Söyleşi: Nezihe Altuğ
Ulaş Işıklar’ın son kitabı “Demirkubuz Yolu Yok… Çekeceksin!” okuyucuyla buluştu. Klaros Yayınlarından çıkan Nuri Bilge Ceyhan Sinemasında Nihilizm kitabının ardından çıkardığı “Gölgelerdeki Auteur: Tayfun Pirselimoğlu Sineması” kitabının yanı sıra, “öz yaşamımdan belirli bir zaman kesitini aktaran, neredeyse ‘dokümanter’ olarak tanımlanabilecek 39 Merkez, adlı bir romanı ve “Öldüm mü yoksa baygın mıyım bilemiyorum. Gerçi fark etmez, şu an ikisi de bir. Hatta şu dakika itibarıyla, insan mıyım yoksa bunaltıcı düşlerden uyandığımda kendimi dönüşmüş olarak bulduğum dev bir karasinek mi?” Dediği Karasinek romanıyla, Apollonik Düzene Karşı Diyonizyak Esrime makalesiyle tanıdığımız, Jean Baudrillard’dan esinlenerek kendi “kuramsal düzeyde bir nihilist” olarak tanımlayan yazar, yönetmen, akademisyen Doç.Dr. Ulaş Işıklar’a filmsel anlatının, modern topluma dair çıkarımları, mitolojik anlatılar üzerinden yapılan değerlendirmelerle, felsefi açılımları nasıl yaptığını sordum.
– Nihilizm kavramı ile ilgili olarak, sizin nihilizm tanımınızı öğrenmek isterim. Endüstri 4,0, yapay zeka gibi büyülü sözler sanırım sanatta da nihilizm gibi her kişiye göre değişen bir anlam mı içermektedir? Sorumu biraz daha derinleştireyim. Nuri Bilge Ceyhan (bundan sonra NBC kısaltması ile) ve Zeki Demirbukuz (bundan sonra ZD) karakterlerinde nihilizm tanımı ve vurgunuz bulunmakta. İngmar Bergman Kış Işığı filmindeki rahibin nihilizmi, Tarkovsky’nin Kurban filindeki karakterin evini yıkan nihilizmi sizce NBC ve ZD karakterlerindeki ile aynı mıdır? NBC’ nin Uzak filminde orta üstü sınıfa girmiş bir aydının artık bir üst başarı elde edemeyeceğini anlamış olduğundan içine düştüğü karamsarlık ve Camus misali yabancılık ile ZD’nin karanlık serilerindeki yönetmenin asistanı ile birlikte olması, eşinin ölümüne dahi üzülmemesine konu nihilizm aynı mıdır? Bergman ve Tarkovsky’de kişinin hayat amacının kaybolması iken bu iki karakterde şayet aynı nihilizm tanımı ile bakarsak bir amaç, kaybı yoktur, tam tersine lümpen aydının vazgeçmişine koyduğu Sabahattin Ali tanımı ile İçindeki Şeytanı, tembelliği, vurdumduymazlığı, bir nevi aymazlığına nihilizm diyebilir miyiz?
