Söyleşi: Ayşe Yazar
Hangimiz elimizde çizgi roman okurken “yakalandığımız” zaman ebeveynlerimizden zılgıt yemedik ki? Test kitaplarının arasına sıkıştırdık, arkadaşımın bu; yanlışlıkla bende kalmış dedik ama yine de vazgeçmedik okumaktan. Çizgi romandan bahsediyorum evet, son yıllarda hak ettiği ilgiyi gören bu alanla ilgili nadide bir eser var elimizde. Lâl Kitap tarafından yayımlanan kitaba çizimleriyle Necmi Yalçın eşlik etmiş. “Çizgi Roman Senaryosu” kitabını ve çizgi romanın dününü bugününü, Sevgili Ümit Kireççi ile konuştuk.
Evrensel nitelikleriyle, kendine has imlasıyla ve özellikle pek çok yetişkinin önyargısıyla belirginleşen bir alan olan çizgi roman ile ilgili çalışmalar yapmak ve böyle bir kitap yazmak fikrinizin arkasındaki sebeplerin bazılarına kitabınızda değinmişsiniz ama ben bunların biraz da Ümit Kireççi’nin muzip kişiliğiyle nasıl şekillendiğini merak ediyorum.
Çıkıntılık… Biliyorum kitabı/tezi yazmama gerekçe olarak çizgi romanı çok sevmemi, fotokopiyle çizgi roman basmamı, dramatik yazarlık öğrencisi olup farklı senaryo/oyun metni yazma tekniklerini öğrenmemi göstermiştim. Ancak eksikti o bilgi. Asıl gerekçe çıkıntı oluşumdu. Hatta idealist bir çıkıntı…
Ki; bu çocukluğumdan bu yana en büyük trajedimdir bu çıkıntılık.
Almanya’da ilkokula giderken gurbetçi Türkler dinlerine ve geleneklerine sıkı sıkıya bağlanarak korunmaya çalışırken ben Hristiyan misyonerlikten kiliseye akla hayale gelebilecek her kurumu ziyaret etmiştim örneğin. Neye karşı olduğumu ve neyi savunduğumu anlamalıydım çünkü. Sonra, birçok aile Almanca öğrenmekte direnirken ben onu geçmiş İngilizceye ve Latinceye merak sarmıştım. Kitapların kapaklarının açılmadığı bir ortamdaysa çizgi romana merak sarmış tiyatroya göz kırpmaya başlamıştım. Ve hatta okulda din derslerinden muaf olduğumuz senelerde yine okulda sergilenen bir Hz. İsa belgeseli tiyatro oyununda görev almaktan üzereyken direkten dönmüştüm.
Türkiye’ye dönüşümle birlikte uyum süreci sorununu aşmış tiyatroyla hayatımı yöne vermiş fantastik ve bilim kurgu kitaplarla beslenerek zihnimi hep açık tutmuştum. Ve, evet, arkadaşlarımın söylediğine göre hep oyun kurucu ve çenesi düşük muzip biri olmuşum.
Tabii çıkıntı olma hali aynı zamanda yanlış gördüklerini söylemek, doğru bildiklerini savunmak, mücadele etmeyi de kapsıyor. Liseden mezun olduğum yıl yönettiğim oyunla deneyimli yönetmenleri geride bırakarak liseler arası yarışmada ikinci olurken edebiyat öğretmenini salondan kovmuş, Belediye tiyatrosundaki yapımcının paraları cebine indirdiğini bağıra çağıra dile getirmiştim mesela. Hiç rahat duramamıştım ki Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü Dramatik Yazarlık Ana Sanat Dalı öğrencisiyken rahat durayım. Ama öncesinde bölümü kazanmadan önce “bu tiyatrolar benim arzu ettiğim oyunları sergilemiyor” diyerek 19 yaşımda kendi tiyatro grubumu kurarak oyun yazıp yönetmeye başlamıştım, sonra da çizgi roman savunuculuğuna soyunmuştum.
Haliyle fotokopiyle çizgi roman çıkarıp deneyim kazanırken akademik bilgilenmeyi geride bırakacak değildim. Ve, elbette, bölümde yanlış gördüklerimi dile getirmekten de geri durmayacaktım. Sonuç olarak başarılı bir çocuk tiyatrocusu olmakta karar kılan biri olarak nasıl ki illüzyon, yaratıcı drama, jonglörlük, kukla, dans ve şan dersleri aldıysam bulduğum her kurumdan ve sanatçıdan akademik bilgilerimi de çizgi roman yararına kullanacak bir yol bulacaktım, buldum da.
