Nazê Nejla Yerlikaya, İthaki Yayınları’ndan çıkmış, J.P.Sartre’in Baudelaire kitabını konu alan bir yazı kaleme aldı ve yazısında diyaloglar halinde konuyu yumuşatmaya çalıştı; diyaloglarda geçen bütün cümleler kitaptan. Böylece yazar, konuya ilgisi olmayan ya da kitabı ağır bulan okurların da ilgisini çekmeyi amaçlıyor. İlk bölümünü geçen hafta yayımladığımız yazının ikinci bölümünü yayımlıyoruz:
-Sevgili Sartre, sohbetimize kaldığımız yerden devam etmek istiyorum. Geçen görüşmemizde hep bir tanık ve yargıç özlemi çeken Baudelaire’in merhametsiz tanrısı ve ölesiye nefret ettiği üvey babası General Aupick arasında bir bağ kurmuştun. Bu bağın nasıl bir bağ olduğunu açmanı isteyeceğim.
SARTRE: Baudelaire herkesçe kabul edilen ilişkiyi tersine çevirmiştir: ona göre yasa değil yargıç gelir. Bundan sonra onu delip geçen, yerine koyan ve “nesnelleştiren” bakış, “İyilik ve Kötülük” getiren o yüce bakış, annesinin bakışı mı yoksa General Aupick’in bakışı mı, ya da “her şeyi gören” Tanrı’nın bakışı mı acaba? Bu bakış bir bütün.
Baudelaire’in kendi kendini cezalandırma sürecinde generalin rolü çok önemli. Korkunç Aupick öldükten sonra varlığını şairin annesinde sürdürür. Bayan Aupick, Baudelaire’in tüm yaşamı boyunca şefkat duyduğu tek kişidir ama General Aupick, huyunu yavaş yavaş ona da bulaştırmıştır. Sertliği ona da geçmiş, öyle ki, annesi kocasının ölümünden sonra, hiç de elinde olmayarak, onun ezici yargıçlık görevini üstlenmiştir.
–Annesi bir yargıç gibi davranıp Baudelaire’i yargılıyorsa Baudelaire annesine neden şefkat duyuyor?
SARTRE: Çünkü Baudelaire’e mutlak bir tanık gerekmektedir. Annesinin Baudelaire’i cezalandıracak ne gücü, ne de isteği vardır, ama Baudelaire, ezbere bildiği bu önemsiz, ufak tefek kadının önünde titremeye başlar. Annesi istemediği halde, Baudelaire ona kendisini yargılama yetkisi verdi; yargılamaya temel olan nedenlere teker teker karşı çıksa bile, verilen hüküm olduğu gibi kalır. Annesinin önünde, kendisini suçlu duruma atmayı seçti. Ayrıca annesinin gözünde aklanmaya da özellikle önem verdi. Onun en tutkulu, en sürekli umutlarından biri, bir gün annesinin kendisi üzerindeki yargısını şatafatlı biçimde değiştireceğidir.
–Bu yargının; annesinin kendisi üzerindeki yargısının neden değişmesini istiyor?
SARTRE: Çünkü Baudelaire için bu nihai yargı yaşamın kutsanmasıdır ve metafizik bir öneme sahiptir. Kırk bir yaşında yaşadığı bir inanç bunalımı sırasında, Tanrı’ya “(kendisine) bütün ödevlerini yerine getirebilmek için gereken gücü, annesine de (kendi) yaşadığı dönüşümün zevkine varabilmek üzere yeterince uzun bir ömür” vermesi için dua eder. Annesi bu tören gerçekleşmeden ölürse Baudelaire’in ömrü boşa gitmiş olacak, tatlı tatlı süregiden yaşamı, bütün gücüyle geri ittiği korkunç nedensizliğin istilasına uğrayacaktır aniden.
–Çok ilginç! Baudelaire hayatı boyunca kamçılanmak istemiş sanki.
SARTRE: Evet, asla kamçılayıcı olmadı çünkü kamçılayıcıların üstünde boşluk ve nedensizlik vardır. Baudelaire hep yaşlı bir ergen oldu, öfke ve nefret içinde, ama hep bir Başkası’nın uyanık ve güven verici himayesi altında yaşadı.
–Ama Baudelaire’in kendisini hep özgür hissettiğini söylemiştin!
SARTRE: Özgür olmak ister, kuşkusuz, ancak tümüyle kurulu bir evrende özgür olmak ister. Refakatli ve benimsenmiş bir yalnızlık elde etmeye çalışması gibi, sorumluluğu sınırlı bir özgürlük edinmek ister. Kendi kendini yaratmak istedi. Şu çelişik doğaya sahip olmayı, bir nesne-özgürlük olmak istedi.