Öncelikle şu ana dek benimle yapılan röportajlardaki en detaylı ve derin soruyla karşılaşmış olmaktan ötürü duyduğum memnuniyet hissini vurgulamakla söze başlamak isterim. Evet, nihilizmin pek çok tanımı var ve esasen bu tanımlar tanımlayan kişinin yaşamla kurduğu veya kuramadığı bağlantılara göre de şekilleniyor. Burada şunu demek istiyorum ki, sanatçı da aslında sanatsal formlar ve temsiller üzerinden birtakım tanımlamamlar, hayata dair izlenimler, çıkarsamalar ve hesaplaşmalar peşinde koşan bir insan. Ve buraya dikkat çekmek istiyorum: ‘bir insan!’ Dolayısıyla, doğduğu andan itibaren yapıp ettikleriyle kendine ve içinde bulunduğu dünyaya karşı bir anlam üretme veya anlamsızlığı duyumsama yönünde bitmek bilmeyen bir edim içinde. Şimdi, buradan hareketle Bergman ve Tarkovski gibi derinlikli sanatçıların filmlerindeki temsillerin doğrudan doğruya onların bu edimsel süreçleriyle ilişkili bulunduğunu saptayabiliriz. Neticede film çekmek de direkt olarak bazı kararlar vermek, sonsuz kararlar içinden birini seçmek değil midir? Bu da esasen filmin süresi kadar bir anlam olasılıkları örüntüsü ortaya çıkarmaktır. Bergman’ın doğduğu anla beraber içine fırlatıldığı dünya ile arasındaki anlamsal ilişki, Tarkovski ile bütünüyle aynı olmayacaktır. Keza NBC ile ZD arasındaki durum da buna benzer. Her ne kadar sinemamızın bu iki güzide yönetmeni de aynı topraklarda ve benzer çevrelerde doğup büyümüş ve kültürlenmiş olsalar da, varoluşsal bakımdan iki farklı insan olmaları, dünyaya ve anlam örüntülerine karşı bakış açılarını da farklı kılar. Bu sinemalarındaki bütün öğeler için de böyledir zaten. Bir NBC filmini bir ZD filminden ayırt edici nitelikler ortadadır. Bu iki yönetmeni birbirine en çok yaklaştıran şey son tahlilde gene de insan doğasına ve insanın anlam örüntüleriyle kurdukları ilişkiye dair karamsar bakışlarıdır. Nihilizm teması açısından düşünüldüğünde, NBC filmlerindeki nihilizm bahsettiğiniz Sabahattin Ali’deki betimlemeye daha çok uyar. Üst-orta sınıfa dâhil karakterlerde tam anlamıyla bir askıda kalmışlık, pasiflik ve kof bir müşkülpesentlik hali mevcuttur NBC başkarakterlerinde. Bu yönden pasif/edilgen nihilizme uygundur NBC karakterleri. ZD’de ise öz-yıkım da dâhil çok daha tarumar edici bir nihilizmle karşılaşırız. Karakterler genellikle alt-orta sınıftan olduklarından eylemleri çok daha imha edicidir. Dolayısıyla onun filmlerinde pasif/edilgen nihilizmden radikal/yıkıcı nihilizme uzanan bir yelpazeyle karşılaşıyoruz. Hatta bununla ilgili ilk ağızdan bir anekdot da aktarabilirim burada. Bir gün Zeki Abi (Demirkubuz) ile otururken onun bu alt-sınıf karakterlerinin zarar vericiliğinden bahis açılmıştı. Aynen şöyle demişti bana: “Yoksullar birbirlerine karşı her zaman daha kıyıcıdır.” Türkiye’nin gündelik hayatındaki kanımızı donduran olaylara baktığımızda bunun sağlamasını yapmış oluyoruz zaten.
– Yine Türk Sinemasından örnekle Ömer Kavur’un Gece Yolculuğu’ndaki karakterin nihilizmi, Metin Erksan’ın Öyle Bir Tren hikâyesindeki nihilizme bakışı ile NBC ve ZD nihilizmlerinin yapaylığını, toplun güncel politik siyasi sorunlara bakışı manasında da işine geldiği gibi şekli ile tanımlayabilir miyiz?
Ben bu ‘yapaylık’ sözüne katılmıyorum öncelikle. Şimdi burada dört ayrı sanatçıdan ve dolayısıyla farklı insandan bahsediliyor. Sartrecı bakış açısından hareketle varoluşsal olarak her insanın ‘unique’ olduğunu kabul ettiğim için ben böyle değerlendiriyorum. Şimdi bu dört sanatçı-insan sanat yoluyla dünyaya yönelttikleri bakış açılarını, inançlarını, ideolojilerini vs. dışsallaştırarak diğer insanlarla paylaşma şansı bulabilmiş kişiler. Biz de onların eserlerindeki temsiller üzerinden yorumlamalar yapıyoruz daha çok. Fakat bir de zamanın ruhu denen şey var. Oldukça metafizik bir adlandırma olsa da gündelik dile yerleşmiş bu kavram. Metin Erksan ile başlayalım: Türk Sineması’nda auteurlerin atası payesi veriliyor. Doğru mu? Eh, bir ölçüde belki. Belli bir-iki filmi ve eksantrik kişiliği çerçevesinde bu söylenebilir. Fakat üretim yaptığı çağ, yani 1980 öncesi Türkiye’nin sosyo-politik olarak bambaşka olduğu bir çağ idi. İnsana ve topluma inanılan, toplumculuğun neredeyse varoluşçu bir perspektifle değerlendirildiği, umuda inanılan bir dönemdi. Ülkenin ve halkın birtakım değerleri, ulusal sinemayı destekleyen Erksan için mühimdi. Dolayısıyla, Erksan’ın nihilizme bakışı elbette farklıdır. Ömer Kavur’a gelelim, ki çok sarih bir örnektir ve bence Türk Sineması’nda günümüzdeki auteurlerin asıl atası odur.
