Türk Halk Yazınında Âşık Geleneği, Akılcılaşma, Özgürleşme ve İnsancılaşma Amacıyla Güncelleştirilebilir mi?[1] | Onur Bilge Kula

Mart 26, 2025

Türk Halk Yazınında Âşık Geleneği, Akılcılaşma, Özgürleşme ve İnsancılaşma Amacıyla Güncelleştirilebilir mi?[1] | Onur Bilge Kula


[1] Bu yazıda irdelenen konular ve savları, “Anadolu’da Çoğulculuk ve Tolerans ve Güncel Yansımaları” (Bilgesu Yayınları, Ankara 2024) adlı kitabımda ayrıntılı olarak açımlamaya çalıştım.

Yazında Gelenekler Neyi Anlatır?

Türk halk yazınında aşık geleneği konusunu ele almak birkaç nedenle önemlidir. Birincisi, bu adlandırma, Türk yazınının belli geleneklere dayandığını ve geleneklerin ayrımlaştığını dile getirmektedir. Söz konusu geleneklerin ayrımlaşması, gelenek çokluğunu imlemektedir. İkincisi, bu adlandırmanın içerdiği yazınsal gelenek çokluğu, Anadolu Türk düşünce yaşamında farklı düşünsel doğrultuların geliştirildiğini ve bunların yazınsallaştırıldığını ortaya koymaktadır. Üçüncüsü, “Türk halk yazını”[1] kapsamında değerlendirilen  “âşık geleneği” anlatımı ya da kavramı, düşünce çokluğunun ya da düşünsel çoğulculuğun tarihsel süreç içinde geleneğe dönüşerek, yazınsal alanda da kalıcılaştığını ve bugün de varlığını sürdürdüğünü anlatmaktadır.

Türk yazınının belirleyici bir yönü ya da niteliği olan gelenek çokluğu, bir yandan Türk halkının İslam öncesi birikimi ile Anadolu kültür birikimini başarıyla bireşimlemesinin bir türevidir. Ahmet Yesevi adına söylenen “hikmetler”, Babai Başkaldırısı kapsamında abdal geleneği, Yunus Emre, Şeyh Bedreddin Pir Sultan Abdal ve Karacaoğlan, söz konusu bireşimin somut örnekleridir. Öte yandan, düşüncenin çoğullaşma eğilimi, insanın doğasıyla ilgilidir. İnsan, doğası gereği, hem bireyselliğe, hem de toplumsallığa eğilimlidir. Bir başka anlatımla, insan, bir yandan tekilleşerek ayrımlaşmak ister. Öbür yandan da tekil ayrımlarını koruyarak, toplum denilen tümel yapının bir parçası olmaya uğraşır. Böylece insan teklik içinde çokluk ve çokluk içinde teklik yaratır.

İnsanın bu öz-yapısal ya da türsel nitelikleri kapsamında ortaya çıkan Türk halkının her bakımdan büyük bir çeşitlilik içeren birikiminin de özendirdiği ayrımlaşma ve çoğullaşma oldukça belirgindir. Bununla birlikte, tekil özellikler, düşünmeler ve edimselleştirmeler, kendiliğinden geleneğe dönüşmez. Gelenekleşme, karşıtıyla birlikte, onunla irdeleşerek gerçekleşebilir. Toplumsal-kültürel alanda ortaya çıkan düşünsel yönelimler, ancak uzun bir zaman dilimi içinde bir biriyle irdeleşerek, dizgeli ve özerk bir yapı kazanabilirler. Söz konusu dizgeli ve özerk yapılar, bir yandan süreklileşirler, öbür yandan da özgünleşirler ve ayrımlaşırlar. Ayrımlaşma olmaksızın, gelenekler çeşitlenemez. Bu durum, tarihin her döneminde insancılığın, demokrasinin, laikliğin ve hoş-görünün önkoşulu olan düşünsel çoğulculuk kavramının da başlıca kaynağıdır.  

Dil, Düşünme ve Anlatılaştırmanın Dolayımıdır

Düşünme, dil ile gerçekleştirilen bir etkenliktir. Dil ve düşünme, hem birbirini gerektirir, hem de koşullar. Dolayısıyla, dil olmadan düşünme; düşünce olmadan dil olmaz. Bu kapsamda düşüncenin çeşitlenmesi, kaçınılmaz olarak dilin çeşitlenmesine yol açar. Bu nedenle, düşüncenin çoğullaşması, dilin anlatım olanaklarının çoğullaşmasını da birliğinde getirir. Türk halkının edimsel ve kuramsal birikimi ve yaşam tarzını yansıtan halk yazınının sürekliliğini ve zenginliğini sağlayan, bu yazınsal geleneğin beslendiği ve yaratıldığı arı-duru ve şiirsel Türkçedir. Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Nesimi, Kul Himmet, Karacaoğlan, Köroğlu, Dadaloğlu, Âşık Veysel ve daha nicelerinin düşünsel-yazınsal yaratımları bu durumu kanıtlar.  

