Söyleşi: Can Öktemer
Uğur Erbaş’ın yakın zamanda İletişim Yayınları tarafından yayımlanan grafik romanı Gozo ve Sagre son zamanların en dikkat çekici yapıtlarından. Sinema ve müzik klipleri için hazırlamış olduğu animasyonlarla da bilinen Uğur Erbaş, ilk kitabında seyyah olup, güneşin doğduğu yere varmaya çalışan Sagre’nin hikâyesini ve büyüsünü, ütopyasını kaybetmiş bir dünyayı anlatıyor bizlere. Uğur Erbaş, Gozo ve Sagre’de masalsı ve etkileyici bir dille anlatıyor öyküsünü, bununla beraber kitapta her bir karenin titizlikle resmetmiş. Uğur Erbaş’la Gozo ve Sagre’nin öyküsünü ve yarım kalan hikayelerin tamamlanma ihtimalleri üzerine konuştuk.
Gozo ve Sagre isimli grafik romanınız geçtiğimiz günlerde İletişim Yayınları’ndan yayımlandı. Bize kitabın oluşum sürecinden bahsedebilir misiniz?
Fikrin ortaya çıkışıyla basımı arasındaki dört yılı aşan çalışma dönemine yoğun bir okuma ve araştırma safhasıyla başladım ki bu safha projenin sonuna kadar devam etti. Fantastik bir ütopya kurgulamanın zorluklarına senaryo ve karakter tasarımları da eklenince çizim aşamasına geçmem kolay olmadı. Senaryo akışı şekillendikten sonra kareleme ve taslak çizimi çalışmaları başladı. Asıl çizimlere geçip sona yaklaştığımda bile senaryoda ufak tefek değişiklikler yapmaya devam ettim. Kitabın bütünlüğünde çizim üslubunu bozmadan devam ettirmek ise ayrı bir çaba gerektirdi.
Gozo ve Sagre’de biraz minimalist, az diyaloglu, geniş planların olduğu ve karakter tipolojilerinin de tam belirgin olmadığı bir anlatım tarzınız var. Kendinize hikayenin görsel dilini oluştururken nasıl bir yol haritası çizdiniz?
Kitabın görselliği 90’ların sonundan beri grafik tasarımda ve animasyonda sıklıkla kullandığım bir tarz üzerinden yürüdü. Mısır papirüslerinden Yunan vazolarına, Hitit kabartmalarından Karagöz figürlerine binlerce yıllık görsel hafızamıza sinmiş bir üslupta Anadolu’dan fragmanlar serisi çalışmıştım. O yıllarda bilgisayar yaygın kullanılmadığı için çalışmaları mürekkep ve rapido ile renksiz tamamlamak durumundaydım. Bilgisayarla birlikte tarzım farklı olanaklarla buluşsa da genel sadeliği bozmamaya özen gösterdim. Bir grafik roman yapma fikri oluştuğunda ise konunun lirik ve pastoral atmosferine en uygun tarz yine aynı sadelikte olmalıydı.
Son yıllarda grafik roman türünde karşımıza çıkan örneklerde günümüz dünyasında geçen ve biraz da kasvetli bir atmosfere sahip hikayelerle karşılaşıyoruz. Gozo ve Sagre ise bu tanıma pek uymuyor; daha masalsı ve hümanist bir bakış açısına sahip. Siz bu durum için ne demek istersiniz?
Kahramanlık hikâyelerinde çoğunlukla distopyalar iyi insanların çabası ve üstün başarısı ile alt edilir ve ütopyalara dönüşür. Gozo ve Sagre ise ideal bir ütopya ile başlayıp tersi istikamette ilerliyor. Hikâye açıktan koyuya giderken üzerine atmosferin de kasvetli olmasına yürek dayanmazdı.
Gotik sanat Gotların yaşayışı ve coğrafyasından ortaya çıkmıştır. İskandinav bölgesi ve Kuzey Avrupa’nın karanlık iklimi, sık ve korkunç ormanları, bitki örtüsünün kıvrımları, göğe yükselen sivri, dev ağaçlar Gotiğin temelini oluşturmuş, bu üslup zamanla Avrupa’nın bir çok bölgesine yayılmıştır. Anadolu ise ışıklıdır, aydınlıktır, Akdenizli’dir. Çorak platolardan ormanlık vadilere, sarp dağların yaylalarından verimli ovalara güneş tepesinden eksik olmaz. Ben de Anadolu coğrafyasından çıkacak bir fantazyanın izini sürmek istedim.
Gozo ve Sagre, ütopyasını ve değerlerini yitiren bir dünyadan karanlık ve tekinsiz bir dünyaya geçişin resmini sunuyor. Bu anlamda insanlığın değerlerinden bu kadar hızlı uzaklaşmasının ve başarısızlığını siz neye bağlarsınız?
