İstanbul Beykent Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema TV (İngilizce) Bölümü’nde öğretim üyesi Ulaş Işık’ların Klaros Yayınlarından Nuri Bilge Ceyhan Sinemasında Nihilizm kitabından önce çıkardığı 39 Merkez adlı novella kitabı, teori oluşturmanın farklı bir yolunu sunuyor. Novella türü ile roman türü öyle görünüyor ki, edebiyatın yakın gelecekteki temel meselesi, hem gündelik dilin, hayatın içinde duran hem de kendisini gündelikten ayıracak bir yol bulma arayışı olacak. Ve yine o yakın gelecekte bir gün, meselenin bir cümleye sığabilecekken bir paragraf boyunca anlatılması amatörce bulunacak, ayıplanacak hale gelecek belki.
Bugüne kadar roman yazarı felsefecilere bir şekilde rastladık. Friedrich Wilhelm Nietzsche felsefesini çok iyi özümseyerek değerlendiren Ulaş Işıklar, Friedrich Wilhelm Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt kitabı gibi felsefi bir roman yazma rolünü üstlenmiştir. Bu alandaki romanların çoğunda kahraman radikal biçimde merkezi bir konum işgal eder. Olaylar onun etrafında şekillenir ve o sadece olanlarla, olaylarla ve nesnelerle etkileşime girerler. Felsefi romanların alâmetifarikası tam da bu etkileşimdir. Bunların sonucu oluşan edimler ise roman formuna bürünmüş bir felsefi açılımın ve kuramın çerçevesini çizer. Felsefi roman 39 Merkez için biraz abartılı gibi genelleme olabilir. Ancak Nuri Bile Ceyhan Sinemasında Nihilizm kitabından önce çıkan bu romanını Nietzche’nin “Son insanlar ve onların yeni dini, rahatlık dini” kehanetine bir gönderme olduğu kanısındayım…
Onu okurken; Charles Baudelaire’in “Sarhoş olun Ama neyle? Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz. Ama sarhoş olun. Ve bazı bazı, bir sarayın basamakları, bir hendeğin yeşil otları üzerinde, odanızın donuk yalnızlığı içinde, sarhoşluğunuz azalmış ya da büsbütün geçmiş bir durumda uyanırsanız, sorun, yele, dalgaya, yıldıza, kuşa, saate sorun, her kaçan şeye, inleyen, yuvarlanan, şakıyan, konuşan her şeye sorun, ‘saat kaç’ deyin; yel, dalga, yıldız, kuş, saat hemen verecektir karşılığını: Sarhoş olma saatidir. Zamanın inim inim inletilen köleleri olmamak için sarhoş olun durmamacasına! Şarapla, şiirle, ya da erdemle, nasıl isterseniz.” sözleri yankılanıyor odamda.
Ulaş Işıklar’ın “Ve çok sevgili okuyucu, satırlarıma son vermeden önce, bu kitabın öz-yaşamsal bir takım anılardan müteşekkil olayları aktarmanın yanı sıra, bazı içsel yüzleşmelerin, söylenmemiş sözlerin, gizli düşüncelerin dışavurumunu ve hepsinden de önemlisi, belirli bir uzam ve zamandaki tuhaf ruh halini sergileme çabasında olduğunu unutmamanı temenni ederim. Ayrıca, her saniye ölüme doğru ilerleyen bitimli yaşamından çok değerli anları bu metni okumaya ayırma kararın karşısındaki minnetimi ifade edebilecek kelime bulmakta zorlandığımı samimiyetle belirtir, keyifli okumalar dilerim. Burada birçok aşamasını anlattığım filmi en son ne zaman izledim bilmiyorum. Sadece anımsıyorum…” Diyen ön sözüyle giriş yaptığı 39 Merkez kitabı; Çekim Öncesi Aşama / Çekim Aşaması / Çekim Sonrası Aşama / diye üç bölümden oluşturduğu “Nemessiz” adını verdiği kısa filmi, 39 Merkez dediği Kırklareli şehri ve bibliyografisi…
“Nietzsche’nin son insan kehanetine göre bu erkekler ve kadınlar zorlu ideallere sırt dönmüşlerdi ama yinede kendilerini hoşnut hissediyorlardı. Aşırı üzüntüyü engellemek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Mutluluk içinde yaşadıklarını varsayarak kendilerini kandırıyorlardı. Nietzsche’ye göre bu insanlar üstün idealler peşine asla düşmeyecekler ve bunun için risk almayacaklar sadece var olan basit ve banal şeylerle bile yetinecekler. Oysa Nietzsche’nin üstün insanları, üstün idealler için yaşayan insanlardı. Üstün insanı tanımlarken “yıldız” kelimesini kullanır ve ona göre son insanlar, bırakın yıldıza ulaşmayı bir hedef olarak bile görmeyecekler, sadece yıldıza uzaktan göz kırpmakla yetineceklerdi. Son insanlar ve onların yeni dini rahatlık dinini oluşturacaktı. Nietzsche’nin çok korktuğu bu kehaneti acaba şimdi bu modern çağda gerçeğe mi dönüşüyor… Nietzsche’nin; “Boşluğa yeterince uzun bakarsanız boşlukta size bakacaktır.” Sözü modern dünyanın yıkıcı bir tarifiydi. Büyük bir şeyleri başarmak için risk almaktan çekinen bir dünya; daha yüce değerlerden uzak durup, olağanları kabul eden bir dünyaya doğru gidiyordu.”