Tez konumu seçmem gerektiğinde “dünya örnekleriyle çizgi roman senaryosunu incelemek istiyorum” dedim hocama. Biraz inatla konuyu kabul ettirdim. Uzun sürdü ama sonunda ortaya dünya genelinde karşılaşamayacağınız içerikte dört başı mamur bir çalışma çıktı.
Bir zamanlar Müslüm Gürses dinleyenler aşağılanıyordu. Sonra kendisi Murathan Mungan’ın süpervizörlüğünde bir albüm yaptı ve Müslüm Gürses algısı değişti. Ebeveynlerin çizgi romana bakışını düşündüğümde çocuklarına resimli kitap okutan ebeveynlerin çizgi romana burun kıvırması çizgi roman, ülkemizde böyle bir kaderi mi yaşıyor diye düşündürdü. Siz ne dersiniz bu konuda?
Çizgi roman diğer sanat dallarının tersine bir yol izleyerek ortaya çıkmıştır. Bu nedenden ötürü de yıllar yılı hak ettiği şekilde değerlendirilememiştir.
Şöyle ki; sanat eseri önce halkın bir ürünü olarak ortaya çıkar. Ancak yapan kişi seçkin, özel ve değerli biridir. Şaman, ozan, ressam gibi… Sonra bu kişilerin sözlü veya somut üretilmiş eserlerinin üretim teknikleri başka özellere aktarılır. Bu arada da bu kişilerle aynı yeteneğe sahip olmayan kişiler bunlara imrenerek ve belli bir mesafeden bakarlar. Zaman içinde de bu üretimin tüketilmesi çoğunlukla maddi imkânı veya resmi statüsü olanın keyfine göre gerçekleşir. Çok sonraları ancak bilimsel gelişme veya eğitimin artmasıyla kişilere/halka hak tanındıkça eserlerden yararlanma artar.
Böylece elit ve seçkin bir grubun ince ve zarif dimağından süzülen ölçütler ortaya çıkarak eserlere nasıl bakılacağı veya alımlanacağı dillendirilir. Plastik sanatlar, tiyatro, sinema ve diğerleri hep bu aşamalardan geçmiştir. Toplumun refleksinden doğan halk sanatları zaman içinde ondan koparılmış ve ölçütleri belirlendikten sonra adeta “lütfen” iade edilmiş gibidir.
Çizgi romanın ortaya çıkışı işte bu kalıba uymamaktadır. Önce matbaanın ortaya çıkışı, ardından yetenekli olup da hamisi olmayan sanatçıların maliyet istemeyen yöntemlerle çizim yapabilmesi, karikatürün icadı çizgiyle anlatımın popülerleşmesini saplamış, arada elit bir grup olmadan halkın kendi ölçütleriyle bir sanat dalına ulaşmasını ve alımlamasına yol açmıştır. Çizgi roman tam da bu akışın devamında ortaya çıkarak yine sıradan halkla bütünleşerek büyümüş, gelişmiş, ölçütlerini büyük oranda sıradan halkın beğenileri üzerinden oluşturmuştur.
Biliyorum konuyu çok gerilere götürdüm ama bir dönem annelerle babaların çocuklarına çizgi roman okutmak istememelerinin başlıca sebeplerinden biri bu karmaşadır. Ölçüler uzun yıllar belirlenememiş, akademisyenler çizgi romana mesafeli durmuş, çizgi roman sanat olarak eleştirmenlerini var edememiş, üretim yapıldıkça kervan yolda düzülmüş, ara ara ortaya çıkan eleştirilere duyarsız kalmayan yayıncı ve sanatçılar sayesinde ancak küçük de olsa olumlu atılımlar olmuştur.
Bu bağlamda çizgi romanın çocuklarla ilişkisini Hacivat-Karagöz metinlerine benzetebiliriz. Onlu yaşlarda evlenen veya askere giden bireylerin olduğu dönemlerde biliyoruz ki gölge oyunu temaşa edilirken siyaset, şiddet ve cinsellik yaş grupları gözetilmeksizin perdeye taşınırdı. Çizgi roman uzun bir süre bu kalıptan çıkıp çıkmama konusunda sorun yaşamıştır işte. Zaten bu da ABD siyasetinin baskısına ve dünya genelinde bir çizgi roman karşıtlığının oluşmasına sebep olmuştur.
