
Söyleşi: Serkan Parlak
Ufuk Tekin ile Bilgi Yayınevi etiketiyle geçtiğimiz yılın son günlerinde okurla buluşan ilk öykü kitabı Kızıl Meşe hakkında konuştuk.
Ufuk Bey, atölyeler, dergiler, dijital mecralar ve seçkiler derken sonunda ilk öykü kitabınız yayımlandı. Kurmaca türlerle olan ilişkiniz, yazma serüveniniz ve ilk kitabınızın ortaya çıkış sürecini sizden dinleyelim.
Ben 27 yıllık bir avukatım. Bizim hocalarımızdan Ejder Yılmaz, “Her avukat kısıtlı bir okuyucu kitlesine hitap eden bir yazardır” demiştir. Gerek profesyonel yaşamımda gerekse ondan önce yazmayla ilişkim her zaman iyi olmuştur. Her ne kadar kurmaca bir eser değilse de 2018 yılında Bir Dilekçenin Anatomisi adında dilekçe yazımına dair bir kitabım yayımlandı. Avukat olmadan çok daha önce, lisede, ülke çapındaki bir makale yarışmasında da ikinci olmuştum.
Kurmaca alanına ciddi anlamda eğilmeye başlayalı ise yaklaşık on yıl oluyor. Bu süre boyunca bazı öykülerim dergilerde ve dijital platformlarda yayımlandı, bazıları da çeşitli yarışmalarda dereceye girdi.
Kızıl Meşe’nin ortaya çıkışı uzun bir zamana yayıldı. Kitaptaki öykülerden Orman hariç diğerlerini 2015-2020 yılları arasında yazmıştım. Ancak öykü havuzumun içinden Kızıl Meşe dosyasına girecek öyküleri seçip üzerlerinde çalışmaya 2020’deki covid pandemisi sırasında başladım.
Pandemi bitiminde dosyam hazırdı ve birkaç yayınevine gönderdim ama yayınevleri reddetti. Bunun üstüne hiç acele etmeden her birini ele alıp tekrar tekrar üzerlerinde çalıştım. Kiminde pek az değişiklik yaptım, kimini neredeyse baştan yazdım. Bu arada dosyadaki birkaç öykü çıktı ve yerlerine havuzdan başka öyküler eklendi. Son olarak Orman’ı yazıp dosyamı tamamladım ve yayınevlerine tekrar gönderdim. Bilgi Yayınevi yayımlamayı kabul edince de Kızıl Meşe ortaya çıkmış oldu.

Her ne kadar okuma ve yazma deneyimleri, işçilik ve gözlem gücü önemli olsa da öykülerinize başlarken ilham kaynaklarınız neler oldu? Bu soruyla ilişkili olarak şunu da sormak isterim, öykülerinizin ilk taslaklarını nasıl oluşturuyorsunuz?
Her öyküm için farklı başlangıç noktalarım ya da sizin deyiminizle ilham kaynaklarım olduğunu söyleyebilirim. Bazen zihnimde beliren bir imge, bazen tek bir cümle veya fikir beni yazmaya iter. Ancak kalemi elime alıp yazmaya başladığımda o başlangıç noktasından çok uzaklara savrulduğum da oldu. Örneğin Mefkûre öyküsünde hayatını asil ilkeler doğrultusunda yaşamış bilge bir yaşlı kadının son anlarını yazmak için kâğıdın başına oturmuştum. Hatta karakterin ismini bile özenle seçmiştim ama karakter kendini çok başka bir yönde dayattı ve ben de buna direnmedim. Böylece ortaya kitaptaki Mefkûre çıktı ve kendi öyküsünü anlatmaya başladı.
Az önce bahsettiğim başlangıç noktasını tespit eder etmez yazma isteğim kabarır. Hemen öykünün kaba çerçevesini ve karakterlerini belirleyip heyecanla yazmaya başlarım. Taslağım da kısa sürede ortaya çıkar. Genelde öykülerimin ilk taslağı bile okunabilir seviyede olur. Ancak buna rağmen sonraki, öyküye son hâlini verme süreci bende epey uzun sürer.
Elinizdeki malzemeyi kurgu için yeniden üretip dönüştürürken nasıl bir süreç işliyor; mekânlar, atmosfer, diyaloglar ve özellikle öykü kişileri söz konusu olduğunda.
