Oğuz Atay’ın 1970 yılında yarışmaya katılan eserlerden yedisiyle birlikte TRT Roman Ödülü’nü kazandıktan sonra 1971-1972 yıllarında yayımlanan ve o günden bugüne üzerinde çok konuşulmuş, yazılmış, tartışılmış romanının adı “Tutunamayanlar”. Uzunca bir zamandır okuma listemde yer alan kitabı bitirmem de uzun sürdü doğrusu. İlk başlarda bir türlü romanın ve yazarın dünyasına giremediğim için bu muymuş “Tutunamayanlar” diyerek okumakta zorlanıp bıraktım. Hatta başlayıp bitirmem arasındaki uzun zaman diliminde birçok başka kitabı okuyup bitirdim. Kafamın bir yerinde bir ödev ya da sorumluluk, görev gibi okumalıyım, bitirmeliyim fikri hep canlı kaldı nedense. Yanlış anlaşılmasın roman kötü olduğu için değildi yaşadığım. Selim Işık’ı, Turgut Özben’i anlayabilmek için onların ruh haline girebilmek, dışardan gözlemlemek değil, içerden acıyı, sıkıntıyı hissetmek gerekiyordu.
Kitabın arka kapağında Berna Moran’ın (internete ismini yazıp araştırdığımda edebiyat eleştirmeni ve kuramcısı bir profesör olduğunu, 1993 yılında vefat ettiğini ve kadın değil erkek olduğunu gördüm) yazarla ve kitapla ilgili değerlendirmelerinden bir kesit alınmış. Moran’a göre “Tutunamayanlar” Türk edebiyatının en önemli eserlerinden biri. Oğuz Atay’ın bu ilk romanını hem söyledikleri hem de söyleyiş biçimiyle bir “başkaldırı” olarak nitelendirmiş. Yine Moran’a göre, Oğuz Atay’ın mizah gücü ve duyarlılığı ve kullandığı teknik incelikler, “Tutunamayanlar”ı büyük bir yeteneğin ürünü yapmış, eserdeki bu yetkinlik Türk romanını çağdaş roman anlayışıyla aynı hizaya getirmiş ve ona çok şey kazandırmış. Moran’ın buraya kadar katıldığım görüşlerine “Küçük burjuva dünyasını ve değerlerini zekice alaya alan Atay, saldırısını tutunanların anlamayacağı, reddedeceği türden bir romanla yapar” cümlesinde katılmıyorum. Bir kere bugün için “küçük burjuva” gibi ideolojik, küçümseyici ifadeler itici geliyor. Moran ve Atay da dahil hangimiz burjuva değiliz ki? Doblo’su olan küçük, Mercedes’i olan büyük burjuva mı oluyor? Günümüzde artık böyle sınıflamaların anlamı ve yararı yok. Değişen çağa değişemeyen tutucu, ideolojik bir gözle bakanları kendilerini milliyetçi, dinci, solcu olarak tanımlayan her kesimde hâlâ görüyoruz. Ayrıca, Moran’ın Atay adına verdiği hükme de katılmak mümkün değil. “Tutunanların anlamayacağı, reddedeceği” ifadesi, dün, bugün okuyup, ev-iş-aile sahibi olan herkesi küçümseyen, suçlayan ajitasyon taşıyan bir ifade. Herkesin Selim Işık olup intihar etmesi mi gerekiyor(du)? Sanki, Selim Işık ve Turgut Özben’in sorunu tutunanlarla değil, kendileriyle, birey olmakla, farkındalıkla, duyarlılıkla, dolup dolup boşalamamakla, anlaşılamamakla, anlatamamakla ilgili bir sorun. Yaşadıkları ideolojik sistem farklı olsa, o zaman ki Doğu Bloku ülkelerinde yaşıyor olsalardı da yine bir yere ulaşıp tıkanacaklardı muhtemelen.
