Aysel Çelik’in yazdığı Glemşe, adının mecazi kullanımını hak edecek şekilde Türkiye’nin en “ince ve narin” dönemini iki arkadaş arasındaki mektuplaşmalarla anlatıyor. Yazarın anlatım biçiminin yanında yine o dönemin tanıklarının ‘bam teli’ne cesurca dokunması ise Glemşe’nin önemini artırıyor.
Boyabat Gazetesi’nin internet sitesinde yazılana göre Glemşe, kuşkonmazın doğal ortamında yetişenine verilen admış. A, B1, B2, C vitaminleri ve protein açısından da hayli zengin ve daha birçok hastalığa da iyi gelen bir bitkiymiş Glemşe. Ancak yazının bununla bir alakası yok. Biz Glemşe’nin Sinop yöresinde mecazi olarak “ince, narin şeyler” anlamında da kullanılmasıyla ilgileneceğiz. Çünkü bunu yazının konusu haline getiren Aysel Çelik’in Büyülüdağ Yayınları etiketiyle yayınlanan Glemşe kitabı. Çünkü kitap “glemşe gibi bir konuyu” anlatıyor.
1960’lardan itibaren köyünü ‘heybe’ yapıp yollara düşenlerin Türkiye’nin çeşitli kentlerinin varoşlarında son bulan yolculuğu, ekonomide kentin ‘merdiven altları’ için kayıt dışı istihdama neden olurken, ülkenin siyasileri için de ‘yeni oy’ anlamına geliyordu. Önce hemşerilerin evindeki tek göz odada başlayan kentteki hayatlar sonrasında haneye, nihayetinde de gecekonduya dönüşürken kaçak tekstil atölyelerinin üretimleri artıyor, seçim kampanyası için kullanılan ‘elektrik, su, yol’ gibi ‘devasa’ vaatler bu gecekondu mahallelerinin sakinlerinde de karşılık buluyordu. Çünkü o zamanlar elektrik kaçaktı, su ihtiyacı mahalledeki çeşmelerden gideriliyordu ve yollar zaten köydekilerden farksızdı. Ama her eskiyi yad edenin mutlaka kullandığı “Evlerimizin kapısı açık yatardık” cümlesi gerçekti. Sokakta bilye oynayan çocuklar da. Köşe başında birbirini kesen aşıklar mimiklerle anlaşırdı o zaman. Ayaya gizlenmiş ilk sigaraların dumanı bu çamurlu sokakların arasına karışırdı. Ve pek tabii gün geceye, gece tekrar güne kayarken on iki saat çalışacak bedenler yakaları kalkık pardösüler ve yarım bağlanmış eşarplarla yollara dökülürdü.
Sonraları o sokaklar koltuk altlarında ‘bazı’ gazeteler, ellerinde kitaplar olan ‘abiler’ ve ‘ablalar’la doldu. Duvarlar da yazılarla. “Faşizm” yazıyordu kimisinde, “özgürlük, bağımsızlık”. Kimisinde de “hain”, “komünizm”… Geceler bekçi düdükleriyle bölünürken, aşıkların meskeni köşe başlarının bazıları yeşil parkalı ve postallı ‘abi’ ve ‘ablarla’, bazıları da bıyıklı sert delikanlılarca tutulmaya başlandı. Piknik tüpünün üzerinden eksik olmayan çaydanlıktan bardaklara dökülen tavşan kanlarının şarıltısı arasında şiirler sıvasız duvarlarda gidip gelirken bir aşağı sokakta silahla Kuran’ın üzerindeki eller yeminler etti memleketi bu ‘hainler’den kurtarmaya. Gün oldu, revolverlerin sesi bastırdı o bekçi düdüklerini. Çok değil, beş sene öncesine kadar ‘aynı mahalle takımı’nda top peşinde paslaşan, topu ‘paylaşan’ çocuklar, bir mahalleyi paylaşamaz oldular. Kimi ‘sağdan’ asıldı, kimi ‘soldan’ asıldı durdu. Tutanın ve vuranın elinde kaldı yerde gencecik cansız bedenlerle mezar olan masum sokaklar. Devlet başı boşluğu sevmezdi, sevmedi. “Bir gece ansızın” el attı meseleye. Yığdı birlikleri o sokaklara. Her evden çıkardılar ‘abileri’, ‘ablaları’ dipçiklerle. ‘Şubeler’de gezdirdiler, “Hoş geldiniz” diye sopalar çektiler en temizinden. Bok yedirdiler. Olmadık yerlerine elektrik verdiler. Ana, bacı bırakmadılar sövülmedik. ‘Delikler’ bırakmadılar coplarla ‘girilmedik’. İçeride kalanlar ayrı delirdi, dışarıya salınanlar ayrı. Onlar şanslı olanlardı. Şansızları camdan atıldı, dayağa dayanamadı, açlıktan öldü. Ama neticede hepsi zaten ölmüştü…
Bu yazdıklarımın Türkiye’nin hangi dönemine tekabül ettiğini açık açık yazmama gerek yok diye düşünüyorum. Aysel Çelik de Glemşe’de bu dönemi önce çocuk, sonra ‘buluğ’, sonra anne olarak yaşayan Elif’in yirmi beş yıllık arkadaşı Delal’e yazdığı mektuplarıyla anıyor. Glemşe’de bu konuyla ilgili şu ana kadar söylenmemiş yeni bir şey yok ancak romana değer kazandıran Çelik’in kullandığı dil. 1960’la 1980 arasını merkeze alıp 90’lara ve günümüze de kıyısından değinen kitapta yazar, bu dönemi ele alan aşağı yukarı tüm yapıtlarda olduğu gibi dramı, trajediyi hadi biraz da nostaljiyi diyelim, kullanmış. Ama bunu yaparken şiirsel bir anlatıma başvurması, mektupları önce öyküye sonra romana dönüştürmesi Glemşe’yi ayrı bir yere koymuş. Bu biçimin dışında metnin içeriğinde Aysel Çelik’in, kendilerine asla toz kondurmayan, ‘davaya sadakatleri’ni parmaklık arkasında geçen süreyle ölçen ama şimdilerde (elbette hepsi için geçerli değil) bir sahil kasabasına kapağı atıp “Hey gidi günler!” diye rakıya çökerek domates biberle haşır neşir olmuş, başta kendisi olmak üzere bu kategoriye giren ‘eski tüfekler’e batırdığı çuvaldız, kitap üzerinde ayrı muhakeme yapmak, bu mevzu üzerinde ayrıca düşünmek için bir kanal açmış. Böyle bir sorgulama bir özeleştiriyi beraberinde getireceği için Glemşe, dönemden ziyade kendisiyle yüzleşmekte ‘yüzü olmayanlar’a ve benim de için de dahil olduğum neslin onları anlama çabasına da bir yerinden değinmesi açısından değer taşıyor. Ve bir de sonu var ki Glemşe’nin, neyse orası size kalsın…
edebiyathaber.net (2 Ağustos 2022)