İkinci Dünya Savaşının sonunda Wertham’ın kaleme aldığı “Seduction Of The İnnocent” başlıklı kitapla birlikte ilk defa bu sorun masaya yatırılmıştır. Ancak deli saçması diyebileceğimiz önermeler ve saptamalar nedeniyle hayli art niyetli bulduğum bu çalışma FBI tarafından baskı aracı olarak kullanılmış ve çizgi romana sansür uygulanmasının yolunu açmıştır. Bugün, halen, günümüzde birçok anne babanın hiç farkında olmadan içi boş ithamlara dayanan bu kitabın içeriğini ve paranoyasını yansıtması, çocuklarını bir sanat dalından mahmur bırakması bu bakımdan büyük bir dramdır.
Ama neyse ki bu dram ufku açık öğretmenlerle anne babalar sayesinde gün be gün azalmaktadır.
Kitabınızda 19. yüzyılda Amerikan gazetelerinin okuyucu tutma çabalarıyla çizgi romanın hızlı bir çıkış yakaladığını belirtmişsiniz. Türkiye’de bir dönem fotoroman da bu amaçla kullanıldı. Türkiye’de çizgi romana üretim ve okuyucu açısından ivme kazandıran gelişmeler oldu mu?
Efenim, olay ABD’de gazete satma rekabetine dayanıyor. Doğrudur. Basını elinde tutan halkı yönlendirebilecek, siyaseti ve iş dünyasını avucunda oynatabilecektir. Bugün yakından bildiğimiz ancak internetin olanakları sebebiyle bazılarının rahat edemediklerini her fırsatta dile getirdiği bir durum bu. Toplumu her yönüyle elde tutmak… Ancak bunun için basılı materyalin okunması ve dil birliğine ihtiyaç duyulmaktadır.
ABD nüfusunun karman çormanlığı, dildeki karmaşa ve okuma yazma oranının düşüklüğü göz önüne alınırsa bir gazetenin satabilmesi için yaratıcı bir yol bulunması şarttı. Görüşüm odur ki çizgi roman bu sorunu kökünden halleden bir çözüm olarak ortaya çıkmıştır. Pulitzer’in Almanya seyahatinde “bilderbogen” adı verilen çizgi roman türüyle karşılaşması, en başarılı örneği “Max und Moritz”i (bir bakıma) kopyalatması büyük bir vizyonerlik örneğidir. Az sözcük, sözcükleri destekleyen resimler dizgesi ve kişilerin kendi yaşamlarından kağıda yansıyan imgelerle kurdukları empati bu işin anahtarı olmuştur. O zamanlar kâğıda sadece sayı rengin basılmasından dolayı ortaya çıkan gazeteciliğe “sarı gazetecilik” denmiş, yaratılan çocuk çizgi roman kahramanının adı “Yellow kid” olmuş ve bu tipleme yeni popüler bir türün dünyaya yayılışının öncüsü olmuştur.
Aslında dikkatli bakıldığında çizgi romanın bir şekilde ABD toplumunda dilsel ve kültürel ortaklık yakalanması noktasında büyük bir işlev gördüğünü söyleyebiliriz. Daha sonra dünya savaşlarındaki işlevi de bu olacaktır örneğin. Hatta daha sonra Fransızlar yeni bir ulus oluşturma çabasını çizgi romana destekletecekken Japonlar küllerinden doğan bir ulus idealini yine çizgi roman üzerinden gerçekleştirecektir.
Haliyle “iyi bir Cumhuriyet çocuğu nasıl olur” temalı çizgi romanların Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren ortaya çıkışı da kaçınılmaz olacaktır. Ama gelin görün ki ülkemizde siyaset nasıl ki diğer sanat dallarının arkasında layıkıyla durmamışsa çizgi romanı da es geçmiştir. Belki bugün eleştirdiğimiz bir “ulusalcı çizgi roman geleneği” olurdu ama en azından olurdu ve oradan yetişen sanatçıların bağımsız eserlerini konuşuyor olurduk. Olmadı.
Ülkemizde çizgi roman daha çok ithal edilen işlerle tanınmış, yayıncıların keyfi tercihleri veya toplumun genel geçer arzularına/taleplerine/keyiflerine göre bir yol izlemiştir. Bu da belli yıllarda belli ve ama istikrasız artışları beraberinde getirmiştir.
