağ var. Zaten bu da öykülerime yansıyor. Örneğin kitabımda yer alan ikinci öykü “4.17”, Umay Umay ve Cem Adrian’ın “YaNNızlık” adlı şarkısının süresince yazdığım, tamamen o şarkının bana getirdiği duygularla kaleme aldığım bir metin. Öykü kurgusu zihnimde ilk oluştuğu zaman eğer bilgisayar başında değilsem telefonuma not alıyorum. Kurgu günlerce ve bazen de aylarca zihnimde mayalanıyor. En sonunda bilgisayarın başına oturduğumdaysa canhıraş bir yazma mücadelesi gerçekleşiyor. Kalabalık ve çoksesli bilincim âdeta bir çağlayan gibi dökülüyor metinlerime.
Elinizdeki malzemeyi kurgu için yeniden üretip dönüştürürken nasıl bir süreç işliyor, özellikle öykü kişileri söz konusu olduğunda.
Karakterlerim kendi sesleriyle geliyor bana. Öykü ilk zihnime düştüğü sırada hangi anlatıcı tipiyle yazacağım da zaten ses olarak beliriyor. Aslında elimde birikmiş bir malzeme yok. Kurgu, aklıma gelmeye başladığı ilk anda sahne sahne dökülüyor. Genellikle öykünün ismi, başlangıcı ve bitişi, hatta pek çok yeri belli oluyor. Bilgisayar başına oturmadan önce, anlatıcı tipinden kullanacağım tekniklere kadar her şeyi biliyorum. Karakterlerime nadiren isim veriyorum. Onları adsız, flu bir şekilde yazmayı tercih ediyorum. Gerisini ise okurun hayal gücüne bırakıyorum.
Turhan Bey, okurlar olarak metni okurken aslında bizi sadece anlatıcı ilgilendirir. Yazar bizi ilgilendirmez, yaşam öyküsü dahil. Değerlendirmelerimizi anlatıcı üzerinden yaparız. Kurmaca metinlerde çözülmesi en zor konulardan olan anlatıcı meselesi hakkında öykülerinizde ne gibi problemlerle uğraştınız?
İlk öykü kitabım Kara Gergedan’dan beri neredeyse her anlatıcı tipini kullanıyorum. Özellikle yeni kitabımda -genellikle pek tercih edilmeyen- ikinci şahıs anlatıcıya sahip öyküler de kaleme aldım. Genellikle romanlarda kullanılan çoklu anlatıcıya da kurgularımda yer vermeyi seviyorum. Ayrıca anlatıcılarımın bazılarında bilinç akışı tekniği de bulunuyor. Neredeyse tüm anlatıcı tiplerini kullanabildiğimden dolayı anlatıcıya dair pek bir sorun yaşamıyorum. Önceki soruda da yanıt verdiğim gibi metnin hangi anlatıcı tipine sahip olacağını da yazım aşamasının en başında seçiyorum.
Hikâyeler iç evrenimizin, kozmik yapımızın yansımaları olarak dünyayı daha katlanılabilir hale getiriyor. Hikâyeler ötekilere yazılıyor, öznel alana hitap ediyor, tesir etmeleri gerekiyor. Günlük hayatta katlanamayacağımız gerçekler hikâyede, romanda katlanılır hale geliyor. Ne dersiniz?
Sorunuzda belirttiğiniz gibi tüm kurmaca türlerinde hayatın yalın gerçekliğini, kurmacanın kendi gerçeklik evreninde yeniden oluşturuyoruz. Normalde duymak, görmek bile istemediğimiz türlü olayları metinlerimizde yazıyoruz. İşte tam da burada kalemin gücü devreye giriyor. Edebiyatın estetik dili, çok iyi bildiğimiz gerçekleri bizler için okuyabilir hale getiriyor. Yazarlar gerçekliğin aktarıcıları değildir. Realiteyi dönüştürüp kurmacanın kendi gerçekliğinde bizlere sunarlar. Bunun sayesinde de savaşları, katliamları, işkenceleri anlatan kitapları dahi okuyabiliyoruz.
İki bölümden oluşan öykü kitabınızda metinlerarasılık, bilinç akışı, lipogram gibi farklı anlatım teknikleri ön planda, deneysellik ve mizahi-politik söylem dikkat çekici. Dil-anlatım ve üslubunuzdaki bu yönelim hakkında neler söylemek istersiniz?
