Caz hiç kuşku yok ki müzik tarihindeki en köklü akımlardan biridir. 1900’lü yılların başlarında ABD’deki Afrikalı kölelerin yaptığı ırkçılığa ve ayrımcılığa karşı bir müzik olarak başlayan caz; bugün farklı formlarla, kültürlerle etkileşime girerek, dönüşerek varlığını sürdürüyor. Peki cazın Türkiye’deki serüveni nasıl olmuştur? Batu Akyol, 2013 yılında çekmiş olduğu Türkiye’de Caz belgeselinde bu sorunun yanıtlarını Türkiye caz tarihinin tanıklıkları çerçevesinde anlatmaya çalışmıştı. Özellikle Türkiye caz tarihi yazımında arşiv ve tanıklık eksikliği bu belgesel aracılığıyla bir nebze olsun kapatılmıştı. Akyol’un belgesele dahil edemediği söyleşileri Caz Çok Zor ismiyle Kara Plak yayınları 2016 yılında kitaplaştırmıştı. Kitabın ismi Maffy Falay’ın bir lafından esinlenerek ortaya çıkmış.
Caz Çok Zor’da Batu Akyol tıpkı belgesel filmde olduğu gibi Türkiye’deki caz tarihine dönemin tanıklıkları, müzisyenleri ve bu konuyla ilgili araştırma yapan akademisyenleri görüşleri üzerinden bir bakıyor; bir anlamda memleket caz serüvenin sözlü tarihini kayda geçiriyor. Akyol, kitap boyunca Cüneyt Sermet, Emin Fındıkoğlu, Maffy Falay gibi hem Türkiye caz tarihine hem de müzik tarihine damgasını vurmuş müzisyenlerle bizi hoş bir sohbete davet ediyor hem de tarihsel bir yolculuğa çıkarıyor.
Türkiye’de caz ilk yıllar
Türkiye’de cazın ilk izlerine 1910’lu yıllarda rastlanmaktadır. Elbette bu dönemde İstanbul’da mekânlarda icra edilen caz, bizim bugün aşina olduğumuz türden değil. O yıllarda daha çok Tarabya, Sarıyer, Kadıköy gibi sayfiye yerlerinde çalınan “swing” adı verilen içerisinde caz tınılarının olduğu bir müzik icra edilmekteymiş. Swing, o tarihlerde sadece İstanbul’da değil tüm dünyada ilgiyle takip edilen bir müzik türü olduğunu da bu noktada hatırlatmak mümkün. Bunluna beraber cazın ilk yıllarında böylesine eğlence kültürüyle yakın ilişki içerisinde olması Adorno gibi kültür teorisyenlerin caza olumsuz bir şekilde bakmasına ve bu müziğin bir geleceğinin olmamasına dair inanç beslenmesine neden olmuştur. Bilindiği üzere, cazın sanatsal olarak rüştünü ispatlaması için 1940’lı yıllardaki cool caz ve sonrasında gelen avangard akımları beklemek gerekecektir.
Tekrardan cazın Türkiye’deki hikâyesine dönecek olursak; 1920’li yıllarda İstanbul’da çalınan cazın ilk icracıları ise gayrimüslimler olmuş. Arto Haçaturyan, Dikran Haçaturyan, Leon Avigdor, Gregor Kelekyan ve Hrant Lusigyan gibi isimler memleket tarihinin ilk caz müzisyenler olmuştur. Bu isimlere ek olarak Beyaz Rus göçmenleri de dahil etmek mümkün. Resimden, heykele birçok Batı sanatının Türkiye’ye dışarıdan bir tür “modernlik tercümesiyle” geldiği düşünülürse caz da benzer bir süreçten geçmiş görünüyor. Caz Çok Zor kitabında Hülya Tunçağ’ın aktardığı gibi Leon Avigdor gibi hem yurtdışında ticaretle uğraşan hem de müzisyenlik yapanların cazı Paris gibi yerlerde dinlemesi ve buraya uyarlama isteği İstanbul sokaklarında cazın yeni bir ses olarak doğuşuna da neden olmuştur. Cüneyt Sermet ise kitapta onların tam olarak caz yapmadıklarını ama icra ettikleri müziğin içerisinde caz tınılarının duyulabileceğini aktarıyor: “Ben on yaşlarındayken Sarıyer’de acayip bir Ermeni grubu gelirdi, Gregor Kelekyan. Türkiye’de cazın başlangıcı sayılamaz, aklına ne gelirse on çalıyor. Dans müziği, caz, polka, samba… Bir de Gido diye bir motosikletli çock gelirdi, Romen denirdi. Yanında bir iki kişiyle birlikte kornet çalardı. Yani cazın başlangıcı değil bunlar. Aslında Batı müziğinin başlangıcı belki Kör Necip Celal’dir.”