   

Yazın, en yalın tanımıyla söz ya da anlatı sanatıdır. Dolayısıyla, yazınının malzemesi ve dolayımı dildir. Bir başka söyleşiyle, yazın dil ile yaratılır ve dil üzerinden aktarılır ve paylaşılır. Ayrıca, düşünsel bir ürün olan dil, yazınsal yaratımda ikinci kez düşünselleştirilir, tinselleştirilir. Estetik kavramını felsefede dizgeleştiren Hegel, söz konusu nedenle, sanatlar sıralamasında yazını birinci sıraya koyar. Bir malzeme ve dolayım olarak dilin içinde barındırdığı anlatım tarzları ya da anlatılaştırma tarzları, yazını zenginleştiren başlıca kaynaktır. Düşünsel ayrımlaşma, anlatılaştırma tarzlarının da ayrımlaşması demektir. Bu nedenle, yazında ayrımlaşmış geleneklerin asıl kökeni, düşünme ve anlatılaştırma tarzlarının çoğullaşmış olmasıdır. Söz konusu düşünsel ayrımlaşma ve çoğullaşma, âşık yazınını da kapsayan halk yazınının ürünlerinde belirlenebilir.   

 Öz-belirleyim ve Özerkleşim, Karşıt Kültürün Tanımlayıcı Nitelikleridir

Heterodoks kuram ve eylem geleneği kapsamında halk yazını ve aşık geleneği, dayanışmacı bir toplumda insanı ve yukarıda insanın ‘öz-belirleyimi, özerkleşimi’ diye tanımlanan ilkeleri öne çıkarmıştır. Bu durum, söz konusu ilkelerin, Anadolu insanı için de geçerli olduğunu göstermektedir; çünkü en genel nitelikleriyle insan yaşadığı her yerde çeşitli yoğunluklarda ‘öz-gerçekleştirim’ erekler. Dolayısıyla, insanımızdan ve toplumumuzdan umut kesemeyiz. Umudu ve geleceği, toplumun dışında bir yerlerde ve güçlerde arayamayız.  Türk yazınında âşık geleneğinin sunduğu düşünsel ve insancıl birikim, insanımızın ve toplumumuzun yenileşme gücünü özünden türetebileceğinin en açık kanıtıdır. 

Burada bir başlam açarak, öz-belirleyim ve özerkleşim etkinliklerinin bir sonucu olarak gelişen karşıt kültüre ilişkin şu açıklamaları eklemek isterim. Anadolu insanının söz konusu öz-gerçekleştirim uğraşlarının toplamı ya da düşünsel harmanlanımı, ‘karşıt kültür’ birikimini oluşturan başlıca kaynaktır. Karşıt kültür, öncelikle egemen söylemin baskıcılığına, dayatmacılığına ve sömürücülüğüne karşı çıkışlarda, buna karşı yürütülen toplumsal savaşım sürecinde biçimlenen kültürdür. Herbert Marcuse’nin yaklaşımıyla, ‘yeni toplum tasarımları’, ve bu tasarımları gerçekleştirmek için yürütülen etkinlik ve eylemler,  egemen kültüre göre ve tüm kültür içerisinde ‘karşıt akımı’ oluşturur[2].

Politik erki ellerinde bulunduranlar, bütün kültür içerisinde uç veren karşıtlıkları, yeni tasarımları sürekli bastırmaya ve etkisizleştirmeye uğraşırlar. Bu baskılayıcı uğraşlar sonucunda, özgürlük, adalet ve demokrasi istemleri bir yana bırakılır. Bu tutumun sonucu olarak ta toplumsal edim, büyük ölçüde özgürsüzlük ve baskıcılığa dönüştürülebilir. Böylece bütüncül kültürün geleceğe dönük yanı olan ‘özgürlük’ ve ‘demokrasi’ gibi açılımlar büyük ölçüde önlenerek, kültür tek boyutlu bir yapıya indirgenmek istenir.

Dünyanın hiçbir yerinde ‘egemenler’, hele emeğiyle ya da bilgi ve uzmanlığıyla varlığını sürdürmek zorunda olan insana kendiliklerinden ‘öz-gerçekleştirim’ olanağı vermezler. Böyle olunca da insanlar dünyanın her yerinde öz-gerçekleştirim için savaşım verirler. Tarihsel ilerlemenin temel taşıyıcı gücü de en genel anlamıyla insanların ‘öz-gerçekleştirim’ savaşımlarıdır ve bu savaşım asıl olarak çalışanlarca, bedensel ve beyinsel üretim yapanlarca yürütülür. Yazıncılar ve düşünürler de bu kapsamda ön gelirler. Öz-belirleyim, insanın özyapısal ve toplumsal niteliğidir. İnsan, tekil ya da birlikte, nerede ve nasıl yaşadığından bağımsız olarak, öz-yapısal ve toplumsal niteliğine uygun davranır. Özgür ve özerk bir birey ve uygar bir yurttaş olmaya uğraşır.