–Gerçekten de çelişik bir doğa; “nesne-özgürlük”… bunu biraz açmanı isteyeceğim sevgili Sartre, zira hiçbir şey anlamadım!
SARTRE: Çocukluğundan bu yana, katlanmak zorunda kalmak korkusuyla kendi “ayrılığını” kudurmuşçasına istemişti. Kendini yerine konulmaz kılana kendinde ulaşamadığı için, başkalarına başvurdu ve onlardan, yargılarıyla kendisini başka kılmalarını istedi. Ama onların bakışlarının salt nesnesi olmayı da kabullenemezdi. Kendi iç yaşamının belli belirsiz kabarışını nesnelleştirmek istemesi gibi, başkalarının gözünde olduğu bu nesneyi, kendisinin özgür bir tasarısı kılarak, içselleştirmeye yeltendi.
Baudelaire, kendi bilincinin temellerine indikçe, korktu bu özgürlükten. Bunun insanı, zorunlu olarak mutlak yalnızlığa ve en geniş kapsamlı sorumluluğa götürdüğünü gördü. Dünyadan, İyi’den ve Kötü’den hiçbir yardım almadan sorumlu olduğunu bilen yalnız adamın içine düşeceği bu kaygıdan kaçmak istedi Baudelaire. Özgürlüğün bir tek kendisiyle sınırlı olduğunu bildiren korkulu gerçekten kaçtı ve özgürlüğü dışardan yerleştireceği çerçeveler içinde tutmanın yollarını aradı. Tek kelimeyle özgür olmak istedi ki bu da onun tüm bağımsızlığı içinde nedensiz ve doğrulanamaz olmasını gerektirdi, ama bir yandan da benimsenmek istedi ki bu da toplumun ona kendi işlevini, hatta kendi doğasını bile zorla kabul ettirmesini gerektirdi.
–Baudelaire’in yararlı olanı ve eylemi hor gördüğünü söylemiştin. Bu durumun Baudelaire’in şiirlerine yansıması nasıldır peki?
SARTRE: Evet, yararlı olanı ve eylemi hor görür. Oysa önceden belirlenmiş bir ereğe ulaşmak üzere çeşitli yollar sunan her edim yararlı olarak adlandırılır. Baudelaire’in yaratma duygusu öyle güçlüdür ki, bu alçakgönüllü işçi rolünü benimseyemez. Bu anlamda, onun şairlik eğiliminin ne anlam taşıdığı sezinlenebilir; şiirleri, kendisine yasakladığı, İyi’nin yaradılışının yerini tutan şeylere benzer. Şiirleri, bilincin nedensizliğini ortaya koyarlar, tümüyle yararsızdırlar, her dizede kendisinin doğaüstücülük dediği anlayışı sergiler. Ama bir yandan da imgesel alanda kalırlar, ilk ve mutlak yaratım sorununa değinmezler. Bir bakıma bir şeyin yerini dolduran ürünlerdir bunlar, her biri tam bir özerklik isteğinin, tanrısal bir yaratıma susamışlığın simgesel yoldan giderilmesidir.
–Bu çok çelişik bir durum değil mi?
SARTRE: Evet öyle. Baudelaire, bir tek kendi erekleri için harekete geçerek kendi elindeliğini göstermek ister, ama öte yandan da, teokrasinin önceden belirlenmiş ereklerini kabullenerek nedensizliğini gizlemek ve sorumluluğunu sınırlamak ister. Özgürlüğü için tek bir yol kalır, o da kötülüğü seçmektir.
–Evet, artık şu meseleye gelsek iyi olur. “Lanetli Şair”in “Kötülük Çiçekleri”ne yavaştan giriş yapalım. Baudelaire neden kötülüğü seçer?
SARTRE: Özgürlüğün baş döndürücü olabilmesi için, teokratik dünyada, tümüyle haksız olmayı seçmesi gerekir. Onun için de, İyiliğe tümüyle bağlanmış bu evrende biriciktir bu özgürlük, ama Kötülüğe ulaşabilmesi için, İyiliğe tümüyle bağlanması ve desteklemesi gerekir. Ve kendi kendisini lanetleyen kişi, gerçekten özgür insanın o büyük yalnızlığının cılız imgesini andıran bir yalnızlık edinir. Kötülükle şiir arasındaki ilişkiye dikkat çekmemiz gerekir: şiir, üstüne üstlük, erek olarak kötülüğü benimsediğinde, sınırlı sorumluluktaki iki tür yaratım bir araya gelip kaynaştığı zaman, bir anda, elimize bir kötülük çiçeği geçiverir. Cehennem kaba ve doymuş alçaklıklar içindir; kötülük için kötülük yapmak isteyenin ruhu ise nefis bir çiçektir.