Cüneyt Sermet, Gregor Kelekyan gibi isimlerin yaptığı müziğe tam olarak cazın içerisine dahil etmemesini dönemin caz tarifinin muğlaklığına bağlayabiliriz.
Lakin Kelekyan, Lavidgor gibi isimlerin hem yurt dışıyla olan bağlantıları oralardaki müzik hareketliliğini yakında takip etmeleri ve buraya getirmeleri önemli bir başlangıç olarak görülebilir hiç şüphesiz. Bununla beraber yine kitapta Emin Fındıkoğlu, Cüneyt Sermet, Orhan Tekelioğlu gibi isimlerin de değindiği gibi gayrimüslimlerin Türkiye’de caza öncülük etme sebeplerinden biri onların çok sesli Batı müziğine olan aşinalıkları. Dolayısıyla bu seslere aşinalık, onların caza uyumunu kolaylaştırmış görünüyor. 1940’lı yıllarda caz Kadıköy Halkevi gibi mekânlarda kalabalık orkestralarla çalınmaya başlanmış, Hulki Saner gibi isimler ilk konserlerini burada vermeye başlamış. Cüneyt Sermet, İsmet Sıral gibi isimler ise bu dönemde istikametlerini daha modern olaran “cool” caza kırmışlardır. Yine bu tarihlerde Cüneyt Sermet’ten caz tarihi öğütleri ve dersleri alan Arif Mardin ise kısa bir süre dünya caz tarihini derinden değiştirecektir.
1950’li yıllarda ise hem Türkiye siyasetini hem de caz tarihini temelden değiştirecek bir olay yaşanır. Bu dönem ABD ve Sovyetler arasında Soğuk Savaş’ın yaşandığı yıllardır. Türkiye’nin dış politikasının yönü ise ABD’den taraf olacaktır. Soğuk Savaş yılları iki ülke arasında yaşanan bir siyasi gerilim değil aynı zamanda kültürel rekabetin de hiddetlendiği bir atmosfere neden olmuştur. ABD bu rekabette kendi kültür politikalarını yayabilmek için cazı ve müzisyenleri elçi tayin etmiş ve dünyanın çeşitli yerlerine göndermiştir. Bu elçilerin yolu Türkiye’ye de düşmüştür. 1955 yılında Hilton Oteli’nin açılışına gelen müzisyenler memleket müzik tarihini derinden sarmıştır. Hilton’ın açılışı hem küresel sermayenin ülkeye girişini hem de yeni bir kültürün doğrudan yerleşmesine sebep olmuştur. Otelin şaşalı açılışı, magazin basının ilgisi ve Dizzie Gillespie konseri cazı bir nevi elit konuma yerleştirmiş ve belki de Türkiye’de yanlış anlaşılmasına yol açmıştır. Bununla beraber Dizzie Gillespie’nin Hilton haricinde Taksim’de ve Ankara Yenişehir’de verdiği konserler dönemin bütün müzisyenlerin hayatını ve caza olan algılarını değiştirmiştir.
Gillespie’yi havalanında karşılayan Maffy Falay o anı ve heyecanını kitapta şöyle aktarıyor: “Ben askerlikten ya Ankara’ya bir haber geldi “Dizzy Gillespie geliyormuş.” Hemen orkestra yaptım, bir aranjman yazdım. Orkestrada da trompet, alto saksofon, tenor saksofon, trombon… Bir baktım Dizzie Gillespie. Geldi bana bakıyor, iki metre bana bakıyor hep. Bende de o trompet, öyle bomba gibi. Şaşırdı, hayret etti Türkiye’de böyle bir trompetçi”. Gillespie konser ve Amerikan kültürünün memleket sathında hızlı yayılımı caz dünyasını ve caza bakışı derinden değiştirmiştir. Birçok müzisyen Gillespie’nin çalışından çok etkilenmiş ve ondan çok öğrenmiştir. Gillespie haricinde Dave Brubeck ve öncesine Louis Armstrong gibi isimler de memlekete uğramış onlar da burada işittikleri melodileri kendi müziklerine yedirmişlerdir. Özellikle Brubeck birçok parçasında bu toprakların ritmlerini, motiflerini kullanmıştır. Bununla beraber Türkiye’den ABD’ye bir göç yaşanmaya başlanmış, müzisyenler burslarıyla Berklee School’a müzik eğitimi almaya gitmeye başlamışlardır. Bu isimlerden biri de Arif Mardin’dir. Bununla beraber caz bir tarafıyla eğlence müziği olmaya devam etmiş diğer taraftan “elit” pozisyona yerleşmesi sebebiyle hem seyirci nazarında hem de konservatuvar hattında mesafelenmeye neden olmuştur.