Halk yazını tarihsel süreç içinde insanın öz-belirleyim savaşımını, bireyliğini ortaya koyma ve savunma, bir başka anlatımla insanlaşma ve insancılaşma savaşımının yanında olmuştur. Halk yazını bu niteliğiyle salt yöreselci değil, evrenselci olarak nitelendirilebilir. Pir Sultan’ın “Dağlar” şiiri, bireyin içsel özgürlüğü ve özerkliği kapsamında değerlendirilebilir. Şiir şöyle: 

Ey benim divane gönlüm/ Dağlara düştüm yalınız/Bu cefayı kendi özüm/ Pek mail gördüm yalınız,

Dağlar var dağlardan yüce/ Dağ mı dayanır bu güce/ Derdimi üç gün üç gece/ Söylerim bitmez yalınız.

“Dağlar” adlı şiirin bu iki dörtlüğü, öz-güveni, öz-benliği ve zor zamanlarda tek başına kalmayı, öz-kimliğini ve bireyliğini ülküleri uğruna savaşımlarla koruma ve geliştirmeyi anlatır.

Kul Himmet’in (16. yüzyıl) “Seyyah Olup Şu âlemi Gezerim” adlı şiirinden bazı bölümler, özü, öznelliği ve öz-belirleyimi vurgulaması bakımından oldukça ilgi çekicidir. Söz konusu bölümler şöyle:

Seyyah olup şu âlemi gezerim/ Bir dost bulamadım gün akşam oldu/ Kendi efkârımca okur-yazarım/ Bir dost bulamadım gün akşam oldu/

İki elim gitmez oldu yüzümden/ Ah ettikçe yaşlar gelir gözümden/ Kusurumu gördüm kendi özümden/ Bir dost bulamadım gün akşam oldu.

Bozuk şu dünyanın temeli bozuk/ Tükendi daneler kalmadı azık/ Yazıktır şu geçen ömre yazık/ Bir dost bulamadım gün akşam oldu

Kul Himmet üstadım ummana dalam/ Gidenler gelmedi bir haber alam/ Abdal oldum şal giydim bir zaman/ Bir dost bulamadım gün akşam oldu.

Yukarıdaki ikinci dörtlükteki “Kusurum gördüm kendi özümden” dizesi, öz-eleştiri,  eleştirel öz-değerlendirim ve öz-yetkinleşim bağlamında konulaştırılmaya oldukça uygundur.  Üçüncü dörtlükteki toplumsal bozukluklara tavır alış, son dörtlükteki kesin inanç hakkındaki kuşkuculuk, güncelleştirilmeye elverişlidir.

Öz-belirleyim ilkesi, yaratıcı ve eleştirel aklın taşıyıcısı ve geliştiricisi olan insanın kendi toplumsallığı içerisinde varlık nedenini sürekli araması ve anlamlandırması uğraşı ve süreci olarak nitelendirilebilir. Bu ilkenin gerçekleşebilmesi için, kişilerin yaşam koşullarının eşit biçimde düzenlenmesi belirleyici bir öneme sahiptir.

Yunus Emre’nin “İlim Kendin Bilmektir” şiirindeki

İlim ilim bilmektir/ İlim kendin bilmektir/ Sen kendini bilmezsin

Ya nice okumaktır

Okumaktan murat ne/ Kişi Hak’kı bilmektir/ Çün okudun bilmezsin/ Ha bir kuru emektir

Yunus Emre der hoca/ Gerekse bin var hacca/ Hepsinden iyice/ Bir gönle girmektir.

Dizeleri, hem insanı öz-belirleyim ve öz-yetkinleşim etkinliğinin konusu durumuna getirmesi, her şeyi özünden türetme gücünü geliştirmesini, hem de insan hakkını, dolayısıyla da insancılığı öne çıkarır. Öte yandan bu şiir, öz-tanıyım ya da özünü-bilme uğraşını özendirmesi ve “Hepsinden iyice/ Bir gönle girmektir” dizelerinde sonal erek ve ülkü olarak anlamını bulan “bu dünyada yaşayan insanı” ve onun sorunlarını, gereksinmelerini, bir başka anlatımla, hümanizmin yanı sıra, dünyasallığı bilince çıkarmayı amaçlar. Yunus Emre’nin vurguladığı somut insanın yaşam koşullarının toplumsal olanaklar bakımından eşitleştirilmesi, bir anlamda insan yaratıcılığının önündeki engellerin ortadan kaldırılmasına ortam hazırlar. Toplumsal koşulların eşitleştirilmesi, kişilerin birlikteliğini sağlamanın güvencelerinden biridir ve kişiye öbür kişilerle birlikte özerkleşim ortamı yaratır.

