Ümit Kıvanç’ın İletişim Yayınları tarafından yayımlanan, futbol medyasını anlatan “Kesin Ofsayt” adlı kitabının bana düşündürdüklerini kaleme aldım.
Televizyon, sahadaki zenginliği hiçbir zaman tam olarak yansıtamayacağından, yansıtabileceği kısmını kayırarak, futbol oyununun doğasına özgü olmayan bir hiyerarşi kurmuştur. Televizyondaki futbol, oyunun iç dinamikleriyle ilgisizdir. Gol gösterme üzerine kurulu bir mekanizmadır. Asıl derdi, vurucu ve çarpıcı olan, gerilim ve heyecan içeren bilgiyi yansıtarak televizyon seyircisini ekrana bağlamaktır. Kadraj, top kimin ayağındaysa onu gösterir. Kadraj dışında kalan topsuz alan gösterilmez. Aslında karşılaşmanın büyük bir kısmı bu bölümde cereyan eder. Ekran düzenlemelerinin tamamı, süreklilik duygusuna engel olmak içindir. Sıkılmamak için değişkenlik, şaşırtıcılık ve şoklar gerekir. Televizyonun ilkesi şudur: eğer hareket varsa kaydet, yoksa iletilecek bir şey de yoktur. Eğer dramatik bir olay varsa bunu rapor et, dramatik değilse dramatikleştir. Eğer bu yapılamıyorsa sorun çok da önemli değildir. Medya sayesinde olaylar ya ilginç ya sıkıcı olarak tanımlanır; kesinlikle başka türlü değil.
Yazılı kültürle birlikte gelişen bütünlüklü düşünebilme ve olayları rasyonel bir biçimde algılayabilme yetisi; elektronik teknolojisinin gelişimi ve televizyonun egemenliğini ilan etmesiyle birlikte büyük bir yıkımın eşiğine gelmiştir. Televizyon bir sebepsizlik, dağınıklık ve ilişkisizlik ortamıdır. Televizyondaki her türlü söylemin üst ideolojisi eğlencedir. Televizyon izlerken başka şeyler düşünmek, gördüklerini akıl yürütme ve tecrübeye dayanarak zihninde canlandırmak; bulunduğu yerde yüksek sesle bir şarkı çalınırken, bambaşka bir şarkıyı içinden söylemeye çalışan insanın durumuna benzer. Televizyon karşısında zihnimiz hiçbir zaman bir konu ya da düşünce zinciri üzerinde tam olarak yoğunlaşamaz. Televizyonu kapatmayacaksak ona teslim oluruz. İyiden iyiye bizi yoran bir huzursuzluğun içine düşeriz. Artık kesintisiz olarak bir şeylerle sürekli oyalanması gereken bir türün mensubuyuzdur. Dinmek bilmeyen değişim fırtınası sonunda kendi tekdüzeliğini yaratabilir.
Futbol en basit tanımıyla, topu en müsait durumdaki arkadaşına aktararak, karşı kaleye sokmayı hedefleyen kolektif bir oyundur. Dayanışma, kolektiflik ve bireysel yaratıcılığın bileşimi bu oyunu belli bir bakış açısına göre bir sanat eserine dönüştürür. Burada kastedilen bir oyun olarak futboldur. Günümüzde gösteri endüstrisinin içinde bir spor etkinliğine dönüşmüştür. Bugünün seküler dini, iktisat ideolojisi yani ticaretle birlikte kâr amacı devreye girdiğinde, kazanmak için her yol mübahtır anlayışı ortaya çıkar. Profesyonellik aslında kurnazlık demektir bir bakıma. Menajerlik kurumu pazarlama stratejilerini pardon dalaverelerini devreye sokar hemen. Futbolun hafta içi ve hafta sonunu kapsaması, orta sınıf evlerde iki televizyon ihtiyacı gibi yeni olgular ortaya çıkmaya başlar. Bahis oyunlarının en temel ihtiyacıdır bu dikkat edilirse. Dünya üzerindeki bir olgunun-aslının, gerçeğinin değil- televizyondan geçmiş halinin yani kurgusunun insan ilişkilerini herhangi bir biçimde etkilemeye başlaması başlı başına bir sorundur. Saha ışıklandırma aslında televizyonun ihtiyacıdır. Yayın haklarının satışından bu sayede çok büyük paralar kazanılmaktadır. 1986 Meksika, 1994 Amerika Dünya Kupası maçları öğle sıcağında oynanmıştı unutmayalım.
Stattaki seyircinin hayat temposunu sahadaki oyun, ekran başı seyircisininkini ise televizyon programının rejisi ayarlar. Statta auta çıkan topun geri gelmesini beklemek, akın kalecide son bulduğunda kimin nereye koşup nasıl yer tutacağını, kalecinin topu kime atacağına karar verirken nerelere baktığını izlemek seyirciyi soluklandırır. Oysa ekran başı seyircisi bu sırada önceki pozisyonun tekrarını, bazı futbolcuların yakın çekim yüz ifadelerini izlemek zorundadır. Soluklanamaz. Onu boş bırakmamak gerekir.
Televizyonda bir program olarak kurgulanan maç yayını, değişik karşılaşmaların kendine özgü karakterini yok edip tüm maçları birbirine benzetmeye yönelir. Ortada yalnız televizyonun hareket ve heyecan adına sundukları kalır. Yakın ve geniş plan ölçek değişmeleri, atışa ve pozisyona göre kesmelerle aralarda gösterilen planların içeriği ve tekrar gösterimlerin devreye sokulacağı anlar… Başımızı çevirmek yerine kameranın dönüşünü izleriz. Futbola yabancılaşmamızın en temel nedenleri bu satırlarda gizlidir aslında: futbolun ağırlıklı olarak tesadüflere açık bir oyun oluşunun git gide gözden kaçırılması, mahalleden oyunun okumasını daha iyi yapacak arkadaşlar yerine televizyon seyircisinin yorumcu ve gazete köşe yazarı olması.
Peki ne yapmalıyız? Zihnimizi şekillendirmekle meşgul bir büyük merkezi kuvvet, bir odak noktası olan medyaya karşı; onun doğrusunu, dürüstünü, ama yine merkezisini ve yine bir tür odak olanını oluşturarak karşı koyamayız. Tek tek hepimizin zihni medyanın neyi nasıl yaptığı ve ettiği konusunda açık olursa; onun hilelerini, trüklerini, şifrelerini ve yöntemlerini bilirsek; bize ilettiği mesaj ne olursa olsun biz ondan kendimize göre bir başka gerçeklik hakkında fikir edinmek için yararlanabiliriz. Donanımımız sağlamsa onun gerçeklik diye sunduğuna dahil olmayabiliriz.
Sonuçta medyanın zararlı etkilerine karşı verilecek olan savaş, ancak her ekranın başında verilebilir. Ekran karşısında şüpheciliğini koruyabilen her televizyon seyircisi insanlık adına kazanımdır. Gazetelerin özellikle spor sayfaları; bu sayfaları hazırlayanların ideolojisi, önyargıları, arka plandaki amaçları, takıntıları ve ruh halleri hakkında bilgi sahibi olursak, bu sayfalardan her gün üzerimize saçılan virüslere karşı daha bir bağışıklık kazanabiliriz.
Serkan Parlak – edebiyathaber.net (3 Ocak 2019)