İnsanlar refaha ihtiyaçlarını karşılayabildiği ve güvende hissettiği ölçüde yükselir. Yoksunluk içindekiler saldırgan ve bencil olmaya daha meyillidir. Saldırganlaşan bir topluluk, kendilerini düzene sokacak sert kurallara ihtiyaç duyarlar. Böyle bir ortamda eli sopalı muktedirler ortaya çıkmaya başlayacaktır. Refahı yerinde bir kitlenin çatık kaşlı bir despota ihtiyacı yoktur. Hikâyedeki ütopyanın kaybetmesinin temel sebebi refah paylaşımını idare edememesidir. Dışarıdan sorunsuz görünen dünya belli noktalardan çürümeye başlamıştır bile. Ve en önemli sebeplerden biri toplumun bir kesiminin – özellikle yokluk içinde olanların – yükselme meraklısı hırslı bir bireyi, kendilerini bütün dertlerinden kurtaracak ve öç alacak bir kahraman olarak görüp ona istediği bütün yetkileri vermesidir. Zamanla halk lidere, onlara neler yapabileceğini kendi elleriyle öğretmeye başlar.
Kitapta Sagre, seyyah olmak isteyen ama bunun için pek çaba sarf etmeyen biraz da bunun pozunu yapan biri. Daha sonra karakterimiz Joseph Campell’in kitabı Kahramanın Sonsuz Yolculuğu’na benzer bir yolculuğa çıkıyor. Bu yolculuğunun sonunda kendisinde büyük değişimler yaşanmasına sebep oluyor. Sagre’nin yolculuğunu siz nasıl tarif edersiniz?
Sagre’nin büyük hayalleri yoktur. Güneşin Doğduğu Yer’i görüp platonik sevgilisini etkilemekten başka derdi olmayan, içe kapanık bir karakter aslında. Çıktığı yol, başına gelenler, karşısına çıkanlar onu kendinin bile tahmin edemeyeceği noktalara getirir. Çabadan yoksun pasif bir karakter savrularak bir yerlere gelir ama ulaştığı yer hayal ettiğinden çok farklıdır. Başka bir açıdan bakılırsa doğru zamanda doğru yerde olan biridir. Klasik hikâye akışındaki kahramanın olaylardan ders çıkarıp dönüşmesi durumu Sagre için geçerli değildir. Çünkü o ders almaz, zaten her şeyi bilir. Asıl değişimi yaşayan dünyanın kendisidir.
Gozo ve Sagre’nin aktüel siyasetle ilgisi yok elbette ama genel bir insanlık tasviri ve tarihi sunuyor. Bununla beraber hikayede gördüğümüz gibi bilginin, bilimin öneminden, cehaletin hükümranlığına, çoğulculuktan totaliter rejime kayış söz konusu. Bu tartışma konuları günümüzde de sıklıkla tartışılıyor. Siz bu konu için ne demek istersiniz?
Picasso, sanatçıyı politik bir varlık olarak görür ve resmi de bir savaş aracı olarak tanımlar. Ne kadar uzak durmaya çalışsak da bir topluluğun içinde yaşıyoruz ve kalabalığın ortak dertleri bizim de üzerimize siniyor. Çünkü ondan ayrı değiliz. Haliyle yaşadıklarımızın tadı dilimize yansıyor ve bazı eserler artık susamayacağımız noktada ortaya çıkıyor. Kaldırım taşlarının arasından filizlenen otlar gibi, kafamızdaki taş ne kadar ağır olursa olsun bir yolunu bulup güneşe ulaşmaya çalışıyoruz.
Cehaletin yükselişi bana göre bir geçiş sancısı. Eski dünyanın kesin bilgileri ile yeni dünyanın teknolojik merakı çatışıyor. Binlerce yıllık fikirler sallanıp sıvaları dökülüyor. Altından çıkanları insanlar yeni yeni fark ediyorlar. Bu değişim doğal olarak herkese acı veriyor. Dünyanın düz olduğuna duyulan inancın bu kadar yayılmasının altında bir korku var: Değişim korkusu. Faşizm ve nefret bu nedenle yükseliyor. Eğer sarsılmaz, kesin fikirleriniz varsa değişim karşısında acı çekip saldırganlaşmanız muhtemeldir. Bu fikirleri bir parça kazıdığımızda altından çıkan faydacılığın rengini görüyoruz. Dünyayı yönetenler çok iyi biliyorlar ki kendilerinden daha bilgili bir uyruk, yönetenlere ihtiyaç duymayacaktır. Onlar iktidarların, yenen ve yenilenlerin olmadığı adil bir sistem kurabilirler. Bu, tepedekiler için korkunç bir kâbustur.