Ya da serüven çizgi romanları öyle olmuştur. Mizah çizgi romanı ondan farklı olarak eleştirel ve karikatür mizahı temelli yapısı sayesinde bir süre her kesim, daha sonra sadece gençler, en sonundaysa sadece alt kültüre hitap eden ve yönlendiren bir rota izlemiştir, izlemektedir.
Son yıllarda serüven çizgi romanı daha kabul görür olmaya başlamıştır. Farklı ekollerin önderliğinde çizgi roman dünyamızda ciddi bir satış ve çeşit artışı söz konusudur. Bundan Türk sanatçılarına düşen pay düşük de olsa olumlu bir gelişme olarak algılamayı tercih ediyorum.
Kitapta pek çok bilgiyi çizgi roman ile sinema, tiyatro, karikatür gibi disiplinlerden örnekler verip karşılaştırarak aktarmışsınız. Çizgi roman yazarı ve çizeri bu alanların neresindedir, aralarında nasıl bir bağ vardır?
Bir dönem gelen eleştirilere yanıt vermek isteyen sanatçılar öyle bunalmışlar ki sonunda çok mantıklı yanıtlara ulaşmış ve çizgi romana “masal anlatıcılığı” (storytelling) demişler. İşte bundan ötürü çizgi roman; çok iddialı olacak biliyorum ama tüm diğer sanat dallarının birleşimi ve üstün bir formudur.
Masal anlatıcılığı geleneği ilk çağlara dayanır biliriz. Şaman ortaya çıkar ve tanrıları anlatır etkileyici sesiyle. Davuluna vurarak yansıma sesleri canlandırır. Tıpkı avda yaşadıklarını canlandırarak anlatan avcılar gibidir. Bir hikâye anlatırlar. Daha sonra da bunları imgelere dönüştürür ya semboller olarak ya mağara resmi olarak ya da bir tür yazı olarak görselleştirirler.
Bir bakıma bütün sanatlar bu ilk örneklerden ortaya çıkar. Çizgi romansa kendisinden önce gelen tün sanat formlarının yapılarını alıp masal anlatıcılığı geleneğinin potasında eritir. Resim vardır, hareket vardır, yazı vardır, şiir vardır, yansıma sesler vardır, replikler vardır, dekor vardır, kostüm vardır, sahneler vardır, akan kareler vardır, renkler vardır, ışık oyunları vardır, kadraj vardır…
Kısacası çizgi romanla tanışmış olan her okur ve sanatçı özünde diğer tüm sanat dallarına aşinadır.
Ancak yine de şu “masal anlatıcılığı” kavramını az açayım. Çizgi roman içinde çok fazla resim barındırdığı için hep resimle karşılaştırılmış. Haliyle de yanıt bunun üzerinden gelmiş. İşin mantığı şu: Resim sanatı (veya heykel), bir alımlayıcıya ancak ve ancak bildiği konuyu aktarabilir. Hiyeroglif gibi. O resimleri bugün uzmanı harici kimse okuyamamaktadır. Estetik ve güzel imgelerdir ama anlamsızdır bilmeyen için. Buna karşın bir çizgi roman farklı anlatı teknikleriyle desteklenen ardışık resimler dizgesidir ve okuyana hikâye anlatır. Okura karakter, mekân, olay bilgisi aktarılır, bilgilendirme yapılır ve bir yolculuk yaşatılır. Bu tıpkı bugün plastik sanatların ölçütlerini ortaya koyan Gotthold Ephraim Lessing’in “heykel eleştirerek romanla karşılaştıranlara” verdiği yanıt gibidir. Anın sunumu veya hikâyenin anlatımı meselesi.
Çizgi roman okurluğunda ve çizerliğinde cinsiyet belirleyici mi? Ülkemizde ve dünyada nasıl bir durum var?
Hem sanat, hem bilim, hem gündelik yaşam, hem iş hem eğitim, hem… Kadınlar dünyanın her yanında hayatın her alanında erkeğin gerisinde bırakılmıştır. Çizgi romanda da bu şablona uyulmadığını söylemek yanlış olur.
Yakın zamana kadar çizgi roman sanatçıları arasında da okurları arasında da kadının azınlıkta olduğu bir gerçek. Ancak bu artık büyük bir devinimle değişmektedir. Kadın sanatçılarla okurlar her şekilde artmaktadır.