–Çok ilginç! Bu durum hiçbir yere varmayan bir oyun, yaşam ile oynanan, Kötülük ile oynanan bir oyun değil midir?
SARTRE: Ama işte zaten boş bir oyun olduğu için hoşlanır Baudelaire bundan; sonuçsuz, kısır, geleceği olmayan edimler, gerçekleştirilmekten çok düşünülen, telkin edilen, hayaletsi bir kötülük: hiçbir şey bundan çok hissettiremez insana özgürlüğü ve yalnızlığı.
–Rahatsız bir vicdan Baudelaire’inki, kötü bir vicdanı seçmiş gibi…
SARTRE: Evet. Baudelaire, insanda ömür boyu var olan ikiliği, iki yönlü eğilimi, ruh ve beden ikiliğini, yaşamdan tiksinmek ile yaşamın sunduğu esrimeyi göstermede ısrar etmesi, zihninin karşıt yönlere doğru çektirilmesini ortaya vurur. Hem olmak hem de var olmak istediği için, hiç durmadan varlıktan varoluşa, varoluştan da varlığa kaçtığı için, dudakları iki yana genişçe açılmış taze bir yaradan başka bir şey değildir. Ve de bütün davranışları, düşüncelerinin her biri birbiriyle çelişik iki anlam, birbirini yöneten ve yıkan çelişik iki niyet taşır. Kötülük edebilmek için İyilik’i ayakta tutar ve Kötülük ettiğinde, İyiliğe saygısını göstermek için yapar.
–Baudelaire mutsuz bir adam değil mi?
SARTRE: Baudelaire asla kabul etmez mutluluğu, ahlaka karşıdır çünkü. Öyle ki, bir ruhun mutsuzluğu, dış fırtınaların sonucu olmak bir yana bir tek kendi kendinden ileri gelir: en ender bulunan niteliği budur onun. Baudelaire’in acı çekmeyi seçmiş olduğunu başka hiçbir şey bundan daha iyi anlatamaz. Acı “soyluluktur” der.
–Baudelaire’in acısı ne? diye sormam gerekecek.
SARTRE: Baudelaire’in acısı, bilinenin karşısında aşkınlığını boşluğa uygulamasıdır. Acı sayesinde, bu dünyadan biri değilmiş gibi koyar kendini. Bu onun İyi’den başka bir öç alma biçimidir. Gerçekten de, tanrısal, babasal ve toplumsal Kural’a bilerek uyduğu ölçüde, İyi onu sarıp sarmalar, sıkar ve ezer; bir kuyunun dibindeymiş gibi yatar İyi dibinde. Ama aşkınlığıyla alır öcünü.
–Baudelaire’in, acılı güzelliğin en yetkin örneği olarak Şeytan’ı görmesini şimdi anlayabiliyorum sanırım.
SARTRE: Evet, Şeytan’ı görür ve boşuna değildir bu. Yenik, gözden düşmüş, suçlu, Doğa’nın tümü tarafından gammazlanmış, Evren’in dışına atılmış, kefareti ödenmez suçun anısıyla bunalmış, doymak bilmez bir hırsın kemirdiği, onu şeytansı bir özün içinde donduran Tanrı’nın bakışıyla delinip geçilen, yüreğinin en ücra köşesine kadar İyi’nin üstünlüğünü kabullenmek zorunda kalan Şeytan, bu ezilişe razı olduğu anda bile bağışlanmaz bir sitem gibi parlayan o hüzünlü doyumsuzluk alevi ve çektiği acı ile, efendisi olan ve kendisini dize getirmiş bulunan Tanrı’ya bile galabe çalmaktadır. Ve insan gururu, belki de asla, Baudelaire’in tüm yapıtı boyunca çınlayan ve hep susturulan, boğulan “Şeytan’ım ben!” çığlığı kadar ileri gidememiştir.
–Kent aralıksız bir yaratımsa doğa nedir Baudelaire için?