Cehalet yükseliyor, daha yüksekten düşmek için.
Kitap ‘büyüsünü kaybetmiş’ karanlık bir dünyayı resmediyor lakin her şeye rağmen umut kapısını da açık bırakıyor. Günümüzde de umutsuzluk ve dünyanın iyiye gidemeyeceğine dair bir görüş hakim. Siz hangi tarafta duruyorsunuz? Kendi ütopyamızı bir gün yazabilecek miyiz?
Benim umudum var. Bilgi yayılımını kontrol etmek her geçen gün zorlaşıyor. İnsanları istediğiniz kadar baskılayın ya da onlara oyalanacakları kafa uyuşturan oyuncaklar, meşgaleler verin, bilgi ırmağı bir yandan akıp gitmeye devam ediyor ve edecek. Cahil bırakmak, idraksiz bir toplum yaratmak, bilgi ile bağları dejenere etmek insanın yaşam hakkını elinden almak kadar dehşete düşüren bir suçtur. İlerde insanların bu suçu ağır şekilde cezalandıracağına inanmak istiyorum.
Dünyanın kötüye gitmesi konusu ise; her çağda kötüye gidiyordu zaten. Hiçbir dönem bir öncekinden iyi görülmemiştir. Bu biraz da dönemin lehimize ya da aleyhimize olmasıyla ilgili. Yani bir kesimin çıkarlarına göre her şey yolundayken diğer kesimin çıkarlarına göre gidişat felakettir. Bir yandan halinden memnun olanlar elindekileri yitirme korkusuyla kabuslar içinde mutsuz ve saldırgan olurken diğer yandan imkansızlıklar içindeki bireyler haksızlığa uğradıkları hissiyatı ile mutsuz ve saldırgan olurlar. Ve bu korkular, bu saldırganlıklar her zaman birilerinin işine yarar.
Her dönem kötüdür ve iyidir. Hititli bir ihtiyarın gençlerin davranışlarından ve sebzelerin tadından şikâyet ettiği bir kil tablet çevirisi okumuştum. Hayat Heraklitos’a göre ağlanacak halde acı veren bir deneyimken Demokritos’a göre kahkahalarla gülünecek bir komedyadır. Bence antik çağların bu iki melankoliği de tespitlerinde sonuna kadar haklılar. Bu durumda hangi fikri seçeceğimiz bize kalıyor. Karanlıktan şikâyet edip oturabiliriz ya da bir mum yakarız.
Hikayede karakterlerin hemen hemen tamamının yarım kalan bir aşk hikayesi var. Hatta itiraf edilememiş aşklar da var. Bazı hikayelerin kaderi yarım kalmak üzerinedir, siz bu görüşe katılanlardan mısınız? Bununla beraber karşılıksız aşk gibi durumlar da insanın olgunlaşması için önemli etmenlerden biridir. Buna katılır mısınız?
Aşk, mantıktan çok hormonların ve içgüdülerin hakimiyetinde olduğu için hedefe ulaşamamak tarifsiz acıların kapılarını sonuna kadar açıyor. Hikâye kurguları penceresinden baktığımızda tamamıyla mutlu bir senaryo kaybetmeye mahkumdur. Çünkü çatışmasını yitirmiştir. Bu sebeple mutlu son vardır ama mutlu hikâye yoktur. Hikâyeyi yazanlar dinamiği ve akışkanlığı sağlamak için gereken hareketi mutsuzluk, kıskançlık, inat, hayal kırıklığı gibi duygularda bulurlar. Ulaşamamak cümleyse, ulaşmak noktadır. Bazı cümleler ise üç nokta ile biter, bu da umuttur.
Karşılıksız aşk, yuvarlandıkça büyüyen çığ gibi şiddeti artan bir duygu. Bu durum acıyı da beraberinde getiriyor ve bize şeklimizi veren de bu acılar ile ne yaptığımızdır.
Grafik roman tarihinde en beğendikleriniz neler? Son zamanlarda keşfettiğiniz ve bizlere tavsiye edebileceğiniz bir eser var mı?
Dünyadan: Azrail’i Beklerken, Böyle Sustu Zerdüşt, Cahiller, Sıradan Zaferler, Logicomix, Uzak. Yerlilerden: Ersin Karabulut’un Çizgili Tişört’ü, İlban Ertem’in resimlediği Puslu Kıtalar Atlası, hocam Levent Cantek’in grafik romanları, Fırat Yaşa’nın Tepe’si. Son dönemde okuyup etkilendiğim Benjamin Flao’nun Kililana Şarkısı’nı tavsiye edebilirim.
Kitaptan tadımlık okumak için>>>
edebiyathaber.net (1 Mayıs 2018)