Çizgi romanda sansür var mı, olmalı mı? Uygulamalar, ülkelere göre değişiklik gösteriyor mu? Neden? Bir sansür metni yaz deseler yazar mıydınız?
İkinci soruda da dediğim gibi 1950’li yıllarda çizgi romanda ABD üzerinden başlayan bir yasaklama veya sansür süreci işlemiştir. ABD’li yayıncılar FBI baskısıyla bir tür kurul oluşturarak sansür kuralarını kendileri belirlemiş yıllarca buna uymak zorunda kalmıştır. Hatta o seneler “önce çizgi roman sonra cinayet” başlıklı yalan gazete haberlerine göğüs germek zorunda kalmışlardır ki bu haberlerin benzerleri Avrupa’da da yayınlanmıştır.
Böylece Avrupa’da bazı ülkeler devletin kurumları üzerinden sansür uygulamaya çalışmışsa da bunun yürümeyeceğinin anlaşılmasıyla vazgeçilmiştir. Ancak Avusturya’dan yükselen bir ses çizgi roman okumanın resim aptallığı yaptığını, uyuşturucu benzeri bir etkisi olduğunu iddia etmiştir. O uydurma iddiaların dilimize çevrilmesiyle de sanatı her şekilde sansürlemeye uğraşan muhafazakâr kesime ek olarak çizgi romanı sansürlemek isteyen aydın bir kesim türemiş sektörün gelişmesine ciddi oranda sekte vurmuştur.
Sansür metni yazmak… Sanırım burada mesele sansürden çok bilinçli okur, sorumluluk sahibi yayıncı ve görevini sallamadan yapan anne baba olabilmekte.
Şuursuz kişileri saymazsak sanatçıların hedef kitlelerine uygun eser üretebileceği bir gerçek. Ancak onların doğru bir dille ve araçla doğru okur kitlesine ulaşmasını sağlamak en önemli nokta. Editörlük, yayıncılık politikası vs. burada devreye girmeli. Buna ek olarak bir çocuğun kişiliğine ve gelişime uyan eseri anne ve babadan başka kim seçebilir? (Belki öğretmen ama bence yine de) hiç kimse. Doğru eserin doğru okurla buluşması halinde sorun yaşanmaz. Daha da önemlisi sorgulayarak okumayı kavramış her yaştan okur için sakıncalı eser de olmaz bence. Önemli olan esere yaklaşım modelinin sorgulayıcı olması gerektiğini özümsetebilmek. O zaman sansür veya herhangi bir kısıtlama arayışı da kalmaz. Elbette; özellikle, çocukların gelişimine zarar verecek işlerden uzak tutulmaları şart. Ancak bunun dışında her yaştan sanat takipçisini korumaya kalkışmak özgür iradeyi yok saymak olur.
Sansür metni yazmak… Olasılığına bile karşıyım.
Kitabı okurken çizgi roman sahasında bir terminoloji eksikliği var gibi geldi bana. Bu konuda neler söylersiniz?
Doğru bir tespitte bulunmuşsunuz. Ancak bu dediğiniz sadece ülkemiz için geçerli. Yaklaşık on-yirmi kavramla her şeyi konuşabiliyor ve anlatabiliyoruz bağlamına göre. Yurt dışındaysa öyle bir eksiklik yok. Hatta her ekolün kendine göre geliştirdiği terminolojiler var. Ekol takipçileri ülkemizde birçok zaman bu yüzden anlaşamazlar çünkü aynı şeyi kast etseler de kullandıkları sözcük farklı olduğundan bir türlü uzlaşamazlar.
Edebiyatta örneklerini gördüğümüz postmodernizmle ortaya çıkan bilinç akışı, iç diyalog, pastiş gibi teknikler belli bir nedenselliğe bağlı olarak ortaya çıkmış. Çizgi romandaki tekniklerin ortaya çıkışı nasıl oluyor? Eserlerden örnekler vererek anlatabilir misiniz?
Aslında bildiğim kadarıyla bu anlatım teknikleri başta tiyatroda olmak üzere sinemada da yer alıyor. Örneğin bir sahnede oyuncu sahnedeki 50 oyuncuya rağmen izleyiciye dönüp kendi kendine konuşunca izleyici onu kafa sesi olarak algılıyor. Yine oyunda “serim” adı verilen bilgilendirici bölümlerde mektup okuma, günlüğe yazma, haber izleme/okuma, telefon konuşması gibi trükler kullanılmaktadır. Tek kişilik oyunlardaysa zaten oyuncu çoğunlukla iç sesiyle konuşmaktadır.