1950’li yıllar Türkiye iç siyasetinin giderek karmaşık bir hal aldığı bir dönemdir aynı zamanda. Gayrimüslimlere yönelik bir pogrom olan 6-7 Eylül olayları dönemin utanç verici olaylarındandır. Pogrom esnasında dükkanları yağmalanan gayrimüslimlerin bazıları Türkiye’den ayrılmak durumdan kalmış kalanlar da ekonomik olarak zorlu günler geçirmişlerdir. 6-7 Eylül etkileri doğrudan müzik camiasında görülmüştür. Dönemin önemli gayrimüslim müzisyenleri müzik yapamaz olmuşlar ve yavaş yavaş piyasadan çekilmişlerdir. Örneğin Hrant Lusigyan ve ablasının Taksim’de işlettiği dükkân olaylar sırasında yağmalanmış Lusigyan’ın geri kalan hayatı zorluklar içerisinde geçmiştir. Dolayısıyla 6-7 Eylül sonrası Türkiye siyasi anlamında farklı bir yere taşınmış tabiri caizse kültürel anlamda çölleşme yaşanmıştır.
Gayrimüslimlerin İstanbul müzik ortamından çekilmeleri, Miles Davis, John Coltrane gibi isimlerin ortaya çıkmasıyla cazın form değiştirmesi Türkiye’deki cazın seyrini de değiştirmiştir. Türkiye’de aranjman müzik öne çıkmasıyla beraber, caz müzik artık ana akım değil biraz daha azınlık dinleyicisinin takip ettiği bir müzik haline gelmiştir. Cazın form değişimi Cüneyt Sermet gibi 1940’lı yılların caz müziğine meftun isimler için bir tür reddiyeye dönüşmüş ve 1980’de cazın “ölümü” ilan edilmiştir: “İyi müzik vardır, kötü müzik vardır, o kadar. Caz 1980’de öldü diyorum ben. Klasik müzik de benim için Bartok’un ölümüyle 1950’de bitti.”
1960’lı yıllarda yaşanan bu kopuşu ise Orhan Tekelioğlu ise kitapta şöyle yorumluyor: “John Coltrane gibi cazcılardan da hiç hoşlanmıyorlar. En kötü, kulaklarını Türkiye’deki makamsal müziklere kapatıyorlar, bazen küçümsüyor, önemsemiyor, netice itibariyle pek de bilmiyorlar… Vietnam Savaşı eleştirilerinin, ırkçılık karşıtlığından kimsenin haberi olmuyor. Keith Jarret’in çığlıklar attığını, Coltrane’in kafayı sıyırdığını yazan caz eleştirmenleri olmuş bu ülkede” Tekelioğlu’nun da aktardığı gibi Türkiye’de caz serüveni burada o dönemlerde muhafazakâr bir ret ve kayıtsızlıkla karşılanmış ilginç bir şekilde. Bununla beraber 1960’lı ve 70’li yıllar popüler müzikte farklı bir arayışın olduğu bir dönemdir. Rock ve caz gibi Batı çıkışlı müziği bu toprakların sesleriyle harmanlamak istenmiştir. Tuna Ötenel, Erol Pekcan, Kudret Öztoprak’ın çıkardığı Jazz Semai albümü bu anlamda kilommetre taşı olarak görülmektedir. Albümün nihai amacı cazı az da olsa burada sevdirmektir lakin Tuna Ötenel albümden pek hoşlanmaz o cazın olduğu gibi kalması görüşündedir ve albümün devamı gelmez: “O şeyden kaçmaya çalıştım. Gidişatı, havasını bozuyor. Cüneyt Sermet “kendimi sünnet düğününde zannettim bu müziği dinlerken” dedi.
1970 ve sonrasında kitapta önemli bir dönemeç olarak ise Mustafa Kemal Ağaoğlu’nun kurduğu BİLSAK ve onun bünyesinde Emin Fındıkoğlu’nun üstlendiği caz festivalleri oluyor. Özellikle 1980 darbe sonrası dönemde BİLSAK’ın gerçekleştirdiği Emin Fındıkoğlu’nun organize ettiği caz festivalleri Türkiye caz atmosferini derinden değiştirmiş. Dünyaca ünlü caz müzisyenleri dinleyiciyle buluşmuş. 1990’lı yıllarda ise kendi arayışlarının peşine düşen genç cazcı kşağı ortaya çıkıp ve yeni bir caz atmosferi yaratmıştır.