Bu felsefi görüşü ile oluşturduğu 39 Merkez romanıyla Ulaş Işıklar; insan olma trajedisini kendi içinde hissederek bütün insanlığın duygularının rehberi olmak istiyor. Ölümü anlatan kısa filmi, yaşamı anlatan romanıyla Ulaş Işıklar, varoluşçuluğun düalizmini de yansıtıyor. Bu ikilik ruhla beden, düşünceyle özdek, iyiyle kötülüğün bitmek bilmeyen savaşı. Roman boyunca hep bu zıt duyguların çatışmasına tanık oluyoruz. İnsan ne kadar iyiye, güzele sonsuz olana ulaşmak istese de her seferinde kötüyü çirkini, seçmeye yönlendirir içindeki şeytan. Bu iğrenç yeryüzünde acı çeken insanın saf bir dünya özlemi arasında kalışının trajedisi… İnsan bütün içsel çatışmalara son veremeyeceğini bildiğinden yalnızlığa karamsarlığa, iç sıkıntısına düşüyor. İşte bu yüzden romandaki kahramanlarıyla birlikte hep sarhoş geziyor. İnsanı, insan olma onurunu kaybetmiş bir toplumda yaşayan, yalnız dünyevi hayatla ideal hayat arasında sıkışıp kalmış, gerçek kişiliğinin arayışı içindeki insan ancak acılara uyuşarak baş edebiliyor. Acı veren bu korkunç gerçekten uzaklaşmak için çeşitli yollar arıyor. Onun en derin acısı auteur bir yönetmen olamama, uzun metrajlı sanatsal bir film çekememe… Bunu romanında şöyle açıklıyor; “Varsın uzun metraj olmasın. O da olur daha sonra. Hem kısa film iyidir. Özgürlüktür. Kimseye hesap vermezsin. Dilediğin öyküyü arzu ettiğin şekilde çekebilirsin. Tamam! Bir kısa film çekmeli. Özgürlük. Sahte de olsa. Buna ihtiyacım var… Diyalektiğin yasası gereği, bu pozitif ve coşkunluk verici düşüncelerin karşısına negatif olanlar dikiliveriyor hemen: İyi de kiminle çekeceğim? Ekip yok. Ekipman yok. Oyuncu yok. En önemlisi de öykü yok. Eeeee o zaman? Gerek yok mu ki acaba? Öyle takılıyorduk iyiydi. Hiç dertsiz baş başıma dert almayayım şimdi. Hem çekmekle de bitmiyor ki. Hadi öyle böyle çektik bir şeyler. Ya kurgusu? Nerede kurgulayacağım? Bilgisayar, kurgu seti falan da yok. En güzeli hiç bulaşmayayım. Aman ağzımızın tadı kaçmasın Ali Rıza Bey! Fakat bu; rezil bir hımbıllık, aşağılık bir kaçış, sefil bir korkaklık değil mi? Neden çekiniyorum ki bu kadar? Standardı aşağı düşürmekten mi? Hangi standart kardeşim? Kendimi kısa filmciliğin imparatoru sandığım o şaşalı