Uzun yıllardır süregelen bir tartışma bugünlerde gene alevlenmişe benziyor. Türk edebiyatında birkaç isim dışında niçin eleştirmen yetişmiyor? Son yıllarda eleştiri kurumuna yeni kalemler neden katılamıyor? Bunu eleştirmenliğin zor olmasına, çok okumayı ve birçok konuda fikir sahibi olmayı gerektirmesi gerçeğine bağlayanlar var. Ama genellikle eleştirmenlerin piyasa sermaye ekonomisi üzerinden nemalanan, birilerine hoş görünmek için yazan, eleştirdiği zaman da kötü niyetli yaklaşımla yazarı bozguna uğratmak amacı ile kalemini sivrilten kişiler olduğu çevresinde yoğunlaşıyor eleştiriler daha çok. Türk edebiyatında yeni eleştirmen yetişmiyor diyenler belki de şunu gözden kaçırıyorlar; artık eleştirmen kavramı değişiyor. Artık o eskilerde yer alan, çok değerli ama günümüz edebiyat anlayışına eklemlenemeyen bakış açısına sahip eleştirmenler değil, farklı yaklaşım gösteren kalemler var. Semih Gümüş’ün Eleştirinin Sis Çanı kitabının önsözünde belirttiği gibi: “Zaman, sanırım eleştiri ile uğraşanları ikiye ayırdı. Yazarı ve yapıtı topun ağzında gören eski eleştiri bugün ne yaşıyor, ne de aslına bakılırsa, yaşadığı kadarıyla edebiyatımızı anlıyor.”
Nedir eleştiri? Bir öğretmen ve bilirkişi edasıyla yazara ve kitaba not vermek, onun özünü-sözünü anlamadan kendi ön yargıları ve tek yanlı düşünceleriyle ele almak, gerçek anlamda değerlendirmek midir? Ya da bir öğrenci edasıyla “bu kitabı ben de okudum, benden önce söz söyleyen büyüklerime katılıyorum, özgün bir sözüm yok ama gene de bana ezberletilenleri tekrarlamak istiyorum” demek, eleştirmek ve ya yorumlamak mıdır? Sözlük anlamı “Bir insanı, bir eseri, bir konuyu doğru ve yanlış yanlarını bulup göstermek amacıyla inceleme işi” olarak tanımlansa bile pratik yaşantımızda sadece kötülemek amaçlı bir anlama indirgemiyor muyuz? Doğru yanları göstermenin de bir tür eleştiri olduğunu göz ardı etmiyor muyuz? Ama en çok da “inceleme işi” kısmını es geçmiyor muyuz? Evet, bir nevi otopsidir eleştiri. Bir eserin tamamını ve ya bir parçasını ele alıp incelemektir. Bazen mikroskop altında büyüterek… Bazen çok yakından bakınca görüntünün bulanıklaştığı ve bütünü kapsayamadığı bilgisiyle geriye çekilerek… Bazen metni yazan eli unutup yazıya odaklanmak, yazarın sesini değil yazının sözünü dinlemektir. Ama kimi zaman metni, yazarın diğer eserlerini, bakış açısını, hayatını, yaşadığı dönemi ve ya toplumu ele alarak değerlendirmektir. Kâh zamansız ve mekânsızdır metin, kâh yetim. Her eser kendi özelliklerine göre değerlendirilir. Ve her değerlendiren kendi bakış açısıyla yorumlar. O zaman ikinci soru da şu olmalı sanırım: her fikir beyan eden eleştirmen midir? Kimdir eleştirmen?