Uzun lafın kısası bunlar yeni değildir ve anlatı geleneğinin de bir parçasıdır. Masalcı “Bu kimin yatağı diye sordu kendi kendine Altın Bukle!” diye anlatır örneğin. Haliyle çizgi roman da özellikle çizgi romanın en etkin altı unsurundan biri olan “yazı kutusuyla” bu anlatım tekniklerini kullanır.
Daha doğrusu kullanırdı. Bu anlatı teknikleri fark ettiyseniz dizi ve sinemalardan çıkarıldı uzun zaman önce. Eski dizilerde Mike Hammer ofisine kafa sesiyle girer, betimlemeler yapardı: “Yağmurlu bir gecede ulaştım ofisime. Kapını açık olduğunu gördüm. İçeride bütün güzelliğiyle beni bekliyordu. Başında matem tülüyle…” mesela.
Oysa artık bu konuşmalar artık diyaloglarda veya akan görüntülerde yer alıyor. Örnek; üzerinden sular damlayan Mike Hammer ofisine girmek üzere kapıya elini uzatır. Bu sırada şimşek çakar. Kapı açıktır. Karakter silahını çekerek temkinli içeri girer. Sokak lambasından içeri süzülen ışıkta dar elbiseli çekici bir kadın ayakta durmaktadır ve başında yüzünü örten bir şapka, yüzüne inen de siyah tül vardır…
Tek kelime etmeden dış anlatım tamamıyla aktarılmaktadır. Çizgi roman bu anlatımı sinemadan alarak sayfalara taşımıştır. Artık “yazı kutusu” veya yoğun kullanılan “düşünce balonları” en aza indirilmiştir.
Ancak bunda çizgi roman okurunun artık son derece gelişmiş bir çizgi roman alımlayıcısı olmasıyla da alakalıdır. Çizgi romanın henüz emekleme dönemlerinde “konuşma balonlarıyla” “yazı kutuları” son derece büyük ihtiyaçtı. Aynı zamanda da çizgi romanın anlatı olanaklarında henüz ustalaşmamış sanatçıları için de büyük kolaylıktı. Tıpkı bir dönem Yeşilçam sineması gibiydi diyaloglar. “Hoş geldin Cemil, buyur, sandalyeye otur.”. Sabit kamera kullanımından dolayı görünmeyen sandalyenin orada olduğunu izleyiciye anlatmanız gerekiyordu bu örnekte. Gündelik hayatta “buyur otur, çek bir sandalye” dersiniz en kötü ihtimalle. Çizgi romanda da bu büyük bir sıkıntıydı ama mesele sandalye değil bilim veya büyüydü.
Bir karakterin attığı şua gidip karşıdakine çarpıyordu. Ama ne okur etkinin ne olduğunu anlıyor ne de çizer gösterebiliyordu. Bu nedenle ya yazı kutusunda ya da balonda açıklama yapılıyordu: “Gamma şuası onu sersemleterek zihnini etkilemişti.” veya Şua atan: “Şimdi onu gamma şuamla vurarak sersemleteceğim.” Şuayı yiyen: “Ah, çok etkilendim, zihnim bulanıklaşıyor, sarsıldım!”.
Ama tabi bunca açıklama yapılmasını zorunlu kılan bir faktör de bana göre sayfada bulunması zorunlu tutulan kare sayısıdır. 6-8 kare bulunurdu bir dönem çizgi romanlarında. Çizer ne kadar büyük çizerse çizsin, ne kadar çok ayrıntı koyarsa koysun baskıda küçülen çizimlerde her şey kayboluyordu. Haliyle küçük ayrıntılara yüklenmek yerine boş alanlarda açıklama yazmak daha işlevsel oluyordu. Ancak bu kare sayısı şablonu yıkılınca çizerin daha özgür kaldığını, okurun da son otuz yıldır daha bilinçli okuduğunu göz önüne alarak söylüyorum büyük bir atılım yaşanmıştır.
(Not – Bu söylediklerim büyük oranda 28 sayfalık ABD ekolü comics fasiküllerini kapsamaktadır. İtalyan ekolü fumetti 96 sayfa, Japon ekolü manga 200-300 sayfa, Fransız-Belçika ekolü bandes dessinée 48 ve üzeri sayfa sayısına sahip olduğundan değişebiliyor. Ancak yine de yazı kutusu yerine karelerle anlatım veya konuşma balonlarıyla anlatım daha çok tercih ediliyor.)
