“Turna nerden gelirsin, kölesiyim sesinin
Turna bizim diyarlardan var mı haberin”
[Agın (Eğin) yöresinde söylenen Ermenice şarkı]
Bir geyik avcısının sesindeydi sesin. Geceydi ve bıçaklar susmuştu. Turna katarları göçüp gitmişti artık yedi yaban ellere…
Yalçın kayalıklara vuran ayışığındaydınız. O parıltıya düşen sessizliği bozan ağıtsı ses, sonra iki geyiğin boynuz şakırtısı alıyordu ortalığı. Yengisini kutlayanın kanaması dinmiyordu gene de. Avuçladığın su bulanmıştı. Sana ürküntü çadırları kurduran gece, bıçak şakırtılarını andıran bir ödeşme oyununu hatırlatıyordu.
Giritli delikanlının öfkesini alamayıp da çıkıp Olimpos’un enginine oradaki sipsivri taşları avuçlayıp, adeta bileyi yapıp, ellerini kanatırcasına bıçaklarını bilmesi… Sonra, kendini düş oyununda sanıp, inip Kandiye’nin orta yerine bıçak hünerlerini göstermesi… Dillerdedir onun acısının göğsündeki yara izleriyle nasıl anıldığı, türkülere yazıldığı.
Şimdi sesinin çağıltısı bir o Ada’da, bir de burada. Bu geyik avcısı sana “Yaralı Mahmut” hikâyesini çağrıştırsa da; bir taş uğruna çıkılan yolun ucunda yaşananların en güzelini Ferhad’ın öyküsü anlatır aslında. Sevdiği uğruna kayaları delip şehre su getirmek, belki de en kutsanan sevda öyküsüdür!
Sabrı, tutkuyu, direnci, sadakati, bağlılığı; ötesi göze almayı, sevdiği uğruna en zoru seçmeyi anlatır.
İşte tam da o iki öykünün kavşağındayken, oturup Mehmed Siyah Kalem vari resimler çizmeye vermiştin kendini. Adeta taşlara renk ve çizgi düşürürcesine. Bilirdin ki, bu da acıyı sağaltmanın bir yoludur.
Öyle yakındı ki duygularınız birbirine:
“Ben ki Mehmed Siyah Kalem. Güneşin doğduğu topraklarda yaşadım. Asya haritasının tutuşturan hükümdarların savaşlarını gördüm; insanlar ve cinlerle aynı kaderi paylaştım. Adımı, çağımızı ve kimliğimi hafızanın ihanetine teslim eden zaman, hep hayatımın üzerinde sürdü saltanatını. Yalnızca resimlerim başkaldırdı bu mutlak dünya yasasına. Ürkütücü, çekici ya da şaşırtıcı olmadan, yalnızca insana ait hayatın izini sürdüm İpekyolu boyunca. Onlara dikkatle bakın… Yaşarken unuttuklarınız size kendilerini hatırlatacaktır.”
O, göçebeliğin dili/gözü/rengi ve ritmidir aslında. Ve insanın içinin aylasını da ışıtan…
İnsanın iç göçü en yamanıdır.
Bir yerden bir yere göçer, anılarınızda yaşar/yaşatır duygu sağalmalarına yönelebilirsiniz… Ama içinizden bir şeyin göçmesi, göçüp gitmesi; sizi de duygu göçüreni kılması hiçbir zaman ulaşamayacağınız geyiğin ardına düşürür belki de! Ne ona tutsak ne de ondan ayrı bir hayat düşünemediğiniz için onun imgesiyle avuntuyu seçersiniz.
Sonra, zaman aşıran bir bakışın izindeyken; saklında tutup geyik avcısının öyküsüne gidiyorsun gene de. Önündeki kırk kapıdan birini açıp giriyorsun, ne öte çağın masallarına ne de bu zamanın yalanlarına dönüyorsun. Biliyorsun ki insanın kendi olma yolculuğu bu ikisinden de ötede bir yerde sürer.
Öyleyse, şimdi kendi zamanınıza dönerek yol alın.
Güne açılan zamanınızı tutun bir yerde. Önce şu dizeleri mırıldanın kendi kendinize. “Kesin sessizlik, sonsuzluk,” deyin önce:
“Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim.
Şöyle diyebilirim: ‘Gece yıldızlarla dolu
ve yıldızlar, masmavi, titreşiyor uzakta.’
Şakıyarak dönüyor gökte gece rüzgârı.
Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim.
Sevdim ben onu, o da sevdi beni bir ara.” (Pablo Neruda/Sait Maden)
Sonra, vazgeçmeyin Erik Satie’nin “Gnossienne” ezgisinden. (Gnossienne No. 1, 2, 3 Piyanist: Daniel Varsano For Gnossienne No. 4 ve 5). İç burkan bir zamanın rüzgârını tutun ötede. Size eşlik eden sözlerin bellek kuyularından çıkın artık. Madem ki yersizleştiriyorsunuz kendinizi bu kadar, tutkusuz nasıl yaşanabileceğini anlatın önce kendi zamanınıza, ikna edin kendinizi…
Bir tanım mı gerekiyordu size de?
Marc Augé, bunu şöyle dillendirmişti bir zamanlar:
“Antropolojik yer’in entelektüel statüsü elbet ikirciklidir. Orada oturanların toprakla, yakınlarıyla ve başkalarıyla olan ilişkileri hakkında oluşturdukları, kısmen maddeleşmiş fikirden başkaca bir şey değildir. Bu fikir kısmi ya da mitleştirilmiş olabilir. Her bir kişinin işgal ettiği yer ve bakış açısına göre değişmektedir. Ama bunun önemi yoktur: hiç şüphesiz vahşi uyumun ya da yitirilmiş cennetinkilere ait olmayan, ama kaybolup gittikleri zaman, yoklukları kolay telafi edilemeyen bir dizi işaret noktaları önermekte ve dayatmaktadır.” (“Yer-Olmayanlar”, Çev.: Turhan Ilgaz)
Sapılan yol her daim benlik için gidilen endişe olmuştur. İnsanın kendisini duyguda yersizleştirmesinin bir dili/bakışı vardır orada. Yabanıl olanı da, folklorik anlam yükleneni de, çağcıl görüneni de öyledir aslında. Ortak yer: duygusuzlaştırılma… Yani bir bakıma “hadım edilmiş benlik” savruntularını yaşamak.
Geyik avcısının kendisini dağlara vurmasının bahanesidir o iki sürmeli göz aslında. O kaçtıkça kurbanından kurban da kendisinden kaçar. Ama öyle bir yere gelirler ki; o Giritli delikanlı gibi ya bıçaklara yatıracaktır kendini ya da yalçın kayalıkların sipsivri uçlarına. “İkisine de varım,” der adeta. Bilir ki; “ölmek daha kolaydır sevmekten…”
Gene de siz, bu kapanış cümlesinin ardından şunu dinleyin derim sevgili okurum: “Hatırana Düşmez Sormaz Halimden” ( Nezahat Bayram ). Ve sonra bir başka turna türküsüne aksın gönlünüz: “Gitme turnam bizim ilden…”
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (8 Mayıs 2018)