Bu anlamda halk yazını insancıl, dünyasal ve demokratik düşünmeyi ve yaşamayı özendirmiş, insan yaratıcılığının taşıyıcısı olan ve bireylerin tekilliğinin toplamı olan çoğulculuğun, diyesi, çoğul kişiliklerin özgür biçimde kendilerini ifade etmelerinin olanaklarını ve ortamını yaratmaya katkıda bulunmuştur. Öte yandan bu yazın geleneği, her türlü köktenciliğin temel dayanağı olan tek doğru, tek inanış gibi, tekleştirici zorlamalara karşı özgürlükçü ve çoğulcu bir tutum alışı simgeler ve toplumsal adaleti ve eşitliği korkusuzca savunur. Babai abdalların, Yunus Emre’nin, Pir Sultan’ın, Kul Himmet’in, Köroğlu ve Dadaloğlu’nun, Aşık Veysel’in ve Mahzuni Şerif’in şiirleri, adalet ve eşitliğin korkusuzca savunulmasının kanıtlarıdır. Bu bağlamda şunu vurgulamak gerekir. Toplumsal yaşam koşullarının eşitleştirildiği, kişiliklerin çoğulculuğunun kabul edildiği ortamlar, ‘doğrunun tartışma sürecinde bulunduğu’, yeniden anlamlandırıldığı, yerelin evrensele eklemlenebildiği, evrenselin yerelleşebildiği, insanların özgürlük ve yaratıcılıklarının güvencelendiği ortamlardır.

Anadolu’da halk yazınının da katkısıyla güçlenen her türlü hak ve özgürlük savaşımı, uygar yaşam tarzının ve güncel demokrasinin kökeni, taşıyıcısı ve geliştiricisidir. Nitekim halk yazınını da içeren karşıt kültür birikimi de öncelikle hoşnutsuzların, dışlanmışların, güçsüzlerin ve baskılanan toplumsal kümelerin yürüttükleri kapsamlı savaşımların bir türevi olarak ortaya çıkmıştır. Bu nedenle, karşıt kültür birikiminden sorunların çözümünde, demokrasi ve özgürlük alanlarının genişletilmesinde yararlanılması, hem tarihselliğin bir gereği, hem de akılcı bir tutumdur.

Anadolu kültürü ve edebiyatında haksızlığa, zulme ve eşitsizliğe karşı duruşun ve savaşımın simgesi olan Pir Sultan Abdal’ın (16. yüzyıl) “Dönen Dönsün” adlı şiiri bu bağlamda anılabilir. Söz konusu şiir şöyle:  

Koyun beni hak aşkına yanayım/ Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan/ Yolumdan dönüp de mahrum mu kalayım/ Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan

Kadılar müftüler fetva yazarsa/ İşte kement işte boynum asarsa/ İşte hançer işte başım keserse/ Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan

Bir gün mahşer olur divan kurulur/ Suçlu suçsuz varsa orda bulunur/ Piri olmayanlar anda bilinir/ Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan.

Özgürsüzlük, hukuksuzluk, adaletsizlik, baskı ve zorbalığın her türüne karşı savaşım içerisinde belirginleşen halk yazını, geçmişte kalmış, geçerliliği olmayan bir yazınsal gelenek değildir. Bu yazınsal tür, içinde barındırdığı düşünsel birikimle güncel yeni açılımları özendirmeye elverişlidir. Kul Nesimi’nin (17. yüzyıl) “Yar Benimdir Kime Ne” adlı şiirinde yer alan

“Ben yitirdim, ben ararım yâr benimdir kime ne/ Gâh giderim öz bağıma gül dererim kime ne/ Gâh giderim medreseye ders okurum Hak için/ Gâh giderim medreseye dem çekerim kime ne”  

Dörtlüğü, düşünsel özgürlük, özerkleşim ve düşünsel ayrımlaşma uğraşı için güzel bir örnektir. Aynı şiirin “Al Yezit seccadeni al yürü mescit yoluna/ Pir eşiği benim kabem kıble gahım kime ne/ Gâh çıkarım gökyüzüne hükmeder kaftan kafa/ Gâh inerim yeryüzüne yâr severim kime ne”

Dizeleri, bağnazlığa açık karşı çıkışı ve aynı zamanda karşıt kültür geleneğini dile getirir.

Yine aynı şairin “Canım Erenlere Kurban” olarak bilinen şiirindeki

“Canım erenlere kurban/ Serim meydanda meydanda/ İkrarım ezelden kadim/ Canım meydanda meydanda

Gerçek olan olur gani/ Gani olan olur veli/ Nesimi’yem yüzün beni/ Derim meydanda meydanda”

Dizeleri, hem söz konusu karşıt geleneği, hem de savaşımcılığı anlatır.

