Virginia Woolf romanlarında nasıl bir dünya sunar bize?
Bunun ipucu olabilecek özellikleri içeren iki kitabı var: Kendine Ait Bir Oda ve Bir Yazarın Güncesi.
Kendine Ait Bir Oda’da kadının yazar olarak varoluşunu, aidiyetini, yazma güdüsünü ve bu alandaki güçlüklerini, karşılaştıklarının bu yönde yarattığı açmazları ve kadınlık bilincini anlatır. Bir o kadar da yazıda kendini nasıl gördüğünü…
Bize küçük bir bölümü aktarılan, 24 ciltlik güncesinin önemli satırlarında ise romanlarını/yazılarını nasıl yazdığını, bunlar için nasıl yaşadığını, okuduklarından ve yaşadıklarından yansıları, edebiyata/kurmacaya bakışının izlerini buluruz.
Öte kıyıda ise Woolf’un 20. Yüzyıl romanında yaptıklarını gösteren önemli üç kurmaca yapıtı çıkar karşımıza: Mrs. Dalloway (1925), Deniz Feneri (1927), Dalgalar (1931).
Şu bir gerçek ki, Virginia Woolf yazıda/yaratıcılıkta kendine özgü bir dünya kurabilen bir anlatıcı. Bunu salt romanlarına bakarak söylemiyorum. Eleştiri yazıları, denemeleri, günlüğü Woolf’un yazıdaki yaşamını bize yeterince anlatmaktadır.
Mina Urgan, Woolf’un roman yazmasaydı da salt eleştiri yazılarıyla İngiliz Edebiyatında bir yeri olabileceğini imler.
Bugün, dilimize kazandırılan yapıtlarının önemli bir bölümü arasında yer alan Bir Yazarın Güncesi, Kendine Ait Bir Oda, Üç Gine, Granit ve Gökkuşağı onun bu yanını açıkça ortaya koymaktadır.
Eleştiri, İlk Adım
O, ilk eleştiri yazılarını 23 yaşında yazmaya başlar. Şu da unutulmamalı ki üniversite öğretim üyesi babası Sir Leslie Stephen önemli kitaplar yazmış, Ulusal Biyografi Sözlüğü’nün editörlüğünü yapmış biri. Woolf’un kendi kendini yetiştirmesine ortam hazırlayan babasının onun üzerindeki etkisi yadsınamaz; ama yaralayıcı yanlarını da göz ardı etmemek gerekir. Bunu da güncesine bir ölçüde yansıtır Woolf.
Bu çatışma romanlarına, entelektüel ortamın birikimi ise eleştiri ve denemelerine yansımıştır.
Woolf, dergilerdeki (özellikle “Times Literary Supplement”) eleştiri ve kitap tanıtım yazılarında önemli bir şey yapıyor: Yazar olarak kendini hazırlıyor. Ömrünün sonuna kadar da bu yazıları yazmaktan kopmuyor.
Woolf, romanlarında ve denemelerinde sıradan bir bakışın anlatıcısıdır. Dahası, onun romanlarına arka plan oluşturan hayat/hakikat gerçekliği ile edebiyat/kitap gerçeğinin bir yerde nasıl buluşup ayrıştığını bu eleştirel denemeleri ve günlüğünde buluruz. Ama, bence, daha çok da bunu; yani romancı kimliğinin yansılarını bize anlatan Kendine Ait Bir Oda kitabıyla Üç Gine’deki üç denemesidir.
Bir Yazarın Güncesi ise, bir kadın yazar olarak Virginia Woolf’un yalnızlığı/yaratıcılığı/duyarlığı, aile ve çevresiyle ilişkileri, edebiyata bakışı, romanlarını/yazılarını nasıl yazdığı; insanlarla iletişimi/iletişimsizliği ve lezbiyen kimliğinin ipuçlarını taşır bize. Geleneksel bir toplumda, erkek egemen bir ortamda, iki savaşın tanığı bir bakışın sanrılarıdır çoğunlukla öne çıkan.
Onun okuma ibresi ile yazma arzusu yazıda/yaşamda olanları buluşturur.
Romanının düşünsel arka planında Woolf’un bu birikiminin yansılarını buluruz.
Özgün Yaratıcı
Bu bağlamdaki özgünlüğünü, andığımız üç romanı ve bu iki deneme (konuşma) kitabından yola çıkarak anlamak/tanımak mümkün.
Mrs. Dalloway romanda yapmak istediğinin ilk adımı olarak karşımıza çıkar. Klasik roman örgüsünü bir yana bırakır. Bilinç akımı tekniğini kurarak, anlatıcının bakış açısını ortadan kaldırır.
Deniz Feneri, bence, Woolf’un başyapıtıdır. Hem anlatım örgüsü, hem geliştirdiği anlatı söylemi/insan gerçekliğini yansıtması açısından şiirsel bir anlatı. Romandaki özyaşamsal izler/etkiler ise Woolf anlatısında sıklıkla görülmeyen bir anlam taşır. Bir bakıma “yitik cennet”iyle, yitirdiği anne ve babasına bir ağıttır aslında.