Yarım asır önce yazılmış romandan sonra, ülkemizde 1980 ihtilâli ve 24 Ocak kararları ile karma ekonomik sistemden serbest piyasa ekonomisi sistemine geçilmesi; dünyada ise Doğu Blokunun dağılması ile eski sosyalist, komünist ülkelerin kontrollü bir piyasa ekonomisine yönelerek Batı ile aralarındaki farkı kapatmaya çalışmaları; 1990’lı yıllardan başlayarak küreselleşme ile birlikte günümüze kadar geçen zamanda cep telefonu ve internet üzerinden yaşanan teknolojik gelişmelerle beraber, her şeye olduğu gibi, “Tutunamayanlar”a da yeni bir bakış açısıyla bakmak gerekiyor.
Oğuz Atay’ın kimleri, neleri okuduğuyla ilgili, romanda bolca başarıyla kullanılan bilinç akışı yazım tekniği ile ilgili, 15. kısmın hiç nokta konmadan tek bir cümle gibi yazılmasıyla ilgili (15. Kısım denince okurken saptadığın şey aklına takıldı değil mi? Bunu söylemeden geçemeyeceksin değil mi? Bu tek uzun cümle gibi olan kısımda Selim Günseli’ye olan aşkını anlatıyor. Sanki Atay nokta koymayarak, tek cümle yazmış gibi görünerek aşkın tutkusunu, nefessiz tek bir solukmuş gibi yaşanması gerekliliğini, araya başka şeylerin girmemesi gerektiğini, benzersizliğini anlatmak için böyle yapmış) bugüne kadar birçok yazı yazılmış. Dostoyevski, Joyce, Kafka gibi yazarlardan etkilendiği, Nabokov’un “Solgun Ateş”, James Joyce’un “Ulysses” eserlerine çok benzeyen yanları olduğu söylenmiş, çeşitli argümanlar tartışılmış. Tüm bu geçmiş tartışmaları bir kenara bırakıp, dikkatimi başka bir yöne çevirmek istiyorum.
Oğuz Atay’ın tutunamamayı siyasi, sosyal, ekonomik düzlemde değil, Selim Işık ve Turgut Özben’in kişiliklerinde bireysel olarak işlediğini düşünüyorum. Bugün hâlâ okunup, tartışılmasını da buna bağlıyorum.
Hatta bu iki karakterin tutunamayanlardan olmak yerine tutunmak istemeyenlerden olduklarını düşünüyorum. Okumuş, mühendis olmuş, iş bulmuş, Turgut Özben gibi evlenip, çoluk çocuğa karışmış kişiler toplumun gözünde tutunamamış değil, aksine tutunmuş kişiler. Selim ve Turgut’un tutunamadıkları şey, yaşam nedeni bulmaktaki güçlükleri, ilişki kurmaktaki zorlukları, kendilerini başka ruh hallerinde görmeleri, naif-mükemmelliyetçi kişilikleri nedeniyle özellikle intiharı seçen Selim Işık karakterinde toplumla, kendisiyle ve çevresiyle uzlaşamama, gördüğü haksızlıklara, adaletsizliklere, saçmalıklara sırtını çevirememe, görmezden gelememe durumu var. Aklıyla ve hisleriyle idrak ettiği insan ilişkilerindeki yapaylığı ve altta yatan şiddeti değiştiremeyeceğini görerek, kabul etmekte zorlandığı hayatın kendisine sunulan biçimini reddetme var. İntiharına giden süreçte yalnız olmamasına – Günseli, annesi, arkadaşları, devlet dairesinde bir işi olmasına- rağmen, istediği ilişkileri, hayatı kuramayacağı düşüncesi, kendini yeterince iyi anlatamayacağı, doğru şekilde anlaşılamayacağı saplantısı ile, son zamanlarında yine de hayatta kalmak, hayata tutunmak için gerekçeler aramasına rağmen adım adım intihara sürüklenir. İşte tüm bu nedenlerle, “Tutunamayanlar” toplumsal değil, bireysel bir romandır. Çok okuyan, çok düşünüp sorgulayan, aydın, entellektüel, elitist insanların, kendileriyle olan savaşlarını kaybetmelerinin romanıdır.
