Yaşamı, Özbek edebiyatının önde gelen yazarlarından Adil Yakubov’un Uluğbey’in Hazinesi adlı tarihî romanına konu olan Uluğbey (1393-1449) Timur İmparatorluğu’nun 4. sultanıdır. Uluğbey ve dönemini anlatan roman, gerçeklere bütünüyle bağlı kalınarak yazılmıştır. Bugüne kadar yirmi beş dile çevrilerek ünü ülkesinin sınırları dışına taşmıştır.
Timur’un ölümünden sonra ülke yönetimini ele geçiriren Müiniddin-i Şahruh, 1409 yılında henüz on altı yaşında olan oğlu Uluğbey’i Türkistan ve Mâverâünnehir’e genel vali olarak atar. Uluğbey’in bu görevi babasının ölümüne kadar 37 yıl sürer. Timur’un ölümünden sonra dünya işlerinden el etek çekerek yas tutması beklenen Gevherşad Hanım, oğlu Şahruz Mirza tahta oturunca dizginleri ele geçirir. Şahruz Mirza’yı hiçe sayan cahil ve küstahları Herat sarayına doldurur. Oğlunu saf dışı bırakır, komutanlarını katlettirir. Oğlunun ölümünden sonra torunları Alaudevlet ile Abdullatif’i birbirine karşı kışkırtır. Abdullatif, kaleye hapsedilir. Uluğbey, asker toplayarak oğlunu kurtarır. Belh’i ona armağan eder ancak bu Abdullatif’i kandırmaz. Babası Mâverâünnehir’e kurulmuştur. Semerkant kardeşi Abdulaziz’e verilecektir. Ona ise beğenilmeyen Belh kalmıştır. Babasının “sevgili şehzade”si olarak kardeşi Abdulaziz’i gördüğünün farkındadır. Tarnab Savaşı’nda kendisi kahramanlık gösterdiği halde zafer payesi kardeşine verilmiştir. Dedesi Emir Timur’dan kalan altınları da babası elinden çekip almıştır. Pederi olacak bu zat bir güne bir gün ona iyilik etmemiştir. Ayrıca müderislik cüppesi giyen mürtetleri kanatları altına alarak din adamlarının saygınlığına gölge düşürmüştür. Kafirlerin mekanı olan rasathanesi ise ateşe verilmelidir. Şehzade Abdullatif, Nakşibendî tarikatının lideri Şeyh Nizamettin Hamuş gibi kişilerin yanıltmasıyla hurafe bataklığına saplanıp kalan cahil din adamlarına sırtını dayayarak ülkeyi ele geçirmeye çalışır. “Tac u taht”a duyulan bu sevda, oldukça eskidir; içinde sahtekârlığı, rezaleti ve ikiyüzlülüğü de barındırır.
Kitabın konusu hakkında bu kısa bilgilendirmenin ardından sözü Uluğbey’in Hazinesi’nde kadınlara düşen rollere getirmek istiyoruz. Öncelikle belirtmek gerekir ki kitapta herhangi bir kadına düşen öncü bir rol yok ancak roller vardır.
Tillebibi, Ali Kuşçu’nun annesidir. Oğlunun mürüvvetini göremediği için dertlenen, üzerinde dolaşan tehlike bulutlarını görünce telaşlanan, arkasından da oğluna hasret ölüp giden saygıdeğer bir anadır. Oğlu için rasathaneye nohutlu pilav taşır. Romandaki olumlu tek kadın kahramandır.
Gevherşad Hanım, Uluğbey’in annesidir. Tillebibi’den bütünüyle farklıdır. Öncesinde söz konusu edildiği için kendi çıkarları doğrultusunda hareket eden bir kadın olduğu hatırlatılmakla yetinilecektir.
Ügebegüm, Uluğbey’in hiç sevmediği karısıdır. Romanda bunun nedenine yer verilmez. Yalnızca Uluğbey’in gördüğü bir düşte kendisinden söz edilir. Uluğbey, Yessi şehrinde Ahmet Yesevi’nin türbesinin tepesine çıkıp oturmuştur. Karısı, onu aşk yapmaya davet eder. Uluğbey, bunun üzerine kendisini türbeden aşağıya atar. Bu sırada Uluğbey, dedesi Emir Timur tarafından Mâverâünnehir ateş içindeyken hayâsız hanımıyla utanılacak işler yapmakla suçlanır. “Utanılacak iş” olarak nitelendirilen eylemin karı koca arasında geçtiği göz önüne alınırsa Emir Timur’un vurgulamaya çalıştığının ne olduğu sorulabilir. Mâverâünnehir ateş altındayken aşk yapmanın uygun olmadığı düşünülebilir elbette ancak kocasını aşk yapmaya davet eden kadının hayâsızlığının kadına biçilen rolün gereği olduğu da söylenebilir.