O, içte bir yazardır. Ama bu romanı anlatım saydamlığı, konu(suzluktaki) yalınlığı, insan gerçekliğini yansıtma bakışı açısından Woolf’un yaratıcılığı ve anlatıcılığının birçok özelliğini buluşturur.
Stephen ailesinin yazlarını geçirdiği Cornwall bölgesinde, denize yakın evlerindeki yaşantıları ve yörenin doğası, deniz hem bu romanın hem de Dalgalar’ın esin kaynağı olmuştur. Deniz ve ada imgesi, öte yer/kıyılar Woolf anlatısında leit-motiftir sürekli.
Unutmayalım ki; baba Leslie Stephen çocuklarının özgürce yetişmesinde etkili olmuş biri. Virginia Woolf da; bu yazevinde geçen çocukluk zamanlarını, erken bir yaşta kaybettiği annesi ve erkek kardeşinin kederini bir biçimde yazdıklarına da yansıtır.
Anlatan Biri
Woolf, anlatan biridir; öğreten değil, gösterendir. Bakışındaki sezgisel yolculuğu insana/hayata dairdir elbette. Hem kurmacada, hem de eleştirel denemelerinde gösterendir sürekli. Belki kaygılarınızı tümden alamaz, ama derin bir bakış edinmenize kapı aralar. Yeni sorular sordurur size Woolf.
Evet; izlenimci bir anlatıcıdır o. Ama şu da bir gerçek ki; o, bize, insan zihni/ruhunun buzdağının altındakini gösteren bir romancıdır. Anlatı yolculuğu insana, insan ruhunun derinliklerinedir. Yaşadığı hastalığın ona bu bakışı/sezgiyi/kavrayışı taşıdığını pekâlâ söyleyebiliriz. Hattâ, günlüğünde bunu onaylayan satırlara da rastlamak mümkün.
Kendini saklayan, ama bir o kadar da insanı derinlemesine gösteren bir yazardır Woolf.
Ondaki bu kavrayış/sezgi derinliği, bakış iç içeliği salt romanlarında değil; eleştirel denemelerinde, öykülerinde ve günlüğünde de vardır.
Woolf’un bu kavrayıcı bilincini/bakışını romana taşıması, modern romana da yeni açılımlar kazandırır.
“Kurgu Sanatı” üzerine yazdıklarını okurken (Granit ve Gökkuşağı) roman sanatında neyi/nasıl/niçin yapmak istediğini anlatan bir yazarla karşılaşırız. Evet, burada da açıklamaz/tanımlamaz, gösterir.
Bir yerde şunu diyecektir Woolf:
“O halde adlandırılmamış çeşitlilikteki roman türü yaşamdan geri çekilerek yazılmalıdır; zira bu sayede daha büyük bir görüş açısı, romanın bazı önemli özelliklerinden elde edilebilir. Roman düzyazı biçiminde yazılmalıdır; çünkü ayrıntı ve gerçeklerle dolu bir yükü taşımak zorunda olan düzyazıyı birçok romancının üzerine yığdığı bir araba dolusu yükten kurtarırsınız, düzyazı tek bir hamlede değil de geniş bir kapsamda yerden kalkma gücünü ve aynı zamanda günlük yaşamda insan karakterinin zevkleri ve tuhaflıklarıyla etkileşimde bulunma gücünü gösterecektir.” (*)
Geleneğin Ötesinde
O, Victoria Çağı’nın toplum üzerindeki etkileri kadar, modern dünyanın taşıdığı yeniliklerin insan doğası üzerindeki yansılarını da anlatır. Woolf, bu anlamda da sıradüzenci bir anlatıcı değildir. Öteden gelen, kurulan, geçerli kılınan bir anlatı geleneğine adeta “başkaldırarak” yazar. Bu anlamda kadın-anlatıcı (bilincini) kimliğini önemser.
Kendine Ait Bir Oda ve Üç Gine anlatıları bunun düşünsel düzlemdeki yansımalarını; Mrs. Dalloway, Deniz Feneri, Dalgalar ise kurmacada geliştirdiği tekniği ve söylemi içerir.
İnsana/hayata dair anlatılanın-anlatının bir “rapor” olmadığını imler. Yaşamsal olanı, bunun içindeki sanrıyı görüp anlatmanın anlatıcının temel görevi olduğunu dile getirir Woolf. Bu bağlamda da anlatıcının kimliğini, ne’liğini önemser. Yaşamsal algının benlik algısına dönüştürülmeden yazılamayacağını anlatır.
İşte Kendine Ait Bir Oda’yı bu pencereden okuyarak, hem kadının yazar olarak konumunu, hem de yazmak sorunsallarının erkek egemen bir toplumda neleri içerdiğini görebiliriz.
Yazarda “üst-akıl” dediğimiz şeyin ben ile öteki durumu ile, bellek ve zihinsel yapının argümanlarından oluştuğunu; kadınlık/erkeklik durumumuzun her halükârda belirleyicilik içerdiğini anlatır.
Üstelik gelenekçi bir toplumda kadının yazar olarak konumu/açmazlarının bu durumunu nasıl etkilediğini o konuşmasında dile getirir.