Kavur’un ilk yaptığı filmler Yatık Emine ve özellikle Yusuf ile Kenan, 80 öncesinin filmleri. Yusuf ile Kenan’da bir sanatçının toplumsal duyarlılığını hissetmek çok kolay. Çünkü temsiller açık ve dolaysız. Peki 80 sonrası ne oluyor? Kavur’un filmleri bireye odaklanan ve pasif nihilizmin izinin sürülebileceği izleklere dönüşüyor. Gece Yolculuğu dediniz, özellikle o çok net bir örnektir. Doğrudan Ömer Kavur’dur filmdeki yönetmen. Bir arayıştadır. Bulabildiği şey ise yıkıntılardır sadece. Bu normal, çünkü 80 sonrası ülke öyle büyük bir dönüşüme sokuldu ki, eski değer örüntüleri birer yıkıntıya dönüştü. Bireycilik, rekabet, tüketim, para düzeni tek gerçek olunca ve tüm toplumsallık ihtimalleri ortadan kalkınca nihilizm karabasan gibi çöktü ülkeye. Bu bağlamda NBC ve ZD filmlerindeki temsillerin bir yapaylıktan ziyade gelinen noktayla ilgili yerinde tespitler olduğunu düşünüyorum ben.
Nezihe Altuğ –Yönetmenlerle ilgili üçüncü kitabınızı neden Ömer Kavur değil de, ZD olarak yazdınız. Günümüzde seyirci artık ne yazık ki müşteriye döndüğünden, serinizi müşteriye mi, seyirciye mi göre ayarladınız?
Ömer Kavur benim çok sevdiğim bir yönetmendir. Anayurt Oteli, Gizli Yüz ve Kırık Bir Aşk Hikâyesi filmlerini defalarca izlemişimdir. Kendisi aramızdan ayrılmış olsa da filmleriyle hep bizimle ve bugünlerde hakkında yapılan belgeseller nedeniyle de epey gündemde. Benim son kitabımın ZD ile ilgili olması, müşteriden ziyade farklı bir kitap üretme arzumla alakalı. Çünkü bu kitap sadece ZD’nin yaşam öyküsünü ve filmleriyle ilgili felsefi okumaları içermiyor. Bunların yanı sıra, Zeki Abi ile benim tanışmamdan başlayarak bugüne kadar uzanan bir tür günce de mevcut kitapta. Dolayısıyla aynı anda hem yönetmen Zeki Demirkubuz’u hem de Zeki Abi’yi aktardığım bir kitap oldu. Türü melez. Akademik sinema incelemesi ama aynı zamanda biyografik-anı/roman karışımı. Yani pek bir benzeri yok anlayacağınız.
– Popüler gündemle ilgili olarak NBC ve ZD arasındaki kavganın sizce kök nedeni nedir? ZD’nin Bekleme Odası filmindeki NBC telefonda rol alıp, yönetmen karakteri ile telefonda görüşecek kadar yakın bir birliktelikten, sosyal medya ve televizyon savaşlarına dönen bu savaşın kök nedeni sizce nedir?