Tarihsel gidiş içinde aynı geleneği ve tavrı sürdüren ve on dokuzuncu yüzyılda yaşamış olan Dadaloğlu, baskı ve adaletsizlik gibi konuların yanı sıra, ince bir insan eleştirisi de içeren “Yedi İlim Dört Köşeyi Dolandım” adlı şu şiiri yazmıştır.  

“Yedi iklim dört köşeyi dolandım/ Meğer dünya her tarafta bir imiş/ Ben dünyayı Al’Osman’ın sanırdım/ Meğer dünya yüz sultanlık yer imiş

İrili ufaklı insan piç oldu/ Onlar doğdu geçinmesi güç oldu/ Altı Arap atı şahbaz nic’oldu/ Mamur sandım yalan dünya çürümüş.

Okuduğun tutmaz oldu âlimler/ Kalktı da adalet arttı zulümler/Terlemeden mal kazanan zalimler/ Can verirken soluması zor imiş.

Kulak verdim dört köşeyi dinledim/ Meğer gıybetimi eden coğ imiş/ Çok yaşayıp mihnet ile ölmeden/ Az yaşayıp dem sürmesi yeğ imiş.

Dadaloğlu’m der ki sözüm vasiyet/ Benim sözümü dinleyene nasihat/ Besmelesiz kazanılan piç evlat/ O da dünyada ziyankâr imiş. 

Karşıt Kültür, Halk Yazını ve Tarihsellik

Halk yazını birikimi, Ahmet Yesevi’nin, hikmetlerinden, Babai başkaldırısından, Yunus Emre’den, Şeyh Bedreddin, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan, Dadaloğlu ve daha nicesinden gelen tarihsel bir birikimin ürünüdür. Ayrıca, bu birikimin yadsınamaz tarihsel bir değeri vardır. Aşağıda yer alan Ahmet Yesevi, Babai Başkaldırısı, bağdaşımcı ve savaşımcı abdallar, Yunus Emre ve Şeyh Bedreddin bağlantısının sürekliliğine ilişkin ayrıştırıcı çözümleme denemesi, halk yazını birikiminin tarihselliğini belirgin biçimde ortaya koymaktadır.

Âşık Veysel’in “Uzun İnce Bir Yoldayım” şiiri, doğumdan ölüme yaşamı anlatmanın yanı sıra, sürekliliği, süreçselliği ve tarihselliği yalın biçimde anlatır. Şiirin bazı bölümleri söz konusu kavramları betimler gibidir:

“Uzun ince bir yoldayım/ Gidiyorum gündüz gece/ Bilmiyorum ne haldeyim/ Gidiyorum gündüz gece.

Dünyaya geldiğim anda/ Yürüdüm aynı zamanda/ İki kapılı bir handa/ Gidiyorum gündüz gece.

Şaşar Veysel işbu hale/ Gâh ağlaya gâhî güle/ Erişmek için menzile/ Gidiyorum gündüz gece.”

Tarihsellik, aynı zamanda toplumun tarih içerisinde oluşturduğu anlama ve anlamlandırma birikiminden eleştirel bir tutumla yararlanarak, şimdiyi kurmaya ve geleceği oluşturmaya yönelik bilinçli bir yönelişle tarihsel gidişi ya da süreci biçimlendirme çabasıdır. Tarihsel birikimin ayrıştırılarak, kişinin özerkleşimine ve özgürleşmesine katkı yapabilecek kültür öğelerinin güncelleştirilmesi, hem tarihsel sürekliliğin sağlanmasına, hem de toplumsal demokratikleşmeye bir katkıdır. Halk yazınını da kapsayan tarihsel birikim, yukarıda betimlenen amaçlar doğrultusunda ayrımlaştırıldığında, kişinin özerkleşimi ve özgürleşimine; kişiliklerin çoğulluğuna ve toplumsal demokrasiye ivme kazandıracak önemli boyutlar içerdiği görülecektir.

Bu yazınsal türün dayandığı zengin tarihsel birikim, demokrasi, özgürlük, özerkleşme gibi aşkın kavramların içeriğini oluşturan öğeleri bolca içermektedir. Yeter ki, bu yazın birikimi dayandığı geniş çeşitlilik ve taşıdığı özgürlükçü-eşitlikçi öz açığa çıkarılarak, günün koşullarına uygunlukları bakımından ayrıştırılabilsin. Böyle bir ayrıştırma yapabilmek için sağlam ve geçerli bir yaklaşıma gereksinme vardır. Karşıtların birliği ve tarihsel ilerleme ilkelerini temel alan diyalektik bir yaklaşım, bu gereksinmeyi karşılaşabilir. Âşık Veysel’in “Güzelliğin On Para Etmez” şiiri, başlı başına diyalektiğin anlatımı olarak yorumlanabilir. 

“Güzelliğin on par’etmez/ Bu bendeki aşk olmasa/ Eğlenecek yer bulaman/ Gönlümdeki köşk olmasa.