“Delirium” Ânları
Woolf, ânın ve bellek oyunlarının yansılarını kayda geçer. İnsandaki bu oluş/duruş/yansıyışların yaşamdaki olma halinin iz düşürdüğü gerçeklikleri kristalize ederek anlatır. Arada bir yaşadığı “delirium” ânları da bunları kayda geçmesinde anlatıcı bakışı kazandırır ona.
Eğer bu “özel” durumunu (tıpkı Dostoyevski’de olduğu gibi) bir “hastalık” olarak nitelendirirsek; bunu kurmaca/roman sanatı için bir “kazanım” olarak değerlendirmemiz gerekir.
Gerçeğin yazıdaki görünümüne yeni boyut katar, Woolf. Bunu da roman sanatı için önemli bir “buluş” olarak görmek çok da iddialı bir sav olmamalı!
Başlayan ve süren, doğada/evrende sürekli dönüşerek var olan canlı her şeyin yarattığı etki/ivme elbette ki insan zihninde de birtakım değişimler/süreçler oluşturur.
Algı(lama) dediğimiz şeyin görme/hissetme/düşünmeyle ilintisinin yazıda/romanın kurmaca yapısında yeni bir biçimde kendini göstermesi kaçınılmaz. İşte Virginia Woolf anlatısına sinen de bu bakış/anlatımdır.
Bu bağlamda Mrs. Dalloway/Deniz Feneri/Dalgalar bize, bu algılama biçiminin yansılarını gösteren anlatılarıdır Woolf’un.
Modern dünyada parçalanan hayatların, teknoloji ve savaşlarla dağılıp çözülenlerin insan yaşamı/zihnindeki durumu/duruşunu anlayabilmek için yeni anlatım biçimini bulmak/kurmak gerektiğini öne süren Woolf; önünde duran Henry James’in anlatılarının anlamını/biçimini irdeleyen, yanı başındaki James Joyce’un ne dediğini bilen olarak kendi yolunu çizer.
Bu “yol”, insan doğası/ruhunun derin sızıları/labirentlerinden geçiriyordu Woolf’u da. Bir tür, her ayma ânında yaşadıklarını yazıda kayda geçmesi de bundandı. Yaralı benlik ise ondaki travmanın sinir uçlarını taşıyordu anlatısına.
Onun roman/kurgu sanatı üzerine yazdıklarını okuduğumuzda, karşımıza çıkan şu düşüncelerine katılmamak ne mümkün:
“Romancının farkı ve karşı karşıya kaldığı tehlike, yaşama fazlasıyla maruz kalmasıdır. Diğer sanatçılar, en azından bir kısmı, hayattan geri dururlar; bir elma tabağı ve boya kutusuyla veya bir tomar nota kâğıdı ve bir piyanoyla kendilerini haftalarca bir odaya kapatırlar. Kendilerini unutmak ve uzaklaşmak için ortaya çıkarlar. Ancak romancı asla unutmaz ve nadiren oyalanır. Bardağını doldurur ve bir sigara yakar; muhakkak ki sohbet masasının tüm zevklerinden hoşlanır; ancak her zaman sanatının konusu tarafından kışkırtıldığını ve istismar edildiğini hisseder. Tat, ses, hareket, buradaki birkaç sözcük, şuradaki bir jest, içeri giren adam, dışarı çıkan kadın, sokaktan geçen motorsiklet veya kaldırımdaki dilenci bile, sahnenin tüm kırmızıları ve mavileri dikkatini çeker ve merakını celbeder. Okyanusun ortasındaki bir balığın solungaçlarına su girmesine engel olamayacağı gibi romancı da bu izlenimleri almaktan kendini alıkoyamaz.” (s. 49, agy.)
Sonuçta şunu söyleyebiliriz, Virginia Woolf, zerreciklerin anlatıcısıdır; yaşamda ve insan ruhundaki kırılmalarda yansıyan her bir zerrenin yansımalarını bize gösterendir.
Mina Urgan ise, onun bu yanını şöyle tanımlayacaktır:
“Onun gözünde gerçek yaşam, açık seçik görülebilen, düzenle sıralanmış bir dizi lamba değil, ‘ışıklı bir hâle, yarı saydam bir zarftır. Romancının amacı da, o ışıklı hâleyi, o yarı saydam zarfı, olanca karmaşıklığıyla gözler önüne serebilmektir.” (**)
Şunu da bilmeli ki; Woolf kendi sesi olabilen bir yazardır. Ve yazmadan yaşanamayacağını bize anlatandır üstelik.
Yazarak gerçeği yakalamaktır onun da bütün derdi.
___________
(*) Granit ve Gökkuşağı, Virginia Woolf; Çev.: İlknur Güzel, 2010, İletişim Yay., 294 s.
(**) Virgina Woolf, Mina Urgan; 1995, YKY, 212 s.
edebiyathaber.net (17 Mayıs 2022)
“Tutunamayan bakışın anlatıcısı: Virginia Woolf | Feridun Andaç” üzerine bir yorum