Bunun nedeni çok basit aslında: iki ‘farklı’ insandan bahsediyoruz. Sinema kitaplarında Yeni Türk Sineması olarak adlandırılan ve 1990’ların ikinci yarısından itibaren başladığı kabul edilen yönetmen kuşağında birçok yönetmen var. Fakat bu konuyu bilen insanlara ‘sadece iki isim söyleyin’ deseniz yüzde doksanı NBC ve ZD der. Dolayısıyla, başlangıçta bağımsız film üretme heyecanıyla birbirlerine yardımcı olmuş olmaları gayet normal. Lakin iki ayrı kişiden söz ediyorsak, iki ayrı karakterden, ayrı tercihlerden, ayrı bağlantılardan, ayrı bakış açılarından da söz etmemiz gerekir. Yıllar içinde intihal suçlamaları, filmlerdeki göndermeler vb. üzerinden birikiyordu zaten ve sonunda patladı. Ben normal görüyorum bu durumu. Ha niye şimdi patladı derseniz, orada da internetin etkisi var. Mesela internetin olmadığı bir zamanda bunların yaşandığını düşünelim. Muhtemelen bir-iki sanat dergisinin veya gazete sayfasının yazacağı ve çok kısıtlı bir çevrenin haberdar olacağı bir şey olurdu. Günümüzde böyle değil. İki yönetmenin de fanatik takipçileri var. Bir tür Fenerbahçe-Galatasaray gibi vaziyet. Bu iki takımın Türkiye’de uzlaşması mümkün mü? Değil. Bizim ülkenin en sevdiği şey kutuplaşma belki de. Kutuplaşma olmayınca ne yapacağımızı pek bilemiyor gibiyiz. ZD-NBC arasında da bu var. Benim şahsen tanıdığım ve aralarında ciddi münakaşalar gelişen eşler bile var. Kadın fanatik ZD’ci, kocası NBC’ci mesela. Takipçilerin bu derece fanatik olması yönetmenleri de etkiliyor bence. Bu tabii biraz sonuç bölümü işin. Kök neden dediğiniz şey, iki yönetmen/insan arasında geçen birçok tavır, davranış, söz vb. eklenen farklı kariyer serüveninden kaynaklanıyor. Sanatçı dediğimiz zaman, bireysel ego meselesini kesinlikle yabana atmamak gerekir.
– En baştaki sorularımın bakış açısı ile bu iki değerli yönetmen de büyülü tanımları, görsel sinemalarına rağmen seyirci/ müşteri ile buluşmalarında bu yapay dertleri nihilizmlerinin toplum denen büyük müşteride çok az karşılığı sonrasında Osmanlı münevverleri misali dekadanlığa (o dönemin dekadanlara verdiği isimle “tek atanlığa” dönüşmüş olabilir mi? Yine Türk sinemasından örnekle Reha Erdem’in Ay filmindeki karakterin nihilizmin bir tanımı ise, NBC ve ZD nihilizmleri nedir? Büyülü sözlerle kelimelerin anlamını ( örneğin laiklik gibi) bozmuyor muyuz?
Yukarıda ‘yapaylık’ ile ilgili fikrimi beyan etmiştim. Reha Erdem’in nihilizmi yorumlaması ile NBC ve ZD’nin filmlerindeki nihilizm temsillerini ortaya koymaya çalışmak beyhude bir çaba gibi geliyor bana doğrusu. Yaşam öykülerine, filmlerine, karakterlerine baktığımızda bambaşka kişilikler bunlar. Hele Reha Erdem’in sinemaya bakışı ve film üretim tarzı diğer iki yönetmenden kalın çizgilerle ayrılıyor bence. Kaldı ki NBC ve ZD’nin ‘müşteri bulmak için’ sinema yaptıklarını da düşünmüyorum. Film elbette birileri izlesin diye çekilir ama bu iki yönetmenin durumunda olsa olsa ‘kendi seyircileri için’ film yapma durumları söz konusu. Öte yandan film denen şey sadece birtakım yorumlamalara kapı açan temsillerden ibaret değil. O temsilleri ortaya çıkartan biçim ve estetiğe dair birçok tercih mevzubahis. Bu yönden düşünüldüğünde ne NBC ne de ZD biçimsel tercihlerini kitlesel manada müşteri/seyirci bulmak için oluşturmadılar hiçbir zaman. Hatta bu konuda bir karşılaştırma da yapılabilir. NBC’nin özellikle Cannes’da ona üniversal bir kariyer edinme fırsatı veren estetik tarzı öyle orijinal bir stil değildir. Kiarostami Tarkovski, Bergman vb. bu tarzı defalarca ortaya koydular. Bu bakımdan değerlendirirsek, ZD’nin biçimsel ve tematik tercihleri onu daha özgün bir auteur yapıyor kanımca.