Oğuz Atay, kahramanı Selim Işık’ın heybesine sayfalarca tarihi, kültürel, siyasi, dini, toplumsal yük doldurarak ilerletmiş romanını. Bu yük sayfalar ilerledikçe okurun zihninde de birikiyor. Bu yüzden romanı okumak, atmosferine girmek yoğun çaba gerektiriyor. Aynı yükler bugün de okuyan, düşünen, sorgulayan beyinlerde taşınıyor. Hatta günümüz duyarlı insanının zihinsel yükünün geçmiştekinden daha fazla olduğu da rahatlıkla söylenebilir.
70’li yıllarda daha iyi yaşam şartlarına kavuşmak, çocuklarının köyde alamayacakları eğitimi şehirde alabilmelerini sağlamak gibi nedenlerle yapılan köyden kente göçün, üç kuruşa çalışıp, az odalı az olanaklı çok nüfuslu gecekondularda, şehirlerde verilen hayat mücadelesinin sonucuydu tutunmak veya tutunamamak. Bu savaşı kazananlar da kaybedenler de oldu. Parçalanmış, dağılmış aileler de yaşadı gecekondularda, anne ve babalarının fedakârlıklarının karşılığını verip, zor koşullardan sıyrılıp yaşam merdivenin en üst sıralarına doktor, mühendis olarak çıkanlar da yaşadı. Hayat yarışına çokta şanssız, geride bir çizgiden başlamamalarına rağmen Selim Işık ve Turgut Özben gibilerin kendilerini tutunamayan olarak nitelemeleri, tutunmamayı seçmeleri onların kişisel tercihleri olsa gerek. Bu tercihlerinde yakınlarına – eş, anne, sevgili, çocuklar- söz hakkı vermemeleri de bencillik olarak görülebilir.
Belki romanın yazıldığı, sağ sol çatışmalarının yoğun olarak yaşandığı 80 öncesi dönemde kimilerinin “bozuk düzen”i sloganlarla, eylemlerle değiştirmeye çalışmaları, ideolojik olarak tutunamamaları gençlik heyecanıyla, idealist olmalarıyla hoş görülebilir. Ancak, 1980 sonrası ülkemizde ve dünyada serbest piyasa ekonomisi yoluyla tek kutuplu dünyaya doğru yol alırken, eskilerin diploma, ev, iş, araba, aile sahibi olmakla eş tuttukları tutunma olayını hâlâ aynı ideolojik bakış çerçevesinde görmek mümkün değildir. 1980 öncesi “Tutunanlar” olarak görülebilecek sistemle derdi olmayan, ideolojik mücadele içerisinde yer almayan, okuyup iş, güç, aile, ev, araba sahibi olanların durumu da artık tüm dünyada değişmiş görünmektedir. Eskinin “tutunmuş” sayılanları, bugünün “tutunamayan” adaylarıdır. Artık iyi bir eğitim almış olsalar da iyi bir iş bulmak, işsiz kalmamak, bulunduğu sosyo-ekonomik konumu devam ettirmek hiçte kolay değildir. Asgari ücretle başlayıp, aile desteği almadan ekonomik olarak bağımsız olmak da giderek zorlaşmaktadır. Son 30-40 yıldır kentli ailelerin tutunarak sahiplendikleri mal mülkleri çocuklarını “Tutunamayan” olmaktan kurtarabilecek midir?