Çocuk edebiyatında ses efektlerinin çizgi romandakine benzer şekilde kullanıldığında, okurun kendini metnin bir parçası olarak görmesi daha da kolay oluyor. Bu yönüyle çizgi roman ile resimli kitaplar arasında bir alışveriş mümkün olur mu?
İlk yetkin çizgi roman örnekleri Almanya kökenli “bilderbogen” (çizgi bant) bugün tefrika romanı dediğimiz türle okul öncesi çocuk kitaplarının atası olmakla birlikte aynı şablonu kullanmaktaydı. Teknik olarak üstte resim altta üç-beş satır yazı kalıbı hepsinde aşağı yukarı aynıdır. Bana göre aslında çocuklar zaten çizgi roman okumaktadırlar. Tek fark konuşma balonunun olmamasıdır.
Bununla birlikte Almanya’da yapılan bir araştırma çizgi romanın görsel ve hareket kadar işitsel uyaranlarla da okuru etkilediğini ortaya koymuştur. Konuşma balonlarıyla yansıma sesler (onomatopoeia / efekt) neresinden bakarsak bakalım gerçek dünyadaki bazı seslere karşılık gelmektedir ve kulaklarımız onları duymasa da zihnimiz onları doğru ses değerleriyle takip ettiğimiz maceranın doğru noktasına yerleştirerek keyif alma oranımızı arttırmaktadır.
Disiplinler arası alış veriş yararlı olur mu? Kesinlikle olur.
Çocuk edebiyatı demişken sizin küçük yaş gruplarıyla drama dersleri yaptığınızı biliyoruz. Okullarda çizgi roman dersi (ya da adına ders denmeyen başka bir şey) olmalı diye düşündüm. Pek çoğumuzun çocuğu okuma yazma bilmeden önce resimli mektuplar yazmıştır bizlere. Çocuk çizgi ile yazıdan önce bağ kuruyor. Resimden direkt yazıya geçmek yerine kademeli geçiş olamaz mı? Çocuklarla yaptığınız çalışmalar, bu konuda size neler söyletir?
Beni kadrosuna alma cesaretini gösteren son müdürüme iş görüşmesinde “Hocam, çocuklarla çalışmayı seviyorum.” demiştim. “Haydi, arkadaşlar ele ele tutuşalım, hep beraber sağa dönelim ve hop zıplayalım, heyecanlandık değil mi, demek ki hepimiz doğru yaptık, yaşasın! tarzı bir öğretmenlik bekliyorsanız ben sizi meşgul etmeyeyim çıkayım hemen” diye eklemiştim.
Çünkü ben yaratıcı dramayı sadece yurt dışından alınan bilgileri doğru kabul edenlerden değildim. “Maske kullanmışlar biz de kullanalım, oyun hamur… biz de, müzik… aynını yapalım…”
Benim için yaratıcı drama kişinin kendini ifade edebileceği tüm sanatsal araçları kullanma hürriyetiydi. Haliyle kendi donanımı ne kadar arttırırsam işimi de o derece iyi yapabilirdim.
Derslerimde klasik yaratıcı drama oyunlarının yanı sıra illüzyon, jonglörlük, stop motion animasyon, fotoğraf, figür fotoğrafı çekimi, afiş tasarlama, video klip çekme, çizgi roman gibi akla gelebilecek her anlatım aracını kullandım. Çocuklardan talep gelmediği sürece yılsonu etkinliği de yaptırmadım. Ancak çocuklar istediğinde kurs sonunda illüzyon gösterileri sunduk. Gazete çıkardık. Kısa film çektik. Stop motion animasyon yaptık. Çizgi roman sergisi açtık. 2020-2021 sezonu sonundaysa çevrimiçi derslerin bitiminde içinde öykü, çizgi roman, bilgisayar oyunu tasarımı, karikatür, resim bulunan kırk sayfalık öykü kitabı çıkardık.
Sözün özü, yaratıcı dramada çizgi romana evet, ama daha önemlisi yaratıcı drama sadece uyduruk bir şablon değil bireysel bir özgürlük alanıdır. Drama lideri ne kadar donanımlıysa doğru çocuğa doğru iletişim kanallarını kullanarak kendini ifade etmesini sağlayabilir.