günler çoktan geçti. Boş gezen bir sarhoşum şu an sadece. Diplomalar olmasa ispat bile edemem sinemayla ilgimi. Hem sinema tarihi imkânsızlıklar içinde, bütçesiz, zorlukla film yapanlarla; Roger Corman’larla, Ed Wood’larla dolu değil mi? Hadi onlar yabancı. Bir Ahmet Uluçay geçmedi mi bu ülkeden? Diyerek içgüdülerini, duygularını, düşüncelerini bir arada kaynaştıran iç dramını; “ bir Trakya kentinde kısa film çekmenin aşırı acıklı ve pek gülünç hikâyesi…” diye anlatıyor. Yönetmen olmanın, sanatçı olmanın zorluğunu yansıtıyor. Bir yandan da acılarını hafifletmek için kaçış yolları arıyor, çektiği acıların onun ruhunu beslediğini, içkiyi yalnızlığın ve acıyı unutmanın sihirli ilacı gibi görüyor. Çünkü sarhoş olduğu zamanlar tüm çelişkiler silinir, tüm felsefi sorunlar aydınlanır ya da öyle görünür. Bütün nesneler yararlı hale gelir. Günlük yaşamın bütünlüğü ona sonsuz bir onur verir. Belki de Baudelaire’in düşündüğü gibi; “ Şimdi kendini bütün insanlardan daha üstün sayabilirsin; hiç kimse senin hissettiklerini, düşüncelerini ne bilebilir ne de anlayabilir. Sana verdiği iyilik hissini hiç kimse tahmin bile edemez. Sen, geçenlerin seni tanımadığı, kendi yalnızlık inancını yaşayan bir kralsın” dediği gibi o’da düşünür…
Romanda konusu edilen çektikleri kısa filmin adı “Nemessis”, ölüm korkusunun yenmek için mezarlıkta çektikleri bir korku filmi… Ünsal Oskay, Çağdaş Fantazya (Popüler Kültür Açısından Bilim-Kurgu ve Korku Sineması), adlı kitabında korkunun ucube simgelerinin ve dolayısıyla korkunun temel kaynağı, insanın ölüme ve yaşama ilişkin en derin ve en önemli çocukluk komplekslerinin ve ilkel inançlarının varlığı ve uyanık usun kendi yalnızlığından kurtulamamasıdır. Bu yüzden insani birçok özelliğini içinde barındıran vampirler, canavarlar ve mumyalar gibi birçok yaratık, insanın öz parçası sayılan kötülük ve günah potansiyelinin kişileşmiş görüntüleri olarak kabul edilir. O, ölümün içinde yer alarak ölümsüzlük kazanmıştır. Yaşarken ölemeyen bir ölüye dönüşmüştür. Kimliğini tümüyle yitirmiştir. Huzursuzdur. Merhametli ölüm gelip ölüm-içinde ölümsüzlüğüne son verinceye dek, bir tek şeyi yaşayabilir; ıstırap ve eziyet verici ölümsüzlüktür.” Demişti.