Tabirin sığmaz kaleme/ Derdin dermandır yareme/ İsmin yayılmaz âleme/ Âşıklarda meşk olmasa.

Kim okurdu kim yazardı/ Bu düğümü kim çözerdi/ Koyun kurt ile gezerdi/ Fikri başka başk’olmasa.

Güzel yüzün görülmezdi/ Bu aşk bende dirilmezdi/ Güle kıymet verilmezdi/ Âşık ve maşuk olmasa,

Senden aldım bu feryadı/ Bu imiş dünyanın tadı/ Anılmazdı Veysel adı/ O sana âşık olmasa.”

Seven, sevilen ve sevgi, birbirini gerektiren ve birbiriyle var olabilen üçlü bir belirlenim ya da nedensellik ilişkisinin anlatımı değil midir? Bu üçlü belirlenim ilişkisinin iki öğesi olan seven ve sevilen kendisinden çıkıp, ötekinde kendisini yeniden bularak, özüne dönmez mi? Yukarıdaki şiir, çok açık biçimde söz konusu üçlü bağın ya da ilişkinin diyalektiğini betimlemektedir.

Ayrıca, bu şiir, Hegel’in deyişiyle, “ölümlüyü ölümsüzleştirmeyi erekleyen aşkı” anlatmıyor mu? Yine bu şiir, derin felsefi irdelemeye girmeksizin, bir şeyin ancak kendi karşıtı sayesinde var-olabileceğini somut olarak ortaya koymuyor mu?  Hegel’in “kavramın devindirici ilkesi”, bir başka anlatımla, “genelin tikelleşmelerini yaratan ve ortadan kaldıran ilke”, burada şiirselleştirilmemiş midir?  Âşık Veysel, belki de diyalektiğin kuramcıları olan Hegel ve Marks’ın hiçbir yapıtını okuma olanağı bulamamıştır; ancak, onların geliştirdiği kuramı şiirselleştirmeyi başarmıştır. Bu durum, yerel-evrensel ilişkisini ortaya koyan güzel bir örnek değil midir?  

Böyle bir yaklaşım, ‘değişimin öğretisi’ olduğundan, yapısı gereği eleştirel ve ilerlemecidir. Tarihsel evrimi içinde âşık edebiyatının özünde taşıdığı insancıl ve özgürlükçü nitelikleri ortaya çıkarabilir ve hem toplumsal, hem de yazınsal alanda geçerlileştirebilir. İlericilik ya da ilerleme, tarihsel süreç içerisinde sürekli ileriye doğru giden düz bir çizgi olarak değil, çoğul kişiliklerin ‘doğru’yu sürekli yeniden tartışarak, anlamlandırarak, yarattıkları özgürleşimci bir kuram ve edim doğrultusudur. Halk yazını, bu bağlamda doğruyu aramanın ve salt doğruyu sorgulamanın örnekleriyle doludur.

Bu konuda sayısız örnek vardır. Örneğin, Pir Sultan’ın “Ben de Bu Yayladan Şaha Giderim” adlı şiiri, her türlü baskı ve yıldırmaya karşın, davasında direnmeyi, insan ve hakikat arayışında kararlılığı konulaştırır:  

“Eğer göverüben bostan olursam/ Şu halkın diline destan olursam/ Kara toprak senden üstün olursam/ Ben de bu yayladan şaha giderim.

Dost elinden dolu içmiş deliyim/ Üstü kan köpüklü meşe seliyim/ Ben bir yol oğluyum yol sefiliyim/ Ben de bu yayladan şaha giderim.

Alınmış abdestim aldırırlarsa/ Kılınmış namazın kıldırırlarsa/ Sizde şah diyeni öldürürlerse/ Ben de bu yayladan şaha giderim.

Pir Sultan Abdal´ım dünya durulmaz/ Gitti giden ömür geri dönülmez/ Gözlerim de şah yolundan ayrılmaz/ Ben de bu yayladan şaha gider.”

Halk yazını, toplumsalı ve bireyseli yaratan ve geliştiren başlıca kaynak olan insanı, insan aklını temel almıştır. Bu nedenle, bu yazın geleneğinin bir başka niteliği, çok doğal olarak, insancılık ve akılcılıktır. Bu yazın türü insancıl ve akılcıdır; çünkü onun insan anlayışı, öncelikle tarihsel süreçte insanın öz-belirleyim çabasından süzülüp gelir ve Aydınlanma felsefesinde dizgeleştirilen n, ‘özerk ve özgür birey kavramını erekler. Özerk ve özgür birey, eleştirel bilince sahip olduğundan, düşünsel güdüleme çabalarına karşı koyar; karşı koymakla da yetinmez, akıl dışı etki kaynaklarını köreltmeye ve toplumsal düzeni ve yaşamı, dünyasal ve bilimsel yaklaşımla biçimlendirmeye uğraşır.