Çizgi roman dokuzuncu sanat olarak kabul ediliyor. Buradan hareketle çizgi romanda eleştiri, çizgi romanın tarihi dönemleri, çizgi romanda çeviri hususları diğer alanlara göre mukayese edildiğinde nasıl bir tablo çıkıyor ortaya?
Çizgi roman tıpkı halk tiyatrosu gibi, fıkra gibi, Disney’in dönüştürmeden önceki masalların şiddet dolu içeriği gibi bir kaynaktan türemiş, alt yapısını okur kitlesini memnun etmek üzerine kurmuştur. Bunun uzunca bir dönemi de propaganda aracı olmasının yanı sıra dönemin ihtiyaçlarına yanıt vererek ulusalcı, milliyetçi, bağnaz, muhafazakâr bir çizgide ilerlemiştir.
Ancak “sanat” kavramı tek noktada kalmayı içermez. Sanat demek değişim, gelişim, sorgulama, irdeleme, yüzleşme demektir. Çizgi roman da her ekolde ortaya çıkan bağımsız ve deha sanatçılarla silkinerek farklı temeller üzerine inşa edilen eserlerine kavuşmuş, genç sanatçılarla okurlarını farkı alanlara taşımıştır.
Eleştirel bakış bu bağlamda her ekolde farklı olmuştur. Tıpkı dönemlerin de her ekolde farklı olduğu gibi. Bu başlı başına bir röportaj konusudur bana göre.
Çevirideyse iş biraz daha kolaydır. İstanbul Üniversitesi Çeviribilim Bölümünde tamamladığım yüksek lisansımın tez başlığı “Çizgi Romanda Çeviri” idi.
Çeviride diğer sanat dallarının geçirdiği evrelerle paralellikler gözlemledim. Önce eserlerin görsellerinin alınıp balonların amaca uygun doldurulması var, sonra yabancı dilden arınmış Türkçe söylenişli bir dil kurma çabası, ardından yerelleştirme adı altında yazılı metinlere yapılan serbest çeviri dokunuşları, ardından esere saygı niteliğinde sadakat denemeleri, güzel Türkçemizle çeviri yapmak ve edepli olmak kaygılı çeviriler, bu arada okurun talebine uygun çeviri yapılmış uzun bir süre, son olarak da tümünün karışımı olan ve doğru yerde doğru tekniği kullanma kaygısı olan günümüz çevirileri.
Açıkçası Almanca örnekleri de göz önüne alarak söylüyorum, bazı dönemler ne esere, ne sanatçıya ne de okura saygı duyulmuş. Yayıncı şu ya da bu şekilde içi doldurulmuş balonları almış ve basmış. O dönemler çizgi roman çok popülermiş ama nitelik olarak son derece aşağı çekilmiş.
Kurgu dışı türlerde de çizgi roman tekniklerinden yararlanılıyor. Bu durumu nasıl karşılıyorsunuz?
Ardışık karelerin bütünlüklü ve tutarlı bir hikâye anlatması özellikle basılı reklamlarda sık kullanılıyor, görüyorum. Yine yansıma sesler kullanılıyor ışıklıkla. Hatta afişlerde de yer alıyor bunlar. Ancak benim en çok sevindiğim kitap kapaklarından reklama, ilanlardan logolara kadar hemen her alanda çizgi roman sayesinde icat edilen “konuşma balonunun” kullanılması oluyor hep. Eliptik bir balon ve konuşan kişinin ağzına uzanan ok… Beni benden alıyor.
Ve, şaka bir yana, çizgi roman gibi popüler ve çok üretilen bir sanat dalının malzeme bulmak için dünyayı yağmalaması oranında olmasa da kendinden bir şeyleri dünyaya vermesi ayrıca sevindirici geliyor bana.
Çizgi roman dünya genelinde ivme kaybederken ülkemizde bir şahlanma dönemi yaşamaya başladı. Bu noktada merak edenlere önerim kendilerine uygun olan ekol, tür ve içeriğe ulaşabilmek için çizgi roman okuma denemeleri yapmalarıdır. Unutmayalım, prensi bulabilmek için çok prens öpmek gerekebilir, yılmayın, bir sanat dalının kazandıracaklarından mahrum kalmayın.
Sorularınız ve ilginiz için teşekkür ederim, Ayşe hanım. Okuyanınız bol olsun.
edebiyathaber.net (25 Mayıs 2021)