İşte bu yüzden yazmıştı 39 Merkez romanını. Taşrada, mezarlıkta Alı Rıza Bey diyerek konuştuğu babasını arayışıydı. Bu roman babasız büyümenin zorluğu, sessiz bir annenin varlığı yüzünden, arka kapak yazısında dediği gibi, ölümü anlatan bir film için yazılmıştı; “ Önümde uzanan kente, doğduğum yaşadığım ve döndüğüm kente bakıyorum. Yaşayanlar ve ölüler beraberdir bu kentte. Ölüler gizlenir, onları görmek zordur… Ben onu tedirgince, o beni hafifi gülümseyerek vakur gözlerle süzüyor. Sonra daha fazla dayanamayıp ben başlıyorum konuşmaya: “Kimsin sen dayı? Ne işin var bu saatte burada?” “Aynı sorular senin içinde geçerli değil mi evlat? Biz buradaydık, sen geldin sonuçta.” “Siz mi? Siz kimsiniz?” “ Biziz işte Mezarlıkta yaşayanlar…”
Ulaş Işıklar bu kısa filminde de var ettiği felsefesi Yunan bakış açısında büyük bir tema olup Sophocles trajedilerinde ve birçok kişinin diğer yazınsal eserlerinde birleştirici tema görevi görür. “Nemessis” adlı kısa filminde var ettiği vampir, intikam tanrıçası Nemesis. Antik Yunan inancında Nemesis, hubris (tanrıların huzurunda kibirlilik) durumunda olan kişilere karşı uygulanan ilahi cezanın ruhudur. İsmi “hak dağıtmak, üleştirmek” anlamlarındaki Yunanca “nemein” fiilinden türemiş olan Nemessis, insanların mutluluklarını ve mutsuzluklarını tartar, mutluluktan nasibini fazla fazla alanlara ölümlülerin mutluluğunun bir sınırı olması gerektiğini acı biçimde hatırlatır. Vampirler insanoğlunun bilinçaltındaki talih ve intikama dayalı saklı şiddetin ve yasaklanmış arzunun göstergesidir. Bu sayede vampir eğretilemesi ile bilinçli zihnin kabul edilemez sayıp bastırdığı ve dolayısıyla varlığını inkâr etmeye mecbur olduğu arzu ve korkular filtre edilmekte ve hazmedilir kılınmaktadır. Onlar korkuyla yüzleşmenin bir başka şekliydi. Çünkü seyirci bir insanüstü varlık gibi her şeyi görebiliyordu korku sinemasında. Sanki göremeyeceği hiç bir şey yokmuş gibi hem de! Filmdeki karakterlerin başına neler geleceğini; hangi karakterin ödüllendirileceğini, hangisinin cezalandırılacağını, önceden görebiliyor! Bu aldanım (her şey bittikten sonra da yaşamda kalabilme fantazyası), hızla değişen ve içinde oluşan her şeyin kendi oluşumunu tamamladığı anda ölümünü de yüklendiği çağdaş toplumda seyirci rahatlıyor. Seyirci bu rahatlatma için sinemayı tercih ediyor.
Tüm bu anlatılar doğrultusunda ona felsefi roman demem hiç de abartılı görünmüyor. Otobiyografik özellik taşıyan bu romanın türünü belirlemek yeterince benim için zorlayıcıyken basit gibi görünen ama ziyadesiyle felsefi konusu da okurun işini kolaylaştırmıyor. Felsefecinin titizliğini ve teorilerinin birbirleri arasındaki etkileşimi kitaba hâkim. Ulaş Işıklar’ın kullandığı ironiyle bezenmiş dili, kitabın geneli boyunca hafif bir tebessüme, yer yer de kahkaha atmanıza sebep olabiliyor, okura alışılageldik roman deneyiminin epey dışında bir his yaşatıyor. Bir yandan da, bu sıra dışılık ve orijinallik hissini anlamak için okurun hem Ulaş Işıklar’ın gerçek yaşamına, onun ilgilendiği müzikle “Ivar the Boneless” videosundaki performansına ilişkin detaylı bir araştırma yapmış olması gerekiyor.