Hurşide Banu, Mevlana Muhiddin’in “acizesi”dir. “Acize” diye nitelendirilen bu genç kızın güzelliği dillere destandır. Genç kız, babasından özel dersler alan, kırkına merdiven dayamış Kalender Karnaki’nin aşkına olumlu karşılık verir. Ancak dedesi Selahaddin Zenger, torununun Kalender Karnaki ile evlenmesine engel olur. Genç kız, ömründe yoksulluk ve sıkıntı bilmediği halde Kalender Karnaki gibi bir çulsuzla kaçıp ailesini, yaşadığı ihtişamlı hayatı terk etmeye razıdır. Ancak Kalender Karnaki, hocasını rencide etmeyi, öz babasını rencide etmekle bir tuttuğu için buna yanaşmaz. İlk büyük düş kırıklığını burada yaşayan Hurşide Banu için hayat bundan sonrasında kendi biçimlendiremediği, acizlik içinde geçecek bir hayat olacaktır.
Arkasından Emir İbrahimbey’in genç oğlu Hurşide Banu’ya talip olur. Ona “Yüreğindeki aşk nicedir?” ya da “Rızan var mıdır İbrahimbey oğluna varmaya?” diye sorulmaz. Ona düşen takdir-i ilahiye boyun eğip kocasını kabullenmektir.
Mirza Uluğbey, oğlu Şehzade Abdullatif’e karşı sefere çıktığında babasının Semerkant’ta olmayışını fırsat bilen Şehzade Abdulaziz, Hurşide Banu’nun kocasını öldürtüp genç kadını haremine kaldırır. Genç bir kadının yalnızca dillere destan güzelliği yüzünden bir erkek tarafından uğratıldığı bu facianın, bir başka erkek (Uluğbey) tarafından karşılanış biçimi de dikkate değerdir: “Şehzade size çok hor davranmış. Kendisini çok ağır şekilde azarladım. Ama ne çare? Olan olmuş bir kere. Şimdi ne yapacaksın? Haremde mi kalacaksınız, yoksa babanızın evine mi döneceksiniz. (…) Et tırnaktan ayrılmazmış, ne edersin?” Oysa ağır bir azar, genç kadının yüklendikleri karşısında çok hafiftir: O, gözleri önünde öldürülen bir eşin hayalini ve isteği dışında bir erkeğin sahip olduğu bir bedeni taşımaktadır.
Baba evine dönen Hurşide Banu için ereceği refah nedir diye sorulabilirse de refaha erdiği sanısına kapılmak yanıltıcı olur. Bu kez de genç kadını haremine kapatmak isteyen Şehzade Abdullatif’tir. “Bazen koklanmış gülün kokusunun, açılmamış tomurcuğun kokusundan iyi” (s.247) olduğu düşüncesindedir. Genç bir kadının bedenin üzerinden bu tür düşler kurarak onu aşağılayan yalnızca Abdullatif de değildir. Uluğbey’in adamlarından olup saf değiştiren Emir Sultan Candar da “bu gonca gül”e göz koymuştur. Üstelik Şehzade Abdullatif’in eziyetlerine maruz kalan ne babasının ne de dedesinin buna karşı çıkacak gücü vardır.
Elinden olup bitenlere seyirci kalmaktan başka bir şey gelmeyen Kalender Karnaki’yi kendisini uğrattığı büyük düş kırıklığına rağmen yeniden hayatına almaktan başka çare bulamayan Hurşide Banu, bu kez Kalender Karnaki tarafından geri çevrilmez. Onunla kaçar. Genç kadın dağda, bir bahçıvanın evinde kalmaya başlar. Kalender Karnaki zaman zaman onu görmeye gelir. Bu arada Hurşide Banu’nun mu isyanıdır, Kalender Karnaki’nin mi yazıklanmasıdır, düşünülebilir, genç kadının ağzından şu sözler dökülür: “Niçin Allah bizi daha önce kavuşturmadı? Neden size bakirelik zamanımda… Niçin ilk aşkımı size hediye etmeyi nasip kılmadı ben bahtı karaya?” (s.297) Bunca olup bitenden sonra Hurşide Banu’nun içine dert olan “bakire olmaması” ise erkeklerin dünyasında onların koyduğu kurallar geçer demekten başka bir şey söylenemez.
Etrafındaki erkeklerin söz sahibi olduğu bu hayat, genç kızın ölümüyle sona erecektir.
Özetleyecek olursak Tillebibi, saygıdeğer bir annedir. Ügebegüm, sevilmeyen, “hâyasız” bir eştir. Hurşide Banu, dillere destan güzelliği başına bela, sevdiği değil ona uygun görülen erkekle evlenmek zorunda bırakılan genç kız; erkekler tarafından cinsel bir obje olarak görülüp facialara uğratılan genç kadındır. Gevherşad Hanım, çıkarları doğrultusunda hareket eden, gözü iktidar hırsıyla kararmış bir eştir, annedir, büyükannedir.
Aradan geçen yedi yüz yılda (14. yüzyıldan 21. yüzyıla) kadınlara biçilen rollerin ne ölçüde değiştiği tartışılabilir ancak erkek egemen bakış açısıyla baktığımız sürece kadının savaşımının süreceği ortadadır.
Not: Yazıda geçen alıntılar, kitabın İleri Yayınları, 2009 İstanbul baskısı esas alınarak yapılmıştır.
edebiyathaber.net (28 Ağustos 2023)