Kanımca bunun açılımını, eseri dilbilimi, semiyoloji, sosyoloji, psikoloji, felsefe, tarih gibi birçok açıdan ele alıp inceleyen ve kendi özgün yorumunu katarak eserin anlamını ve sanatsal değerini genişletmeye katkıda bulunan her türlü girişimi düşünerek ve kapsayarak yapabiliriz. Kimin yazar, kimin sanatçı olduğunu söylemenin kimsenin tekelinde olmaması gibi kimin eleştirmen olabileceği üzerine son sözü söylemek de kimsenin iki dudağı arasında olamaz diye düşünüyorum. Aslında her okur kendi çapında bir eleştirmendir. Okuduğunu yorumlar ve değerlendirir. Ancak edebiyat eleştirmeni dendiği zaman kendince yorum yapmaktan öteye geçmek gerekir. Esere birçok farklı bakış açılarıyla yaklaşarak, metinler arası göstergeleri ve disiplinler arası ilişkileri değerlendirmek, eserin estetik değerini göz önünde bulundurmak gerekir. Ama bu da yetmez. Eserin söylediğinin üzerine kendi özünden, fikrinden, bakışından, sezgisinden bir tutam katarak zenginleştirmesi gerekir. İşte sanırım eski tip eleştiri anlayışı ile yeni eleştirmenyorumlayıcı farkı da bu noktada yer alıyor. Oysa toplumsal iletişim alışkanlıklarımızla eleştiri yapmaya soyunan kişinin sesini yükselterek konuşan, kavgacı bir üslup ve emir vermeye alışkın eril dili kullanan, dinlemek ve anlamak yerine kendi sözünü söyleme derdinde, empati yeteneğinden yoksun olmasını bekliyoruz. Üstten bakan, sadece kendi bildiğini doğru sayan, farklı olanı ötekileştirerek reddeden üst perdeden sözlere ayarlanmış frekans ayarlarımız. Dinleyen, sorgulayan, sakince fikir beyan edenleri ise duymazdan geliyoruz. Oysa yargı bildiren (!) ünlem işareti yerine boynunu hafifçe eğerek dinleyen ve sorgulayan (?) soru işaretini baş tacı etsek… Soru sormayı bile kendi bilgimizi göstermenin ve sesimizi duyurmanın aracı haline getirmesek…
“Soru sormak bir şeyi öğrenmeyi istemek anlamına gelir. Ancak birçok entellektüel tartışmada, konferansı veren kişinin konuşması sona erince sorulan sorular bir eksikliği ifade etmez, bütünlük iddiasında bulunurlar. Soru sorma maskesi altında konuşmacıya karşı bir saldırıda bulunurum; bu durumda soru sormak polisiye anlamını yeniden kazanır: Soru sormak, sorgulamak demektir. Sorgulanan kişi de bu sırada sahte bir tavır takınarak, soruyu ulaşmak istediği noktaya değil de sözcüklerine odaklanarak yanıtlar. Böylece bir oyun ortamı oluşur.” Roland Barthes
“İnsanlar, güçlü bir fikri temsil ettikleri sürece güçlüdürler. Bu fikre karşı çıktıkları vakit ise güçsüz duruma düşerler.” diye belirtir ünlü psikiyatrist Freud. İnsanın psikolojik özelliğidir; çoğunluğun tercihlerine uyarak kabul görmek ister. Soru sormak, inceleyip yorumlamak ise çoğunluğun fikrinden ayrılmak, yalnızlığı göze almak demektir biraz da.
Son olarak “eleştirmen” kelimesinin bilinçdışı sezgisel anlamlandırma mekanizmamızda yarattığı ön kabulü yani kısaca bu antipatik anımsatmayı engellemek adına yorumlayan, değerlendiren, eleştirel deneme yazarı gibi daha naif kelimelerin kullanımını da gündeme taşımak istiyorum. Sonuçta Borgesvari denemeler yapan, Roland Barthes, James Joyce ve ya Walter Benjamin gibi eserleri çok farklı açılardan, kendi görüş ve deneyimlerini de katarak irdeleyen eleştirel deneme yazarları neden bizim edebiyatımızdan da çıkmasın? Bu alanın geleceğin yazını açısından çok verimli ve ilgi çekici bir alan yaratacağını düşünüyorum.
Dip not olarak belirtmek isterim ki bu yazı bir eleştirmen tarafından yazılmadı. Soran, sorgulayan, fikir üretmeye çalışan, tartışmaktan zevk alan bir kalem tarafından yazıldı. O kalemi tutan elin “kim”liği ya da “ne”liği ise en önemsiz olan.
“Bu maskenin altında bir fikir var. Ve fikirler kurşun geçirmez.” V For Vandetta filminden.
Pınar K. Üretmen – edebiyathaber.net (9 Şubat 2016)