Tutunduğumuz zaman, bizi bırakmayan bellek… | Feridun Andaç

Temmuz 22, 2014

Tutunduğumuz zaman, bizi bırakmayan bellek… | Feridun Andaç

feridun andac 10.tifBellek ya da zaman boşlukları

Bir kokudan dönüyorum geçmiş zamanın labirentlerine… Çocukluğumu hatırlatıyor… Hiç beklemediğim bir zamanda gelip beni bulan, sarı buğday ekmeğinin kokusu… Su değirmeninde öğütülen unun seke seke çuvala döküldüğü ânın imgesiyle yakalıyor beni… Değirmen, bir düş oyunudur çocukluğumun. Suyun gücünü keşfetmenin ilk durağıydı belki de! Mikail dayım, her bir ayrıntısını inceden inceye anlatıyor, yeni bir değirmen kuracakmışım gibi dinliyorum onu, dokuz on yaşlarında olmalıyım o yıl.

Yitirdiğimiz neredeyse bir yıl olmuş, ama o belleğimde yaşıyor, anıları, sesi, görüntüsüyle… Buğday ekmeğinin kokusu daha birçok imgeyi, yaşanmışlığı gezindiriyor belleğimde…

Evet, bir döngü hayatımız!

Unuttukça hatırlıyoruz, yaşadıkça da unutmaya çalışıyoruz. Bellek yaman bir kavga içinde, yaşamla ölüm arasındaki yolculukta…Hem sığınağımız hem de sağaltım yurdumuz. Onunla taşınıyoruz dünden yarına.

Bellekte saklı imgeleri ortaya çıkaran mekânlara dönüyorum sıklıkla.

mikailGeçen gün Tahsin Yücel’le konuşurken, Luis Buñuel’in Son Nefesim’deki sözleri gelmişti aklıma: “Belleğimiz bizim uyumumuz, varlık nedenimiz, davranışlarımız ve duygularımızdır. Biz onsuz hiçiz.”

Onunla, daha çok, geçmişi konuşmaya başlamıştık. Çocukluğunun geçtiği Elbistan’a, Ötegeçe’ye dönmüş, o yer/mekândaki imgeleri anlatmıştı.

Oysa, daha yakın zamanda olup bitenler, yapılıp edilenleri konuştuğumuzda; “ayrıntıları hatırlamıyorum” diyor, yine de, birazdan onların neler olduğuna dair ipuçları verecekmişçesine sözler ediyordu.

Belleğimiz uzaklığımız, yakınlığımız. Belki de tek koruyamadığımız, varlık nedenine de akıl sır erdiremediğimiz ikinci benliğimiz, içben’imiz!

Belleğimiz bedenimizin “ruh çatısı” aslında! Evet, onsuz hiçiz. Yaşadıklarımız, yazdıklarımız, hayatımıza katılan her şey bir hiç.

Carlos Fuentes’in Diana Yalnız Avlanan Tanrıça anlatısını üçüncü kez, beşinci basımından okuyorum. İlk kez okuyormuş gibi, yazısız çizisiz sayfalarda gezinirken; Jean Seberg imgesi var yalnızca belleğimde. Fuentes’in bende iz bırakan anlatımını, film izlemiş, hatta yaşamışçasına belleğime kaydetmişim; ama şimdi döndüğüm sözcükleri, cümleleri yepyeni karşımda.

Bende iz bırakan anlatılar, dostluklarla yolum/yolculuğum hep böyledir: Unuturcasına seviyor, yaşarcasına hatırlıyorum.

O zaman boşluklarını yaratmasam üst üste gelen her şey sıkar beni, taşınmaz olur çoğu şey. Belleğin koruyan yanı kadar sağaltımına da güvenirim. Ama gelin görün ki bizi açmazlara düşürdüğü zamanlar yaman bir tufanın habercisidir kimi kez de.

Yazdığım kitap nedeniyle döndüğüm okumalarıma bakıyorum:

*Hafıza Mekânları, Pierre Nora

* Zaman Pramitleri, Remo Bodei

* İspanyol Kanı, Michel del Castillo

* Konuş, Hafıza, Vladimir Nabokov

* Benim Dağıstanım, Resul Hamzatov

*Zaman Tüneli, John Fowles

Bunların her biri bellek-zaman, hatırlama-mekân ilintilerini çıkarıyor karşıma sıklıkla. Kendi zamanınıza dönük yolculuktan geçerek kuracağınız bir anlatı için başka belleklere her zaman başvurursunuz. Hele derdiniz kendinizi yazmak olmadığında bu kaçınılmazdır.

Biliyorum ki, bu okumaları hatırlamak için yapıyorum. Sürekli çağrıştırdıklarını not etmem de bundan. Okumak ve yazmak işte bir noktada buluşuyor: Yazmak hatırlamaktır, okumak belleği devindirmek, yeni yolculuklara çıkarmak…

İyi denemeci, dostum Uğur Kökden’in yazıp bana ilettiği “80 Yıl” metninde karşıma çıkan bir ömrün tanıklığında “Bir İnsan, Bir Yazar ve Bir Ülke” gerçekliğinde yaşanan zamanın satırbaşlarıyla kaydı vardı. Bir bakıma “yaşanan zamanla hatırlanan zaman”ın yazıdaki bileşkesi.