Ulaş Işıklar; Nuri Bilge Ceylan Sinemasında Nihilizm kitabında nihilizmi anlatmakla birlikte çağın bunalımı, ülkenin yaşadığı travmatik olaylar ve de yaşanan acı gerçeklerin anlatımında zaman zaman görüntüsel anlamda bir şeyler yakalayan Nuri Bilge Ceylan filmlerindeki nihilizmi anlattı. Ne yazık ki Nuri Bilge Ceylan; modern anlatım dili kullanmada çağın çok gerisinde kaldı. Düz hikâyeleri ağır ve alçak gönüllü bir dille anlatmak bir sinema tarzı olabilir de felsefi anlamda hiç de bir şey söylüyor olmayabilir bu tür çalışmalar. Tarkovski “Solaris” te durağan kamerayı kullanırken içiniz titrer ne oluyor diye; ancak Nuri Bilge’nin bir evin bir ağacın üzerinde uzun saniyelerce kamerayı tutması bir anlam taşımaz. Ömer Kavur’un Gizli Yüz filminde yüzlere fotoğraf arasında “Gizli Yüz” ü aradığı kamerayı tutmasını düşünüce…(Her arayış insanın kendine yaptığı yolculuktur. Tamamlanmamış bir yapboz olarak hayata başlar insan. Sonra yola koyulur. Yolculuğunun nasıl ve hangi istikamete doğru olacağını yapbozun tamamlanmış kısmından çok eksik parçalar belirler. Zira bu parçaları bulmak için yola düşülür hep. Yapbozu tamamlayacağı düşünülen şeye, kayıp parçalara doğru yapılan yolculuk, eksik kısma insanın kendi özünden farklı bir şey ile dolgu yapma, oraya bir protez uydurma çabasıdır. Aranan şey dışarıda hiç bulunamayacaktır, insanın özünde eksik olan kısım asla doldurulamayacaktır. Yolculuğun/arayışın sebebi hiç de şaşırtıcı olmayan bir şekilde, aranan şey değil, arayan şeydir! Gizli Yüz filminde son sözü Zen üstadı Eihei Dogen (1200-1253) söyler.) Biçimsellik, görüntü ve çok seslilik anlamında epeyce söz söylememiz gereken bu film, Türkiye’de politik değişimler sonucu yerini “Nuri Bilge benzeri” bir tarza bıraktı… Benim için önemli olan çağın sanatını tanıklık anlatımında değerlendiren filimler… Beykent Ünv. GSF Sinema-TV Bölümünde öğretim görevlisi Doçent Dr Cengis T. Asiltürk’ün Charles Baudelaire tarafından yazılan Albatros şiirinden etkilenerek gerçekleştirdiği, bir şairin çektiği acıları anlatan “Albatros’ın Yolculuğu” gibi… (Albatrosun Yolculuğu adlı filmde; bir şairin serüven dolu yaşamı anlatılmaktadır. Bu serüvenin arka planında ise; aşkların, sahtekârlıkların, mutsuz aşıkların, kanun kaçaklarının, yaşamın kıyısına tutunmuş kişilerin, yolculuk sevdalısı savruk insanların serüvenleri yorucu olmayan biçimde, şiirsel bir sinema dili ve panoromik görüntülerle gözler önüne serilmektedir. Görünürde (yüzeyde) anlatılan aşk ve tutku hikâyesinin altında (derin yapısında) toplumun şairlere ve sanatçılara paranoyak bakışı, baskısı sorgulanmaktadır, izleyicileri ajite etmeyecek, ama insani duygularını harekete geçirecek, kalplerine şöyle bir dokunacaktır. Bu, insanlığın giderek yitirdiği hikâye dinleyerek/izleyerek deneyim kazanmasının ve biraz da hüznün filmidir denilecek.) şiirsel sinemalar… Günümüzün Türk sineması artık popüler dizilerden, kara mizahtan beslenen “görüntüyü hiç hesaba katmayan” sıkıcı sözde eğlenceliklerden ibaret genellikle… Kimse büyük düşünemiyor, kimse dünyayı sorgulamayı, estetiği yargılamayı da düşünmüyor. Birbirinin aynı şeyler usandırıncaya kadar yineleniyor. Ulaş Işıklar’ın 39 Merkez romanı tam da böylesi bir ortamda sanatsal bir film olabilir… Türk sinemasında olanlar ise bir bakıma olmayanlara dönüştü. Yeniçağdaki bu tuhaf hız, estetiği felsefeyi, düşünselliği bir anlamda rafa kaldırdı; oysa ilerleyen çağdı ve sanat, çağı ve ötesini hedefleyecekken, çağ mekanik gücüyle sanatın önüne geçti. Sonuçta ise, pop-şiddet-aksiyon-tüketim tarzı şeyler bize sanat ya da sinema olarak sunulmaya başladı. Bu olayın bizdeki olumsuz izleri akıl almaz boyutta. Yani görsellikten, düşünceden uzak, dizi mantığıyla çekilen şeyler hiç de sinemasal motifler taşımıyor…
