Deniz Durukan’ın hazırladığı “Fahriye Abla’dan Çanakkaleli Melahat’a Modern Türk Şiirinde Kadın İmgesi” adlı kitapta, yirmi bir kadın şair, erkeklerin şiirlerindeki kadın imgesini inceliyor. Eksikleri olsa da, kitap Türk şiirindeki cinsiyetçi yapıya dikkati çekme çabasında.
Bazen bizi sarıp sarmalayan kimi sorunlara ters açıdan bakmanın daha faydalı sonuçlar doğuracağı kanısındayım. Deniz Durukan’ın yayıma hazırladığı Fahriye Abla’dan Çanakkaleli Melahat’a Modern Türk Şiirinde Kadın İmgesi adlı kitap öyle yapmıyor, odağına aldığı meseleye doğrudan bakmayı deniyor. Yirmi bir kadın şairin gözünden erkek şairlerin şiirlerindeki kadın imgesini inceliyor kitap. Kimi yazarlar cinsiyetçi öğelerin imkânları dâhilinde yapıyor bunu, kimi psikanalitik öğelerin yardımına başvuruyor, kimi de şiirin kendi imkânları içinde kalarak bu imgenin mahiyetini gün yüzüne çıkarmaya çalışıyor. Pek çoğunu genç sayabileceğimiz kadın şairler, inceledikleri şiirlerde kadınların nasıl kimliklerle tarif edildiğini, dahası bu kimlik tarifini yapan öznenin hangi içsel ve dışsal dinamiklerle sarmalandığını göstermeye çalışıyor. Bu inceleme için seçilen şairlerin neredeyse tümünün ortak bir yönü var. Kitap, bir yandan “Fahriye Abla”, “Çanakkaleli Melahat”, “Monna Rosa” ve “Lavinya” gibi Türk şiirine damgasını vurmuş kadın karakterleri hareket noktası olarak kabul ediyor, diğer yandan Cemal Süreya veya İlhan Berk gibi, şiirlerinde pek çok farklı kadın karaktere yer veren şairleri de aynı bağlamda tartışmaya açıyor. Kadının soyut birtakım özelliklerle tarif edildiği Divan şiirinden farklı olarak şiirde bir kimlik ve ad kazandığı modern Türk şiirine uzanana değin kadının konumlanışını gözler önüne seriyor çalışma.
Bir yöntem sorunu
Deniz Durukan’ın da belirttiği gibi, bu kitap, “Söz konusu şairleri ve onların kadın imgesi çerçevesinde öne çıkan şiirlerini incelemek, toplumdaki kadın algısının zaman içinde nasıl şekillendiğini ve değişime uğradığını anlamak açısından da farklı bir fırsat sunuyor.” Bu yüzden de Nâzım Hikmet’ten Hilmi Yavuz’a kadar olan bir dönem içinde kadın imgesinin şiirdeki konumlanışı ve dönüşümü farklı yazarlar tarafından incelemeye tabi tutuluyor. Daha sonra açıklayacağım yöntem sorunundan öte, kanımca ilk önemli sorun da burada başlıyor. Kadının şiirdeki dönüşümünü göstermek için seçilen kimi isimlerin uygun olmadığı, öte yandan bazı isimlerin bilerek ya da bilmeyerek dışarıda bırakıldığı görüşündeyim. Örneğin, tek bir şiiriyle kitaba dâhil edilen Sezai Karakoç’un “Monna Rosa” şiirinin çözümlemesinde sıklıkla yaşam öyküsüne göndermede bulunulması, bu şiirin şairin diğer şiirlerinden ve fikir dünyasından bağımsız olarak değerlendirilmesi kimi yanlış yorumlara ulaşılması sorununu doğuruyor. Dahası, gerek Karakoç’un gerekse başka şairlerin şiirleri incelenirken sıklıkla özel yaşama dair bilgiler sıralanıp (şiirlerdeki kadın gerçekte kimdir gibi bence çok da gerekli olmayan sorularla) şiirdeki kadın imgesi şiir dışı referanslarla açığa çıkarılmaya çalışılıyor. Ya da örneğin Hilmi Yavuz bağlamında kimi şiirler psikanalitik incelemeye tabi tutulurken bu şiirlerin metinlerarası bağlamı görmezden geliniyor. Çalışmanın ilk eksiği bu. İkinci önemli eksiği ise en az kitaba dâhil edilen şairler kadar dışarıda bırakılan, adı anılmayan şairlerle alâkalı. Cinsiyetçi yönüyle dikkati çeken ve sürekli olarak kendi “erkek” kimliğine atıfta bulunan Ahmed Arif’in, İsmet Özel’in ya da İsmail Uyaroğlu’nun bazı şiirlerinin kitaba alınan kimi şiirlerden çok daha kullanışlı bir tartışma zemini yaratacağı kesindi kanımca.
Tartışılmayanlara yönelmeliydi
Kitapla ilgili olarak yazının başında sözü edilen ters açıdan bakma sorununa gelince. Yirmi bir kadın şair Türk şiirinde kadının yerini tartışmaya açıyor. Çıkan sonuç şaşırtıcı değil: Erkek şairlerin kadınları çoğu zaman cinsiyetçi bir bağlamda konu edindiği, onu bir özneden çok nesneye indirgedikleri aşikâr. Çalışma da çoğu yerde bunu göstermeye, kanıtlamaya çalışıyor haklı olarak. Ama kitap bilinenlerin yanında bilinmeyene, tartışılmayana da yönelmeliydi kanımca. Erkek şairler kadar, kadın şairlerin yapıtlarında nasıl bir kadın algısı olduğunu, aynı şairlerin erkeklerden nasıl ve hangi düzlemde farklılaştıklarını ya da gerçekte böyle bir farklılaşma olup olmadığını da tartışmaya açabilirdi örneğin. Türk şiirindeki eril dilin sadece erkek şairler arasında değil, kadın şairler arasında da yaygın bir pratiğe dönüşüp dönüşmediğini anlama imkânına kavuşmuş olacaktık böylece.
Yine de kitabın eksiklikleri kadar önemine de tekrar değinmekte fayda var. Zaman zaman sakınımlı bir dil kullanmasına ve asıl incelenmesi gereken kimi şairleri dışarıda bırakmasına rağmen, kısmen de olsa Türk şiirindeki cinsiyetçi yapıya dikkati çekmesi bakımından önemli bir çalışma.
Ömer Özdemir – Kitap Zamanı (12 Şubat 2012)