Yazmak benim için bir düşün ana yapısını, özellikle karakteri, atmosferi ve kabaca ana izleği belirlemek ve sonra kendini o düşe bırakmaktır. O düşün akışında sürüklenirim. Ortaya sahici bir şey çıkarmanın yolunun bu olduğuna inanıyorum. O düşün kendi içinde bir gerçekliği vardır ve o gerçekliği kabullendiğiniz sürece mekân, atmosfer, karakterlerin tutumları ve hatta diyaloglar düşün gerçekliği ile uyumlu olarak önce bilince ve oradan da kaleme akar. Eğer bu gerçekliğe aykırı herhangi bir şeyi o esnada öyküye katmaya çalışırsanız düşün düş olduğunun farkına varırsınız, akıştan koparsınız, uyanıp başka bir bilinç düzeyine geçersiniz ve o eklemeye çalıştığınız şey her ne olursa olsun öykünün ritmini ve doğallığını bozar.
Benim için yazma süreci akışa kapılmak, bu şekilde hızlıca taslağı oluşturmak ve sonra o taslağın üzerinde öykünün ritmini bozmadan uzun uzun çalışmaktır diyebilirim.
Sizce romanda, öyküde, şiirde döneme göre bazı konular, izlekler ön plana çıkıyor mu? Son dönemde ilişkiler, kadınlık ve erkeklik durumları, geçmişteki travmalarla hesaplaşma, aile ve bireysel yabancılaşma mesela. Sizin de bu anlamda zamanın ruhundan etkilendiğinizi söyleyebilir miyiz?
İnsanın toplumsal bir canlı olduğuna derinden inanan biri olarak zamanın ruhu benim çok önem verdiğim bir kavramdır. Bunun bir adım ilerisinde Jung’un Kolektif Bilinçdışı ve Durkheim’ın Kolektif Bilinç kavramlarını da çok önemserim. Bir toplumdaki insanların belirli bir zaman dilimindeki tutumlarının, tepkilerinin ve sanat eserlerinin yorumlanmasında bu kavramların çok önemli olduğunu düşünüyorum.
Hatta diyebilirim ki edebiyatın, sanatın varlığını sürdürmesinin sebebi her zamanın kendine has bir ruhu oluşu ve bunu anlamak, anlamlandırmak için de sanata ihtiyacımızın olmasıdır. Bu bağlamda elbette ben de zamanın ruhundan etkileniyorum ve Kızıl Meşe de zamanın ruhunu yansıtan bir kitap.
Ufuk Bey, öykülerinizin merkez izlekleri: kadınlık ve erkeklik durumları, ilişkiler, hayatın sıkıcılığı ve anlam arayışı, doğa, geçmişle hesaplaşma ve yüzleşme. Bu bağlamda özellikle ahlak ve adalet izlekli öykülerinizi düşünürsek içerdikleri etik meseleler hakkında neler söylemek istersiniz, günümüzün temel yakıcı dertlerini öykü türü aracılığıyla görünür kılmaya çalışırken ne gibi hassasiyetler gözetiyorsunuz?
Toplumla ve insanlıkla en büyük derdim çoğunluğun azınlıkla kurduğu ilişkidir. Buradaki çoğunluk sıfatı da azınlık sıfatı da kişinin toplumdaki rolleri, kimlikleri özelinde değişebilir. Her birimiz belli kimliklerimiz yönünden toplumdaki çoğunluğa belli kimliklerimiz yönünden ise azınlığa dahil oluruz. Çoğunluğun azınlığa göre hemen her zaman daha güçlü ve hoyrat olduğu da malum. Dolayısıyla çoğunlukla azınlığın ilişkisi güçlüyle güçsüzün ilişkisi olarak da okunabilir. Bu ilişkinin sağlıklı kurulması için kilit bir kavram var ki o da empatidir. Empati kurabilme yeteneği, bireyler ve toplumlar için hem temel bir gereklilik hem de birçok çatışmanın çözüm anahtarıdır. Kızıl Meşe’de, derindeki etik mesele çoğunluk-azınlık ilişkisinin dinamiği ve empatinin önemidir diyebilirim.
Bu sebeple kitaptaki öykülerin hemen hepsinde de ya çoğunlukla azınlığın karşılaşması, çatışması ya da onları daha iyi tanımak adına bu ikisinden birinin hayatından bir kesit anlatılır.
Uzun zaman çalıştıktan sonra nasıl bir hisle son noktayı koydunuz öykülerinize? Yazarken yeni şeyler keşfettiniz mi; duygu, düşünce dünyanıza öykülerinizin ne gibi katkıları oldu?