Evet, bellek hatırlar.

Peki, o bellek ya bizi bırakır; yaşantımızda zaman boşlukları yaratırsa? Yediğimiz yemeğin lezzetsizliği gibi hayata da sırtımızı dönmez miyiz?

Bu kaygı mıydı beni Uğur Kökden’e şunları yazmaya yönelten:

 “Sevgili Uğur ağabey,

’80 Yıl’ı buruklukla, sevinçle okudum. Gördüm ki, Uğur Kökden, içinden geçtiği zamanın ruhunu anlatacak, çağının tanıklığını da buna katacak bir özyaşamöyküsünü yazmalı artık. Bir Malraux gibi… Buna hiç itiraz etmeyin, gelin konuşarak yazışarak buna başlayın. Bu metin çok ipucu verdi. Sanki kitabın planı gibi geldi bana… Bunları konuşalım… Hadi Uğur Ağabey, bunu sizden gelecek için istiyorum. Ben hep yanınızdayım. Buluşup konuşalım sık sık bunları.”

Bu iletiyi yazıp gönderdikten sonra, henüz birkaç gün önce yazıp verdiği “Bir İnsan, Bir Yazar ve Bir Ülke” başlıklı notları gözden geçirdim. Ona dair yazacağım bir yazı için bulunmaz bir karşılaştırmalı kronolojiydi. 1934’te Çorum’da başlayan yaşamının dönemeçleri ülke ve dünya seyrinde öylesine yoğunca akıp gitmiş, öylesine tanıklıkları da içinde barındırmıştı ki; bunlar yazılmaya anlatılmaya değerdi. Yer yer denemelerine, günlüklerine yansıtmıştı bunları. Ama şimdi özyaşamsal bir anlatı kurmalıydı o birikimiyle. Ona ısrarım bundandı.

O notlara göz atarken, Doğan Hızlan’la son konuşmamızı hatırladım bir ân. O ironik ifadesiyle; “Feridun, sen son tetikçisin!” demesiyle duralamıştım ki; kahkahayı patlatarak, “Sen, edebiyatımızın son tetikçisisin! Ama bu yeryüzündeki tek olumlu tetikçiliktir; insanı bir şey yapmaya, yazmaya, kitap kurmaya itiyorsun,” diyerek bunu bir yazı/yaşam çeşnisi olarak değerli bulduğunu anlatmıştı o gün.

Bilmem öyle miyim, ama tek bildiğim; her şeyin yazıya/kayda geçmesinden yanayımdır. Kayda geçenlerin de kitaba dönüşmesi için çabalarım hep.

Çocuklukta saklı/kalan imgeler

Temmuz 2005’te yazmaya başladığım, “özyaşamsal notlar” adını verdiğim defterlerimden birini önüme alınca (bir Peter Rabbit defteri) şu metinler çıktı karşıma:

*Düşyalazı (I)

*Anlattım Yaşar Kemal’e O Rüyayı

*Sesin Gölgesi

*Rüya Belleği

*”Bu dağın karı benem…”

*Sırlı Olan Ne?

*Vittorini’den Yansıyan

*Erzurum Derken…

*Trenler Gelip Geçerdi

*Berber

*Düşyalazı (II)

*Sahi, Bunalan Babam mıydı?

*Bahçedeyiz Şimdi Babamla…

Diğer defterlere dönmüyorum. 50. Yaş karşılaması/uğurlaması demeli bu bellek yolculuğuna…

Ve aradan geçen on yıl boyunca, gene yazmışım ara ara dönerek o imgelere… Çocukluk, kopamadıklarımız, her şeyimiz…  Yazı/yazmak aslında oradan başlıyor. Zaman boşlukları, tutunduğumuz her şeyin izleri, oldurabildiklerimiz, tıpkı tutunamadıklarımız, olduramadıklarımız gibi… hepsi orada.

faaileYandaki fotoğrafa bakıyorum: 1961 Mart’ı olmalı… Babam, annem kardeşlerim. Bizi fotoğrafçının karşısına geçiren kızkardeşim Birgül’ün doğumu. Bir fotoğraf ânın görüntüsünden daha çok şeyi içerir. Zaman zaman buna “dondurulmuş/durmuş zaman” gibi tanımlar getirsek de; orada belleğin tüm işaretleri vardır. Bakınca, gördüklerimizin çok daha ötesine bizi götüren imgedir her bir görüntü. Yazının tamamlayıcılığı da bu olsa gerek…

Bir gün, o metinleri burada sizlere taşımak isterim sevgili okurum… Yazı beklemez, ama yazıda buluşma bekleyebilir…

Feridun Andaç – edebiyathaber.net (22 Temmuz 2014)

Yorum yapın