– Bu iki yönetmen de sevgi yoksunu mu? Dostoyevski’nin Karamazof Kardeşleri’ndeki doktor karakteri “ben insanları değil, insanlığı seviyorum” der. Bu yönetmenlerin tüm filmlerine baktığımızda karakterlerin ne kendilerine ne de olası herhangi bir konuya faydaları bulunmamaktadır, toplumsal bir mesajda bulunmamaktadır ama ödül törenlerinde toplumsal çıkışlar bir hayli fazladır.(Ödülü kederli ülkem için alıyorum gibi…) NBC’nin Kış Uykusu filmindeki Aydın Bey aslında insanı ezen karanlığı temsil ederken (bir yandan bulunduğu köyü aydınlatmak ister, ama bir yandan da bulunduğu köyün çamurlu ayakkabıları ile gelen misafirine içten içe belli ederek kızar.) NBC’nin Bir Zamanlar Anadolu’da filmindeki tüm orta üst sınıf aydınlar ( doktor, savcı) bulundukları kasabadan mutlu değillerdir, iç hesaplaşmaları vardır. Amacım NBC ve ZD’ yi kötülemek değil, ama “Neden Tarkovsky olamıyoruz?” Vurgusuna atıfla, bu iki yönetmen neden konu aldıkları romanların dışına çıkma cesaretini gösterip özgün eserler yaratamıyorlar?
Sadece bu yönetmenler değil, hepimiz belli düzeylerde sevgi yoksunuyuz. Sevgi tek taraflı bir konu değildir. Bir taraftan bekleniyorsa otomatikman iki tarafı olan bir şeydir. Bu da farklı beklentiler, algılamalar demektir. İnsanlık tarihi boyunca sevginin önemi, insana dair olduğu vurgulandı hep. Semavi dinlerin altını sürekli çizdiği de budur. Lakin aynı dinlerin tarihinde korkunç katliamlar da bulunur. Bugün de değişen hiçbir şey yok. Dolayısıyla, başlangıçta insana dair tanımlamalar problemli bence. Çok tek yönlü, arkası boş. Bir tür nihilizm söz konusu burada da. ‘İnsanlık’ tanımlaması da böyle bir şey. Soyut ve kesinlikle ‘iyi’ bir şey olduğuna daha baştan karar verilmiş. İşte ‘büyük insanlık projesi’ gibi laflar mesela. Oysa insanlık insanlardan, toplum bireylerden oluşur. NBC ve ZD’nin filmlerinde toplumsal bir mesaj bulunmamaktadır diyorsunuz. Bu da sevgi gibi algılamalarla, beklentilerle alakalı. Algılamanız Yılmaz Güney veya Costa Gavras benzeri bir toplumsal mesaj beklentisi yaratıyorsa haklısınız, öyle bir mesaj yok bu filmlerde. Fakat bence başka türlü bir toplumsal mesaj var. Türkiye’de toplumun geldiği/getirildiği noktayla ilgili bir mesaj var. Vahşi tüketim çılgınlığı içinde internet ekranlarına hapsolmuş, birbirine yabancılaşmış bir toplum bu. Hangimiz bu filmlerdeki karakterler gibi TV’ye ya da pencereden dışarı boş boş bakmıyoruz ki? Ya da hangimiz aynaya baktığımızda hızla geçen yıllar nedeniyle ölüme yaklaştığımızı aklımızdan geçirmiyoruz? Hangimize hayatın aslında anlamsız olduğu, bütün politik sistemlerin birer oyalamaca olduğu, bu dünyanın kaymağını yiyenlerle yiyemeyenler arasındaki ayrımın binlerce yıldır değişmediği duygusu gelmiyor ki? Dolayısıyla, NBC ve ZD’nin yapıtları kendi yaratıcılarının bakış açıları bağlamında düşünülmeli bence. Etkilendikleri veya doğrudan uyarladıkları bazı başka isimler olsa da bu böyle.
– Ömer Kavur, Metin Erksan, Reha Erdem misali neden etkilendikleri eserleri dönüştürme yerine göstere göstere, Çehov uyarlamalarını, Dostoyevski alıntılarını vermeye ihtiyaç duyuyorlar. Tarkovsky Solaris’ de sanat eserleri ( Peter Burugel resimleri) Klasik Müzikler, alıntıları kurgu içinde dekor bir aksesuar olarak görürken NBC ve ZD’ de ZD Bekleme Odası, NBC Kış Uykusu filmlerinde bariz işlemişlerdir?
Bu soruya çok uzun bir cevap verebilirdim. Fakat onun yerine Nietzsche’nin 19. Yüzyılın son çeyreğinde söylediği “Burada gözler önüne sermeye çalıştığım, gelecek iki yüz yıldır. Gelecek olanı tarif ediyorum, yani artık farklı gelemeyecek olanı: Nihilizmin gelişini!” sözleriyle yetinmeyi tercih ediyorum.