Günümüzde artık “Tutunan-Tutunamayan”ın yanında ya da karşısında yeni bir grup daha ortaya çıkmıştır. Ben onlara “Tutulamayanlar” adını verdim. Oğuz Atay hayatta olsaydı onlara ne derdi, bana güler miydi, kızar mıydı? Bilmiyorum. “Tutulamayanlar” kimler mi? Bizim gibi ülkelerde kurdukları iç-dış siyasi, mafiavari ilişkilerle, FETÖ gibi yapılanmalarla her türlü gelir getiren işlere çöreklenip, haksız kazanç sağlayanlar, tutunamayanların ve tutunamayan adaylarının her türlü maddi manevi haklarını fütursuzca gasp edip, kendilerine yasal, siyasal, toplumsal olarak hiçbir şey yapılamayanlardır onlar. Çok çabuk zengin olmalarından, görgüsüzce para harcamalarından, kapalı kapılar ardında çevirdikleri işlerden şüphelenip belki teşhis edebiliriz onları ama tutup kanun önüne çıkartamayız “Tutulamayanlar”ı. Onlar kime hizmet ettiklerini, kimin karşısında el pençe divan durup, kime saldıracaklarını en iyi bilenlerdir. Tutulamayanlara her kapı açıktır. Önlerindeki engeller bir bir kaldırılır. Paylar önceden kararlaştırıldığı şekilde dağıtılır. Tutulamayanlar için dejenere edilemeyecek düşünce, kişi, grup yoktur. En son teknolojiler kullanılarak, amaca giden her yol mubah sayılarak, ezerek, korkutarak, susturarak engeller aşılır. Artık yeni “Tutunanlar”, “Tutulamayanlar”dır.
Tutulamayanlardan sonrası ne olacaktır acaba?
Dinsizin hakkından imansız gelmiştir belki geçmişte. Maalesef artık işler ata sözlerini haklı çıkartacak şekilde yürümüyor. Bir kişinin “kral çıplak” demesi de herkesin kralı çıplak görmesine yetmiyor “post truth” çağında. Belki hâlâ bir ilaha inananlar umutla bekliyorlar ilahi adaletin tecelli etmesini. İnanmayanların ise, kaçacağı, gideceği bir yer, sığınacakları bir düşünce yok ne yazık ki.
Tutulamayanlardan sonrası sorusunun cevabını hâlâ vermediğimin farkındayım. Bilincim yine akmaya başladı. Birçok disütopik film şeridi, kitap sayfası geçiyor gözümün önünden. “West World”, “Black Mirror”, biraz eskilerden “Truman Show” ve diğerleri. Yeni bir dünya geliyor. Tüm tanımlar, kavramlar değişiyor. Her yerde yapay zekâ konuşuluyor, tartışılıyor. Anlatılan bazı şeyler ürkütüyor. Covid-19 ile başlayan sürecin insanlığı hangi yöne götüreceği henüz tam bilinmiyor. Oyun kurucularını göremediğimiz bir oyunda, “Truman Show”un zavallı Truman’ı gibi giderek bir köşeye sıkışıyor, bizi çevreleyen görünmez duvarları aşamıyoruz. Dünyanın bazı yerlerinde insanlara çip takma uygulamaları başladı bile. Belki çokta uzak olmayan bir gelecekte çipi olmayan insanlar hiçbir yaşamsal ihtiyacını karşılayamayacağı, hiçbir hizmet alamayacağı için, içerdiği tüm tehlikeleri hissetseler bile çipi taktırmaktan imtina edemeyecekler.
Çiplenip yeni nesil kölelere dönüştüğümüzde ise, artık Tutunamayan-Tutunan-Tutulamayan olmanın bir önemi kalmayacak belki de.
“Buraya kadar anlatmak istediklerimi büyük ölçüde anlattım. Sence de yeterli mi Olric?”
“Çok güzel anlattınız her şeyi. Yeni boyutlar eklediniz. Sizden başkası yapamazdı bunu efendimiz.”
“Saraylarda yaşayanlardan olsaydım beni baştan çıkarmak için söylediğin bu sözlerden etkilenebilirdim ama etkilenmedim Olric.”
Ahmet Erdemli – edebiyathaber.net (27 Mayıs 2020)