Caz Çok Zor
Batu Akyol hem belgesel çalışmasında hem Caz Çok Zor kitabında memleket tarihinin biraz karanlıkta kalmış caz tarihine projeksiyon tutuyor. Başta arşiv ve kayıt sıkıntıları sebebiyle Türkiye’nin kültür tarihini yazabilmek cidden zor. Tarihe tanıklık eden kuşağın anlattıkları ise o boşluğu bir anlamda kapatıyor. Batu Akyol’un Türkiye caz tarihine yönelik sözlü tarih çalışması hem koca bir kültür hareketinin unutulmuş tarihini bizlere hatırlatıyor hem de İsmet Sıral, Cüneyt Sermet, Maffy Falay, Emin Fındıkoğlu gibi dönemin tanıklıklarının ilginç hikâyelerini bizleri götürüyor. Daha da önemlisi tarih yazımından kolaylıkla dışarıya çıkarılan ve Türkiye müzik tarihine büyük katkıları olan gayrimüslim müzisyenleri de yine bu çalışma sayesinde hatırlamış oluyoruz.
Türkiye modernlik ve Batılılaşma hikâyesinde halen kendisini nereye konumlandıracağına karar verememiş görünüyor. Dolayısıyla karşıdan gelen “bize” ait olmayan kültürel hareketlere de nasıl bir karşılık vereceğine dair bir kafa karışıklığı var. Caz da en başından itibaren bu kafa karışıklığıyla memlekette icra edilmiş. Devletin resmi müzik politikasının başka bir hat üzerinden denetimli bir şekilde akması, cazı dışarıda bırakması da bu müziğin alaylı bir şekilde öğrenilmesine neden olmuş. Üstelik bu müziğin ilk icra edilişi de belirli bir tabakanın himayesine geçince caz biraz yanlış anlaşılmalarla tarihin akışına kendisine bırakmış. Bununla beraber bu yanlış anlaşılma sadece dinleyenler bazında değil icra edenler açısından da böyle süre gelmiş. Cazın politik tutumu, ırkçılık karşıtı söylemi biraz es geçilmiş gibi görünüyor… Özet olarak Batu Akyol, eksikliklerinin farkında olarak memleket tarihinin kıymetli bir alanın tarihinin tozunu alıyor. Memleketin mekânsal, siyasi ve kültürel dönüşümlerini caz müzisyenleri üzerinden okuyor ve tüm bu kavramlara yeniden bakmamız için bir yol haritası bırakıyor bir anlamda.
Caz dinlenmesi ve icrası pek kolay olmayan bir müzik. Örneğin, müzisyenlerin her şeyden önce çaldıkları aletleri en üst seviyede icar etmeleri bir anlamda virtüöz olmaları beklenir. Cazın kapılarını kolay kolay herkese açmaması, ticari anlamda “eyvallah dememesi, dinleyiciyle arasında bir tür mesafe oluşmasına sebep olmuştur. Fazlasıyla duygu işi yani caz, Keith Jarrett’ın piyanonun başına geçince transa geçip “garip” sesler eşliğinde müzik yapması bu durumu doğruluyor bir yerde. Dolayısıyla konsantre halinde biraz ciddiyetle çalan melodiye kulak kabartmak gerekiyor. Çok katmanlı ve farklı ekollerle yakın ilişkisi de cazın zamansızlığını ve derinliğini gösteriyor. Tüm bunların haricinde caz sıkı bir politik söyleme sahip bir müzik türü. İlk varoluşundan itibaren ırkçılığa karşı ve özgürlük isteyen bir müzik olmuş. Bugün dünyada ırkçılık 1940’ların ürküten atmosferine geri dönüş yapmış durumda. Anlı şanlı medeniyetimizin pulları bir bir dökülüyor; geçmişle tam yüzleşemediğimiz bir kez daha önümüze serilmiş durumda… İşte tam bu da noktada cazın birleştiriciği ve özgürlük istemine yeniden kulak kabartmak gerek, Edip Cansever” Mavi’ bir huy olarak görüyordu, Miles Davis ise maviyi çeşitlere bölüyordu, şu karanlık zamanlarda mavilikleri yeniden bulmak lazım belki de…
edebiyathaber.net (13 Haziran 2020)