– Sanattaki Nihilistler Dostoyevski Ecinniler kitabında 30 yaşına geldiğinde intihar edeceğini belirtirken karakterin nihilizmi Karamazof Kardeşler’deki İvan’ın nihilizmi Kemal Tahir Esir Şehir üçlemesindeki Ramiz karakterini nihilizmleri ile NBC ve ZD’ nin karşılaştırılmasını düşününce birinde anlam kaybı nihilizm, diğerinde zevk kaybı nihilizm mi diyeceğiz?
Hedonizm pasif nihilizmle oldukça yakından ilişkili bir olgu. Yaşamdan alınan zevk ile yaşamı anlamlı kılma arasında da ciddi bağlantılar mevcut. Yani şöyle düşünelim: Yaşamındaki anlam hissiyatını yitiren bir bireyin yapıp ettiklerinden zevk alması oldukça zor olsa gerek. Dolayısıyla, yaşamda anlam bulmanın belli açılardan hedonist dürtülerle yakından alakalı olduğunu söyleyebiliriz. Bahis konusu anlam herkes için geçerli ve gerekli bir anlam da olmayabilir üstelik. İnsanın kendini kandırmasına yol açan, yanılsamalı bir anlam örüntüsü de olabilir. Fakat son kertede tüm anlam şemalarının görevi de bu değil midir zaten. Yaşamı anlamlı kılmak… Bütün kavramsal dizgelerimizin gayesi budur nihayetinde. Sözünü ettiğiniz farklı yazarlar ve yönetmenlerin de sanatsal üretimlerini ortaya çıkardıkları yer yaşamın kendisi ve sanatsal ürünü yaratıcısından bağımsız düşünemeyiz elbette. Ecinniler’de 30 yaşına geldiğinde intihar ederek kendi öz-yıkımını planlayan radikal nihilist karakterin sadece anlam kaybı mı var? Bence zevk kaybı da var. Çünkü bu ikisi birbirinden tamamen ayrı şeyler değil. Yaşamda hiçbir şeyde anlam bulamayan insan kolay kolay hiçbir şeyden de zevk alamaz diye düşünüyorum.
-Zeki Demirkubuz “Sanatçı sonuç olarak bencil olan, bencil olması gereken biridir yoksa eserine nasıl yoğunlaşabilir” Der bu sözüne katılıyor musunuz?
Katılıyorum. Sanat eseri yaratıcısının elinden çıkan bireysel bir şeydir nihayetinde. Eserle sanatçı arasındaki o sihirli bağı kurabilmek için sanatçı bencillik derecesinde kendine dönebilmeli ve yapıtıyla hemhal olabilecek bir münzeviyet oluşturabilmeli. Tabii konu sinema gibi çok kişinin emek gösterdiği bir alanda değerlendirilince işler biraz karışıyor. Fakat bana göre film üretmek de bir ressamın resim yapmasından veya bir heykeltıraşın heykel yontmasından farklı bir şey değil. Amatör bir kısa film de yapsanız, epik dev bütçeli bir film de, yapıt sanatsal anlamda yönetmenindir. Sanatsal anlamda faydalı bir şeye dönüşebilecek bir bencillik iyidir, güzeldir.
-Çağımız yeni gotik tarzı öyküler çağı. Bilimsel buluşlar, siprütüalizme duyulan inanılmaz ilgi, eğitimin dokunuşuyla yıkılan dini inançlar, melodrama ve doğaüstü olaylara susamış bir toplum kitap okuyanların ve çıkaranların sayısında hızlı bir artış ve bu insanların loş ışık altında hayalet öyküleri okuma arzusu ve sevgisi bilinmeyenin çekiciliğini içine alan toplumsal bir tutkuya mı dönüştü? Yoksa bu Apollonik Düzene Karşı Diyonizyak Esrime mi?