Laik Birikim, Karşıt Kültür ve Onun Bir Öğesi olan Halk Yazınının Doğal Türevidir

Laiklik, Türk toplum düzeninin en vazgeçilmez dayanağı, Anadolu kültürünün gerçekleştirmeyi başardığı görkemli düşünsel ve siyasal bireşimin hazırlayıcısı, taşıyıcısı, geliştiricisi ve yol göstericisidir. Düşüncenin, aklın, bilincin ve ahlakın gelişmesine, özgürleşmesine koşut olarak gelişen laik birikim, özellikle Türkiye kültürünün gürül gürül akan, ancak bazen güçsüzleştirilen bir kaynağıdır. Laik birikiminin bu güçlü kaynağı, her türlü kültürel çeşitliliği, insancıl bir yaklaşımla bağdaştıran, yeni bireşimlere ulaştıran ve kişilik çoğulluğuna olanak veren Anadolu kültür birikimidir. İslami heterodoksi ya da Anadolu Müslümanlığı diye nitelendirilen İslam’ın Anadolu’da kazandığı yeni nitelik de söz konusu bu birikimi geliştirmiş ve onun üzerinde yükselmiştir. Halk yazını da büyük ölçüde bu geleneğin bir parçasıdır.

Bu bağlamda Kul Nesimi’nin “Sorma Mezhebimizi” şiiri örnek verilebilir.  

“Sorma be birader mezhebimizi/ Biz mezhep bilmeyiz yolumuz vardır/ Çağırma meclis-i riyaya bizi/ Biz şerbet bilmeyiz dolumuz vardır.

Biz müftü bilmeyiz fetva bilmeyiz/ Kıl ü kal bilmeyiz ifta bilmeyiz/ Hakikat bağında hata bilmeyiz/ Şah-ı Merdan gibi ulumuz vardır.

Nesimi esrarı faş etme sakın/ Ne bilsin ham ervah likasın hakkın/ Hakk’ı bilmeyene Hak olmaz yakın/ Bizim Hak katında elimiz vardır.”

Bu dörtlükler, çok açık biçimde Anadolu/Türk kültürünün oluşturucusu bir öğesi olan çoğulcu birikimi, dolayısıyla da karşıtlığı ve laik birikimi betimlemektedir. Çağdaş her siyasal kuruluşun yararlanabileceği laik birikim, dünyasal ve insansal sorunlara, dünyasal ve insansal çözümler üretebilmenin de güvencesidir.

Türkiye’nin çağdaşlaşma ve uygarlaşma projesi ve girişimi anlamında Atatürk Devrimlerinin dayanağı da önemli ölçüde söz konusu birikimdir. Laik birikim, dünyasal ile dinsel alanın ayrımlaşmasının ve böylece yazgı denilen ve tarihsizliğe yol açan ön belirlenmişliğin aşılmasının temelidir. Aynı zamanda kısır döngülerin yol açtığı tarihsizliği alt ederek, tarihlilik ve tarihsellik boyutunu yaratma çabasıdır.

17. yüzyılda yaşamış olan Kazak Abdal’ın “Ormanda Büyüyen Adam Azgını” adlı taşlamasında yer alan

“Ormanda büyüyen adam azgını/ Çarşıda pazarda insan beğenmez/ Medrese kaçkını softa bozgunu/ Selam vermeğe dervişan beğenmez.”

Dörtlüğü, dinsel bağnazlık karşıtlığını, dolayısıyla da laik açılıma katkıyı simgeler.

Öncelikle eleştirel aklın bir türevi olan laik birikim, Avrupa’da Aydınlanma felsefesinin kuramcısı olan Immanuel Kant anlamında insanın kendi yarattığı bağımlılıkları yenerek, insancılaşmak ve uygarlaşmak çabasının hem ürünüdür, hem de güvencesidir. Bu birikim aynı zamanda, kökenlendiği karşıt kültür ve demokratik çoğulculuk anlayışının, dolayısıyla da halk yazınının vazgeçilmez kaynağıdır.

Laik birikim, hem dünyasal, nesnel, akılcı, eleştirel ve çözümleyici yaklaşımın giderek yaygınlaşması sonucu gelişmekte, hem de bu niteliklerin daha da gelişmesine uygun ortam hazırlamaktadır. Laiklik, kökenlendiği görkemli birikime dayanarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla birlikte, güncelleştirilerek ve etkinleştirilerek, büyük ölçüde özgür bireylerin ve geniş toplum kesimlerinin yaşam biçimine dönüşmüştür.

Türkiye’nin siyaset kurumu, kapsamlı bir laik birikim yaratmış olan bir toplum ve kültürü layıkıyla temsil etmek ve onlara yeni açılımlar sunmak durumundadır. Bu açılımı başarabilmenin bir yolu da, karşıt kültür birikiminden yararlanarak, güncel sorunlara çözüm önermektir. Bu nedenle de halk yazını canlı ve diri tutulması gereken bir yazınsal birikimdir.