Farklı yönlere sahip olan 39 Merkez ( Kırklareli) çağrışımı; okuru, edebiyat, sinema, felsefe, sanat, müzik ve kişisel tarih alanında meşakkatli bir arayış yolculuğuna da çıkarıyor. Taşra mekânsal özellikleriyle nostaljik bir algıyla ve bellek mekânı olarak işaret ediyor. Felsefi göndermelerini düşününce taşra metafizik ve varoluşsal çağrışımları da olan bir kavramdır. Varlık’ın zamana ve mekâna bağlı “oluş” serüveninde: “hepimiz taşradayız ve herkes evi özlüyor” gibi ya da “aslolan yazının taşrasına düşmemek” mesajını veriyor. Ulaş Işıklar, kendi belleğini ve birtakım felsefi görüşler üzerinden nasıl sorguladığını, yapı söküme uğrattığını bize anlatıyor. Tam da bu anda bize aktardığı parçalanmış felsefe tarihi de belleğinin gücünü ifade ediyor. Bireyin benliği ve bellek arasındaki farka dikkat çeken Ulaş Işıklar, aradığı sonuca ulaşmış gibi görünüyor. Bellek tekrarlamaktır. Elbette. Ama bir farkla tekrarlamaktır,” diyor, çünkü 39 Merkez benim belleğime indirgenemez diyerek de teori oluşturmanın farklı bir yolunu sunuyor. Biçimciliğin, insan trajedisinin ve kapitalizme sanatsal bakışın, çatışmalı bir anlam bulduğu denemeci bakışını sergiliyor. Sinemada; Toplumsal gerçekçilik, Şiirsel Gerçekçilik ve Yeni Dalga Denemeleri sonunda dünya deneysel değil, ama bunları içeren yeni bir sinema örneğiyle karşı karşıya. Bura da kavramsallık Var mı? Var, kavramsal bakışı içeren bu romanıyla yeni bir kavramsal dili de oluşturuyor. Çağın değişimi… Kapitalizmin geri kalmış coğrafyalar başta olmak üzere dünya saldırısı, teknolojik gelişimin insan ruhunda yarattığı gerilim sonucunda, tümüyle biçimsel açıdan “gelecekçi”, itirazcı ve cesur bir sinema tarzının ortaya çıkışını anlatıyor. Trajediyi gören, inkâr etmeyen ve gerçekçi bir biçimde ortaya koyan bir dil. 39 Merkez romanı sinema filmi olmak yolunda, çünkü bunalan bir dünyanın, bunalan bir sanatın ve sanatçının trajedisidir. Çünkü sinema yönetmeni olan Ulaş Işıklar, her şeyin sonunda dünyanın acısına, aşkın trajedisine, inleyen değil neredeyse yapmış olduğu müziklerindeki gibi haykırarak, çaresizce başkaldıran “kahraman” konumunda. Tüm bu uğraşları kavramsallık ve psikiyatriye göndermeler yapan çalışmalarının ayrıntıları. Farkındalık yaratan kişi, çeşitli sanatlarda çağı, yaratıcı depremlerle sinemada ya da kâğıt üzerinden roman yazarak örnekleyebiliyor.
Ulaş Işıklar, 1977’de Kırklareli’nde doğdu. Lisans öğrenimini Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo TV Sinema Bölümü’nde bitirdikten sonra, yüksek lisans ve doktorasını aynı üniversitede sinema üzerine yaptı. İstanbul Beykent Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema TV (İngilizce) Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Birçok kısa film, video-klip, tanıtım ve eğitim filminin yönetmenliğini yaptı. Ege Üniversitesi kısa film yarışmasında Birincilik ve Selçuk Üniversitesi kısa film yarışmasında Jüri Özel ödülü kazandı. Birçok televizyon dizi ve programının yanı sıra, sinema filmi ve belgesel projelerinde de çeşitli görevler aldı. Pek çok kitap ve dergide sinemayla ilgili makaleleri yer aldı. Gecenin Çocukları (2010) adlı akademik sinema kitabının yanı sıra, Gece Gelen (2013), Karasinek (2020) ve 39 Merkez; Bir Trakya Kentinde Kısa Film Çekmenin Aşırı Acıklı ve Pek Gülünç Hikâyesi (2021) adlı romanları okurlarla buluştu.
Benim amacım, derinlikli sinema ustalarının açtığı yolda ilerleyişini anlatabilmekti… Böylesine dopdolu bir öz yaşam öyküsü barındıran Ulaş Işıklar’ı umarım anlatabilmişimdir sevgili okurlar…
edebiyathaber.net (14 Ekim 2021)