SARTRE: Doğa, ilk hareket, kendilindenlik, dolayımsızlık, dosdoğru ve hesapsız iyilik demektir, ama en önemlisi, yaratımın tümüdür, tüm yaratıkların Yaratıcılarına doğru yükselen övgüsüdür. Baudelaire eğer doğal olsaydı, kuşku yok ki yitip giderdi yığının içinde, ama aynı zamanda da vicdanı rahat olacaktı, Tanrı’nın buyruklarını kolayca yerine getirecek, dünyada kendi evinde gibi rahat olacaktı. Ama istemediği budur işte. Doğa’dan nefret eder ve tıpkı Şeytan’ın yaratılışı baltalamaya uğraşması gibi, sırf Tanrı’dan kaynaklandığı için yıkmak ister Doğa’yı. Acı, doyumsuzluk ve günah yoluyla evrende kendine ayrı bir yer oluşturmaya çalışır. Doğa her şey olduğu, Doğa her yerde olduğu için, lanetlinin ve canavarın “karşı doğanın” yalnızlığını ister.
İyi’nin ta kendisidir Doğa. Ben seçmediğim halde var olan katıksız değer niteliğindeki İyi’nin ikircikliğini dile getirir. Baudelaire’in doğaya beslediği tiksinti, bu noktada derin bir çekicilikle birleşir. Şairin tavrındaki bu çifte-değeri, ne kendi yaptıkları seçimle kuralları aşmaya, ne de dışarıdan gelen bir ahlaka tümüyle boyun eğmeye razı olmayan herkeste buluruz: İyi’ye yerine getirilmesi gereken bir ödev gibi boyun eğen Baudelaire, evrenin veriliği bir niteliği olduğunda reddedip hor görür. Oysa her ikisi de aynı İyi’dir, çünkü Baudelaire, dönüşsüz olarak, onu seçmemeyi seçmiştir.
–Biraz da Baudelaire’de zaman kavramına bakalım mı?
SARTRE: Baudealire’e göre zamansallığın başlıca boyutu geçmiştir. Şimdiki zamana anlamını veren de odur. Kişilik ve alınyazısı, kendilerini ancak geçmişte açığa vuran karanlık, büyük görünümlerdir; kendini “hemen öfkelenen biri” diye bilen kişi aslında geçmişte sık sık parlayıverdiğini saptamaktan başka bir şey yapmaz. Şimdiki zamanın hep yeniden fışkırmasıdır. Ve şimdiki zaman da, Baudelaire’in kendisine beslediği tatsız ve yapışkan duygu ile iç yaşamın yarı saydam belirsizlikleri bir bütünden başka bir şey değildir. Baudelaire bilinçli olarak Geçmiş olmayı seçti. Umursamadığı pek önemsiz bir varlık diye gördüğü şey, şu andaki duygusudur.
Baudelaire zamanın akıp gittiğini hissetmekten nefret eder. Akan sanki kendi kanıymış gibi gelir ona: geçip giden bu zaman, yitik zamandır, tembellik ve gevşeklikle, kendi kendine edilen bozulan yeminlerle, evden eve taşınmakla, alışveriş yapmakla, durmamacasına para aramakla geçen zamandır bu. Ama bir yandan da sıkıntı zamanıdır.
Yaşamak düşmektir; şimdiki zaman bir düşüştür; geçmişle arasındaki bağları pişmanlık acısı ve acınma sayesinde hissetmek istemiştir Baudelaire.
(Modernliği kavramaya girişen ve modern şiirin kurucusu sayılan Baudelaire’i J.P.Sartre ile konuşmak bir ömre bedeldi. Yıllarca Baudelaire’in şiirlerini okuyan ben, Sartre sayesinde insan olarak Baudelaire’in anlamını çıkarmaya uğraşmış, “insanın kendi üzerinde yaptığı özgür seçiminin, alınyazısı dediğimiz şeyle tümüyle özdeş” olduğuna bir kez daha kanaat getirmiş; kara bahtlı, cehennemlik, “Lanetli Şair” Baudelaire’in kökensel seçimleriyle yaşadığı bedbaht hayatı kendisinin kurduğunu anlamıştım.
Sartre ile son görüşmemi bir parkta yaptıktan sonra eve dönüş yolunda uçurum olduğunu hisseden Baudelaire’in şu dizeleri kulaklarımda çınlayıp durdu:
“Bir ressam gibiyim, alaycı Tanrı’nın
Karanlığa çiz diye mahkûm ettiği;
Aşçısı gibi ölümcül iştahların,
Pişirip yiyen benim kendi yüreğini” )
Nazê Nejla Yerlikaya – edebiyathaber.net (26 Haziran 2014)