Öykülerimin ilk taslağını kısa sürede yazmama rağmen onlara son noktayı koymakta oldukça zorlanıyorum. Mükemmeliyetçi bir yapım var ve bu bazen bir işkenceye dönüşüyor. Bir son okuma daha yapmazsam öyküdeki bir şeylerin yanlış olacağı ya da öykünün eksik kalacağı hissini içimden atmakta zorlanıyorum. O yüzden şairin, “Bir şiir asla bitmez, yalnızca terk edilir” sözünden ilhamla, öykülerimi tamamlamıyorum, bir yerden sonra terk ediyorum diyebilirim.
Okumak ve ondan da çok yazmak benim için bir içine doğru derinleşme yolculuğu. Bir sanat eserini ortaya çıkarmak, kendinizi daha iyi tanımanızı sağlıyor. Kızıl Meşe’yi yazarken, hayatın siyah ve beyazdan çok gri tonlarında olduğunu ve empatinin bu grilikte ne kadar hayati bir rol oynadığını daha derinlemesine kavradım.
Nitelikli kurmaca okurları metni okurken aslında sadece anlatıcı ilgilendirir. Yazar ilgilendirmez, yazarın yaşam öyküsü özellikle. Değerlendirmeler anlatıcı üzerinden yapılır. Kurmaca metinlerde çözülmesi en zor konulardan olan anlatıcı meselesi hakkında öykülerinizde ne gibi problemlerle uğraştınız?
Sizin de belirttiğiniz gibi hikâyeyi kimin anlatacağı ve bunu belirledikten sonra da anlatıcının hangi mesafeden, hangi zaman kipinden anlatacağı sorunu gerçekten de çözülmesi en güç meselelerden biri. Yazmaya başlarken anlatıcıyı sezgilerimle belirliyorum. Taslağı yazdıktan sonra seçtiğim anlatıcının istediğim etkiyi yaratmadığını düşünürsem öyküyü başka bir anlatıcı perspektifinden tekrar yazarım. Kimi zaman da öykü içinde anlatıcılar arasında geçişler yaparım. Kızıl Meşe’deki öykülerde de anlatıcıyı değiştirdiğim yahut anlatıcılar arasında geçiş yaptığım öyküler var.
Ufuk Bey, Hikâyeler iç evrenimizin, kozmik yapımızın yansımaları olarak dünyayı daha katlanılabilir hale getiriyor. Hikâyeler ötekilere yazılıyor, öznel alana hitap ediyor, okurları etkilemeleri gerekiyor. Günlük hayatta katlanamayacağımız gerçekler hikâyede, romanda katlanılır hale geliyor. Odaklandığınız temalardan hareketle özellikle öykü türünü seçmenizin nedeni nedir?
Kızıl Meşe’nin teması itibarı ile öykü türünün daha uygun olduğunu düşünüyorum. Kitaptaki her bir öyküyü çoğunluk-azınlık ilişkisine verilmiş bir örnek olarak görmek mümkün. Bu konu elbette bir romanda da ele alınabilirdi ancak ilişkiyi bu kadar farklı atmosferlerde, bu kadar farklı karakterlerle örneklendirmek mümkün olmazdı.
Dünya ve Türkiye özelinde salgın, iklim krizi, savaşlar, ırkçılık, şiddet, göçler ve temel eşitsizlikler üzerinden düşündüğümüzde bu zorlu günleri yazı aracılığıyla daha az hasarla atlatabilmemiz mümkün mü sizce?
Dünya zor zamanlardan geçiyor ve üstelik daha da zor zamanlara doğru ilerlediğimizi düşünüyorum. Bu zor zamanlarda edebiyat hem bir güvenli sığınak sağlar hem de ötekini anlamayı kolaylaştırması bağlamında nefreti azaltmak adına çok önemli bir işlev görebilir. Dolayısıyla evet, edebiyat aracılığıyla hem tek tek insanlar ve hem de insanlık bu zor günleri daha az hasarla atlatabilir.
Sizi çok etkileyen roman ve öykü karakterlerini sormak istiyorum.
Kurmaca karakterler arasında beni en çok etkileyeni Kazancakis’in Aleksi Zorba’sıdır. Dört başı mamur bir karakterdir. Okumamın üzerinden uzun yıllar geçmesine rağmen zihnimde hâlâ öylesine kanlı, canlı bir Aleksi Zorba vardır ki neredeyse Kazancakis kadar, Zorba’nın bugün yaşasa hangi olaya ne tepki vereceğini öngörebileceğimi düşünüyorum.