Aslında tüm bu dedikleriniz zihnimin çalışma prensibiyle ilgili. Teknikler, anlatmak istediklerimi, meselelerimi daha iyi kaleme alabilmem için birer araç. Bundandır ki öykülerimde çok sayıda teknik kullanmaktan çekinmiyorum. Çünkü çoksesli bir orkestra gibi çalışan zihnimdekileri kurguya başarılı bir şekilde dökebilmem için bunların hepsi elzem. İlk şiirlerimi kaleme aldığım yirmili yaşlarımın daha başlarındayken uzun bir cümleden oluşan akrostiş şiirler yazıyordum. Örneğin Şirazi’nin “Çünkü ben senin zindanında olduğun günde özgürüm,” dizesinin akrostişini yazmıştım. Yani daha o zamanlar bile beynim biçimci olarak çalışıyormuş. Dilin kendisiyle ve kurallarıyla uğraşmayı, oynamayı seviyorum. Kelimelerle ilişkim çok küçük yaşlarda başladı. İlk oyuncaklarım ansiklopedilerdi ve tıpkı kitabımda yer alan “Küçük Kırmızı Japon Balığı” öyküsünde olduğu gibi kuvvetli bir hafızaya sahiptim. Hâlâ da hafızam pek fena sayılmaz. Böylesi bir belleğin varlığı, yabancı diller de dahil olmak üzere pek çok sözcüğe hakimiyetimi sağladı. Tabii ki bu durum sadece kelimelerle de sınırlı kalmıyor. Kitaplar, kurgu karakterler, oyunlar, şarkılar, filmler ve bunlar gibi daha pek çok isim belleğimde cirit atıyor.
Toplumsal sorunlar ve özellikle yaşadığımız coğrafyanın yakın geçmiş tarihi, gençlik yıllarımdan beri gözlem alanım. Bundandır ki içerik olarak da öykülerime yansıyorlar. Mizahsa çok güçlü bir dil. Özellikle acı gerçekleri dile getirirken mizah tüm haşmetiyle ortaya çıkıyor. Anlatmak istediğinizi çok daha kuvvetli bir şekilde okura verebiliyorsunuz. Bunun yanına bir de büyülü/harikulade gerçekliği ekleyebilirim. Gerçeküstünün, kurgunun akışında gerçeklikle olağan bir şekilde yan yana ilerlemesi, özellikle geçmişin acılarını anlatırken kullandığım, benim için oldukça önemli bir anlatım aracı.
Turhan Bey, sizce romanda, öyküde, şiirde döneme göre bazı konular, izlekler ön plana çıkıyor mu? Son dönemde geçmişle hesaplaşma, ilişkiler, kadınlık ve erkeklik durumları, aile ve bireysel yabancılaşma mesela?
Tabii ki her dönem, zamanın şartlarına göre içerik olarak bazı konular öne çıkacaktır. Önemli olan dönemin ortak meselelerini anlatırken bunun dışında da metinler kaleme alabilmektir. Paletinizdeki renkleri çokluğu, daha rahat kalem oynatmanıza vesile olacaktır. Bazı meseleler yine önlerde kendine yer bulacaktır. Örneğin benim öykülerimde, genellikle çalışan insanların büyük şehirlerde yaşadığı kaosu, koşuşturmacayı ve yaşadıkları olumsuz durumları, olayları görürsünüz. Ama tek anlattığım bu değildir. Hem geçmişten hem de bugünden pek çok sorunu metinlerimde dile getiriyorum. Bir rengin tonlarında uzman olmaktansa kalemimde pek çok farklı rengin var olmasını tercih ediyorum.
Son olarak sizi çok etkileyen yazarları, dönüp dönüp okuduğunuz öykü ve romanları sormak istiyorum.
Liste aslında çok uzun ama yine de bazılarını sayayım. Yazar olarak bizim edebiyatımızda Sevim Burak, Oğuz Atay, Vüs’at O. Bener, Yusuf Atılgan, Bilge Karasu, Leylâ Erbil, Orhan Duru, Onat Kutlar, Ali Teoman, Güney Dal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Bilge Karasu, İlhan Berk. Dünya edebiyatındansa Laurence Sterne, James Joyce, Samuel Beckett, Flann O’Brien, Jorge Luis Borges, Alejo Carpentier, Gabriel Garcia Marquez, Carlos Fuentes, Roberto Bolano, William Faulkner, Virginia Woolf, Luigi Pirandello, Georges Perec, Italo Calvino, Raymond Queneau, Michel Butor, Thomas Pynchon, Don DeLillo gibi yazarları sayabilirim. Eser olarak bizim edebiyatımızdan Yanık Saraylar, Afrika Dansı, İshak, Tutunamayanlar, Oyunlarla Yaşayanlar, Korkuyu Beklerken, Anayurt Oteli, Fındık Sekiz, Kılları Yolunmuş Maymun, Kara Kitap, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Gölgesizler, Kıskanmak, Göçmüş Kediler Bahçesi, Bakışsız Bir Kedi Kara, Devlet ve Tabiat, Mısırkalyoniğne. Dünya edebiyatındansa Tristram Shandy, Ulysses, Godot’yu Beklerken, Molloy, Malone Ölüyor, Adlandırılamayan, Ağaca Tüneyen Sweeny, Dalgalar, Ses ve Öfke, Döşeğimde Ölürken, Alef, Bu Dünyanın Krallığı, Terra Nostra, Yüzyıllık Yalnızlık, Biri Hiçbiri Binlercesi, Yaşam Kullanma Kılavuzu, Kayboluş, Kış Yolculuğu ve Diğer Öyküler, Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu, Biçem Alıştırmaları, Cent mille milliards de Poemes, Değişme, 49 Numaralı Parçanın Nidası, Beyaz Gürültü.
edebiyathaber.net (18 Ağustos 2023)
“Turhan Yıldırım: “Hayatın yalın gerçekliğini, kurmacanın kendi gerçeklik evreninde yeniden oluşturuyoruz.”” üzerine bir yorum