Bence çağımız çöp gotik öyküler çağı. Total bir çöküş içinde dünya. Teknolojinin gelişmesi, özellikle internetin pik yapmasıyla maskelenen, tam tersi yönde bir gidişat söz konusu. Hele o modern ve eğitimli insanların spritüal saçmalıkları yok mu… Para kazanmak isteyen çakallar için ne muhteşem alanlar açtı. Kitaplar çıkarılıyor evet. Fakat herhangi bir filozof var mı? Yok! Her şey, herkes tüketim düzenine teslim olmuş durumda. Dijital nihilizm, şeffaflaşmış nihilizm her yere sinmiş halde. Doğaüstü konularla ilgili geçmişte çok büyük yapıtlar verildi ama bu yapıtların ortaya çıkışında en önemli nedenlerden birinin de gerçek dünyanın kötü gidişatından bir kaçış olduğunu unutmayalım. Eski büyük eserleri yazanlar ise önemli ve yetenekli kişilerdi. Günümüzde böyleleri yok doğrusu. Sadece total çöküşten gotik/fantezi dünyalara doğru bir kaçış çabası var. Fakat büyük eserlerin, büyük sanatçıların çağı tükendi. Dijitalizm her şeyi yeniden ve daha kötü yönde dizayn etti. Böyle bir ahval Diyonizyak Esrime değil, olsa olsa bu çağa özgü nihai bir eprime olabilir ancak.
-Bir yönetmenin senaryoyu bizzat kaleme alması ne derece istenilir bir şeydir ve buna ne derece hakkı vardır? Ancak birtakım edebiyatçıların yönetmenlere oranla kendilerini sinemadan çok uzak hissettikleri de gerçektir. Bu durumda her edebiyatçıya film dramaturjisi yapma hakkının verilmesi, ama hiçbir yönetmene bu hakkın tanınmaması çok garip değil mi? Yönetmenden istenen tek şey, önlerine sürülen senaryo taslağına rıza göstermeleri ve onu kesmelerle bir çekim senaryosuna dönüştürme çabaları, bu da niteliksiz filimler yapmalarına mı sebep oluyor? Ya da senaryo yazarları iyi bir edebiyatçı, ya da okur değil mi?
Burada bir elma ile armut meselesi var bence. Şöyle ki, bana göre bir yönetmenin senaryoyu bizzat kaleme alması gereklidir. Sadece bu yolla bir yönetmen kendi dünyasını film diline aktarabilir. Diğer türlü ise, yani başkasının yazdığı bir senaryoyu çekme meselesi herhangi bir edebi eseri adapte etmekle aynı şeydir. İkisinde de başka bir kişinin dünyasını film diline tercüme eden bir yönetmen söz konusudur. Hal böyle olunca yönetmenin kendi senaryosunu yazması benim nezdimde yüksek derecede istenilir bir şeydir. Bu işin elma kısmı. Armut kısmına gelecek olursam, bir edebiyatçı, ne kadar büyük bir yazar olursa olsun bir yönetmen değildir. Yazı dilinde, kelimelerle oluşturduğu bir dünyayı kamera diline, kurgu diline, sinema diline başarılı şekilde aktarmak başka bir iştir. Aksi olsaydı tüm büyük yazarlar aynı zamanda büyük yönetmen olurlardı. Sinema ve edebiyat ilişkisi senaryo ve dramatik anlatı üzerinden çok yakın olsa da elma ile armudu karıştırmamak gerekir.
– Apollonik Düzene Karşı Diyonizyak Esrime diyen makalenizde Mitolojik Anlatıların Felsefi Açılımları Ekseninde Körkütük Filmini ele aldınız 39 Merkez kitabınızda da kahramanlarınız “körkütük” sarhoştu. Apollonik Düzene Karşı Diyonizyak Esrime diyerek, Nietzsche felsefesinde yaşamın “sürekli bir yükseliş-alçalış, yaratma-yıkma, kendini aşma-çöküş süreci olarak kabul edildiği dikkate alındığında, kitabınızın olay örgüsü Apollon ve Dionysos ikiliğinde cisimleşen bu karşıtlıkların birbiriyle mücadelesinin yansıması mı? Apollonik Düzene cesur bir Dionysos’cu karşı duruş mu?