Pir Sultan’ın “Kul Olayım Kalem Tutan Eline” şiiri, sanki beş yüzyıl sonra, yine Sivas’ta olup biten yakım ve kıyımı öngörmüşçesine, günün sorunlarına ve siyasal sorumlularına bir yakınmadır.

“Kul olayım kalem tutan eline/ Kâtip ahvalimi şah’a böyle yaz/ Şekerler ezeyim şirin diline/ Kâtip ahvalimi şaha böyle yaz.

Allah’ı seversen kâtip böyle yaz/ Dün ü gün ol şaha eylerim niyaz/ Umarım yıkılır şu kanlı Sivas/ Kâtip ahvalimi şaha böyle yaz.

Sivas illerinde sazım çalınır/ Çamlı beller bölük bölük bölünür/ Ben dosttan ayrıldım bağrım delinir/ Kâtip ahvalimi şaha böyle yaz.

Pir Sultan Abdal’ım ey Hızır Paşa/ Gör ki neler gelir sağ olan başa/ Hasret koydu bizi kavim kardaşa/ Kâtip ahvalimi şaha böyle yaz.”

Bu örneklerden de görüleceği gibi, halk yazınının en temel değerleri arasında adalet ve hak-hukuk yer alır. Etik ve hukuk özlü bir kavram olan ve Anadolu’da karşıt kültür içerisinde önemli bir yer tutan adalet, eşit yükümlülüklü, eşit haklı, özgür ve çok-yönlü kişilik gelişiminin benzer toplumsal koşullarda gerçekleşmesi olarak değerlendirilir. Adaleti tümleyen bir başka ilke, ‘kişi onurunu koruma ve ona saygı duymadır. Doğaldır ki, eşitlik ve kişi onurunun korunması, kadın-erkek her iki cinsiyet için geçerlidir. Heterodoks kültür birikimiyle harmanlanan halk yazını, bu alanda olağanüstü bir zenginlik sunmaktadır.

Adaletin oluşması ve geliştirilmesi, özerk bireylerin, toplumsal gelişmenin sürdürümü ve yönlendirimine etken ve belirleyici katılımlarıyla olanaklıdır. Sosyal boyutu ile adalet, birlikte ve eşit koşullarda eyleyen ve üreten bireylerin, ürettiklerini yetenek ve başarımlarına göre paylaşmalarını gerektirir. Bu nedenle mülkiyet ve bölüşüm ilişkilerinin adaleti sağlayacak biçimde düzenlenmesi, adalet istemi ve ereğini oluşturur. İnsanlar arası ilişkiler de toplumsal adalete göre ayarlanmalıdır. Leibniz’in deyişiyle ‘dünya düzeninin temeli olan adalet, bireyin öz-gerçekleştiriminin de temelidir’. Halk yazını, bireyin öz-gerçekleştirimi amacıyla eylemli adalet anlayışının, doğru hukukun ve hukuksallığın gelişmesine önemli katkılar yapmıştır.

Türkiye kültürünün demokratik, insancıl, laik, özgürlükçü ve özerkçi köklerini halk yazını birikiminde aranabilir ve ortaya çıkarılabilir.  Bu bağlamda, örneğin, Ahmet Yesevi ya da Yesevilik, Babai Hareketi, Anadolu Abdalları, Yunus Emre, Nesimi ve Şeyh Bedreddin, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan, Köroğlu, Dadaloğlu ve Âşık Veysel kaynaklara başvurulabilir. Türkiye insanının tarihsel bilincini yoğun olarak biçimlendiren bu yazıncıların ve düşünürlerin yapıtları ayrıştırılarak çözümlenebilir.  

Anılan yazıncılar ve düşünürlerden Ahmet Yesevi, Babai Başkaldırısı, Anadolu Abdalları ve Yunus Emre’nin yapıtlarını ve bırakıtlarını, betimlemeye çalıştığım yaklaşımla ayrıştırarak çözümlemeyi denedim. Burada öznel bir okuma girişimi anlamında “deneme” sözcüğünü özellikle vurgulamak isterim.


[1] Halk yazını kavramı, Alman yazın tarihinde “Akım ve Zorlama” (Strum und Drang) diye adlandırılan ve başlıca temsilcileri Johann Wolfgang Goethe ve Friedrich Schiller olan yazınsal dönemi felsefi görüşleriyle önemli ölçüde etkileyen Johann Gottfried Herder tarafından ilk kez 1773 yılında kullanılmıştır. Alman yazın ve felsefe tarihindeki bu zamanlama, örnekseme yoluyla, Türk yazın tarihine uyarlanabilir. 

[2] Herbert Marcuse (1968): Kultur und Geselschaft  I-II¸ Kültür ve Toplum”; Frankfurt a. Main

edebiyathaber.net (26 Mart 2025)

Yorum yapın