Beni etkileyen diğer karakterler arasında Joyce’un meşhur Stephen Dedalus’u ile Turgenyev’in Bazarov’unu sayabilirim. Bu iki karakter beni çok etkilediklerinden onların karması diyebileceğim bir karakter yaratıp onun öyküsünü yazmıştım.
Son olarak Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’daki Raif Efendi’sini söyleyebilirim. Hem yine diğerleri gibi sahici bir karakter olması hem de Raif Efendi’nin gençlik ve ihtiyarlığı arasındaki dramatik değişim ve dönüşüm beni çok etkilemiştir.
Öykü karakteri olarak ise ilk aklıma gelen Herman Melville’in yarattığı bizim zavallı Kâtip Bartleby’mizdir. Diğer öykü karakteri olarak Yusuf Atılgan’ın harika öyküsü Çıkılmayan’ın, ismini bilmediğimiz ama kim olduğuna, nasıl biri olduğuna dair hemen her şeyi o birkaç sayfada anladığımız ana karakterini söyleyebilirim.
Öykü türünde başucu yazarlarınız kimler, başucu kitaplarınız hangileri?
Onat Kutlar’ın İshak’ı neredeyse her bir öykümü yazarken tekrar tekrar okuduğum, her okuduğumda hayran kaldığım bir kitaptır. Aynı şekilde Ralf Rothmann’ın Deniz Kenarında Geyikler ve David Constantine’in Başka Bir Ülkede kitaplarını da bu anlamda çok değerli bulurum. Yusuf Atılgan, Sabahattin Ali, Tomris Uyar, Sait Faik ve Ernest Hemingway de öykü yazarken bana rehberlik eden yazarlardandır.
Dergiler, dijital mecralar, sosyal medya, filmler… Yazarların, yayıncılığın ve okur kitlesinin geldiği son noktayı da göz önünde bulundurarak hem Dünya geneli hem Türkiye özelinde öykü türünün geleceği hakkında ne gibi öngörüleriniz var?
Son yıllarda öykü kitaplarının da öykü okurlarının da sayısının arttığını gözlemliyorum. Esasında öykü okumanın sanılanın aksine roman okumaktan daha kolay olduğunu düşünmüyorum. Öykü kitapları romanlara nispetle daha kısa olsa da kitaptaki her bir öykü yeni bir evren, yeni bir konu, yeni karakterler anlamına geldiğinden okuyucunun dikkatini tekrar tekrar yoğunlaştırmasını gerektirir. Dolayısıyla öykü okurunun artmasını öykü okumanın kolay olduğu görüşüne bağlamıyorum.
Kendini edebiyat dünyası içinde “öykü yazarı” olarak konumlandıran ve ısrarla yalnızca öykü yazan yazarların çoğalması öykü türünün okur gözündeki değerini artırmış olabilir. Ayrıca yaratıcı yazarlık atölyelerinin sayısındaki artışın ve bu atölyelerde ağırlık olarak öykü türünün öne çıkmasının da bunda önemli bir etken olduğunu sanıyorum. Bu etkenler okurların öyküye yönelimini beslemiş olabilir.
Bunun yanı sıra tür olarak öykünün yazara çok geniş imkanlar sağladığını da unutmamak lazım. Öykünün kısalığı onu belli açılardan kısıtlasa da pek çok fırsat penceresi de açar. Tek bir duygu, tek bir an, tek bir olay üstüne kurulu bir öykü yazabilirsiniz. Olay örgüsüne sahip olmayan bir öykü hatta hiç karakter içermeyen bir öykü de yazabilirsiniz. Ama bunları bir romanda yapmak çok güç olacaktır.
Öykücülerin giderek bu fırsatlardan daha çok yararlanacaklarını ve dünyada da ülkemizde de öykü kitaplarının kitaplıklardaki sayısının daha da artacağını düşünüyorum.
Ufuk Bey, son günlerde neler okudunuz? Önümüzdeki dönemde yeni üretimleriniz olacak mı?
Son zamanlarda ağırlıklı olarak Şule Gürbüz’ün ve Han Kang’ın kitaplarını okudum. Kurgu dışı olarak da halihazırda D. Graeber ve D. Wengrow’un Her Şeyin Şafağı isimli kitabını okuyorum.
Şu anda bir novella üstünde çalışıyorum. Ancak henüz yolun başında olduğumu söyleyebilirim.
edebiyathaber.net (30 Ocak 2025)