Biri akademik sinema incelemesi, diğeri ise anı-roman türündeki iki metnimin arasında bağlantı kurup karşılaştırma yapmanız hoşuma gitti, teşekkür ediyorum öncelikle. En İyi Yabancı film Oscar ödülünün de sahibi olan Körkütük (Druk) filminde Apollonik düzende mutsuz olan dört lise öğretmeninin belli oranda alkol almaları ve düzenin prangalarını biraz olsun gevşetmeleriyle daha mutlu oldukları betimleniyor. Benim Trakya’daki memleketimde geçen ve gerçek olaylardan müteşekkil romanımda da benzer bir anlatı yapısı mevzubahis. Özellikle kişisel geçmişimde gerçek dünyada, yani Apollonik düzende işlerimin pek de yolunda gitmediği bir dönemde bolca alkol tükettiğimiz gecelerdeki bazı hadiseleri aktarıyorum romanda. Ki, bildiğiniz üzere Trakya’da alkol kesinlikle bol tüketilir. Bahis konusu Apollonik düzene karşı kendi Diyonizyak Esrimemizi gerçekleştirdiğimiz anları yazdım. Hatırladığım kadarıyla tabii. Cesurca mı bilmiyorum, bildiğim kendi tarzımızda olduğu.
-Mitlerde Dionysos “iki kere doğan” diye anlatılır. “Suda sağlık şarapta gerçek gizlidir” sözü ile Dionysos asma ve şarabın beden bulmuş halidir. Özgürlük, sınırları aşma, yaratma, başkaldırı tanrıdan insana bu Dionysos şenlikleriyle geçer. “kendini unutuş” la her şeyi sil baştan “bilmekten” geçiyor.” Kendini unut” çağrısı gerçek anlamda “kendini bilmenin” ta kendisi değil mi? Dionysos vari bir esrime bize neyi getirir?
‘Kendini unut’ çağrısı gerçekten de ‘kendini bilmenin’ ta kendisi. Çünkü Nietzscheci kanondan düşünürsek, önce kendini unutmalısın, öldürmelisin, yok olmalısın ki, yeniden doğabilesin, kendini ‘gerçekten’ bilebilesin. Burada kendini unutmak açık şekilde düzenin standardize edici, sıradanlaştırıcı örüntülerinden kurtulmak anlamına geliyor. Yukarıda bahsettiğim Druk filminde hikâyenin özü tam da bu aslında. Öğretmenler kendilerini unutmak, Diyonizyak Esrime yoluyla düzeni yok saymak istiyorlar. Böylece kendilerini bilmek, başka bir açıdan dünyaya bakmak istiyorlar. Dionysosvari bir esrime bize işte bunu getirir, yani perspektif değişikliği.
-Diziler hakkında neler söylersiniz toplumun muhafazakârlaşma değişimi mi?
İma ettiğiniz dizilerin hangileri olduğunu biliyorum ama izlediğim için değil, twitter’daki yansımalarından. Hiç izlemedim, izlemeyi de düşünmüyorum. Toplumun muhafazakârlaşma değişimiyle ilgili olduğunu düşünmüyorum bu dizilerin ortaya çıkışını. Bu daha çok tecimsel TV kanallarının bu toplumsal ve ideolojik gerçekliği paraya çevirme itkileri. Geç bile kaldılar bence.
-Ömer Kavur’un Gizli Yüz filmini defalarca izledim, bir gün Ömer Kavur kitabı yazacağınızı da düşünüyorum, sırada hangi yönetmen var?
Gizli Yüz en sevdiğim ve seyretmekten bıkmadığım Kavur filmlerinden biridir. Anlatının muğlaklığı ve kasvetini inanılmaz cezbedici buluyorum Gizli Yüz’de. Ömer Kavur’la ilgili Şükran Esen hocanın şahane kitabı “Sinemamızda Bir Auteur: Ömer Kavur” var en bilinen. Bu kadar önemli bir yönetmenle alakalı başka kitaplar da olmalı tabii. Hak ettiği değeri vermek bir yana, yeni kuşak sinema öğrencilerine onu tanıtmak açısından da önemli. Benim planlarımın arasında şu an bir sinema kitabı yok, Zeki Demirkubuz ile ilgili Demirkubuz – Yolu yok… Çekeceksin! çıkalı üç ay oldu henüz. Geçen ay ise Cafe De Film adlı yeni kısa filmimi bitirdim. Onun festival süreci başlayacak. Kitap olarak sonbaharda bir öykü kitabı çıkarmayı planlıyorum. Basılı materyal anlamında kısa vadeli planım bu yönde.
Röportaj için teşekkür eder, çalışmalarınızda kolaylıklar dilerim…
edebiyathaber.net (18 Mayıs 2024)