Bizi bir araya getiren şey, koşumu dörtnala karanlık geleceğe sürülen kentlerin susturulmuş çığlığı oldu. Önce parklardan yükseldi çığlık, sokaklardan, vapurlardan, bir akşam evlerin balkonundan, ışıl ışıl bir gecede şehir insanından.
Kentler dillenmeye, söylenmeye başladı.
Kentler kendi kaderini, kendi iradesini ifade edebileceği bir geleceğe yürümeye başlıyor. Şehir insanı mobilize devinimlerle birbirinden vazgeçmeden, bir arada var olmanın yollarını arıyor. Daha sonrasında cevaplayacakları bir soruyu düşünüyorlar. “İyi ama biz kimin ütopyasını yaşıyoruz. Bu gördüğümüz kimin rüyası?” Düşünmek onları eyleme dönüştürüyor, güzelleştiriyor… İlk kez içinde farklılıkların, çatışmaların olduğu bir toplum olmanın heyecanını yaşıyorlar…
Tam da böyle günlerin coşkusuna karıştı Philip Reeve… Ülkemizde daha önce Günışığı Kitaplığı’nın yayınladığı Yürüyen Kentler dizisinin ilk cildi, benim için gerçeği fantastiğe yaklaştırdı. İçinde yaşadığım gerçekliğin benim gerçekliğim olup olmadığını sorgulamamı, geçmiş ile bir kez daha yüz yüze gelmemi sağlayan metin ON8 Kitap ile yeniden okuyucusuyla buluştu. Geçmiş bir zamanda 60 Dakika Savaşları ile bir yenilgiyi yaşamış olan insanlık, pek çok doğal kaynağını ve kendini tüketerek geleceğe doğru karşı konulmaz bir biçimde yol alır. Dünya post apokaliptik bir yağmurun altındadır ve şüphe her yerdedir. Kentler yürüyen tekerleklerin üstünde sabit durmaksızın ilerler ve önlerine çıkan şehirleri, kasabaları hatta daha küçük yerleşim yerlerini yutarak hayatta kalır. Liderler dünyanın kalan tüm kaynaklarını ele geçirmek için planlar peşindedir. Ve bu olayların orta yerinde yolları kesişen genç insanlar, kendi hayatları ve yaşadıkları dünyanın kaderini değiştirirken farkında olmadıkları bir büyüme telaşı ile kendi manalarının izlerini takip ederler…
Bir şeyler her zaman ters gider. Philip Reeve bize Yürüyen Kentler’de tasavvur edebileceğimiz dünyaların en kötüsünü betimler. Londra her zamanki puslu gri siluetine işaretlenerek, kentleri kovalayan “büyük avcı” kimliğini kurduğu teknokrasi ile korur. Bu kentte her şey kontrol üzerine kuruludur. Steampunk’ın iyi örneklerinden olan metin, geçmişte edinilmiş tüm tecrübelere rağmen büyük buhar makineleri ve motorlarla hareket eden kentlerde yakıt sorunu oluştuğuna dikkat çeker. Bu, kentlerin birbirini kovalamasındaki en önemli sebeptir. Avcı kent, yem olan yerleşim yerini tabanında farklı şeylere ayrıştırır. Bu sistemi geliştiren ise eski bir mühendis olan Nikolas Quirke’tır. O buna Şehir Darvinizmi der.
Serinin birinci cildi, Londra’nın Salthook adlı bir kasabayı yakalaması ile başlar. Büyük sevinç gösterilerine sahne olan bu av, kitabın baş kahramanı tarih loncası çırağı Tom Natsworthy ile meşhur bir arkeolog olan Thaddeus Valentine’ın ayrıştırma esnasında önemli şeylere rastlayabilecekleri umuduyla tabana inmesiyle devam eder. Tom burada Valentine’ı Hester Shaw adlı bir kızın suikast girişiminden kurtarır. Ancak çok geçmeden kızın peşinden giderken Valentine’ın her ikisini de Londra’dan atmasıyla olaylar gelişir. Tom, tarih müzesinde öğrendiklerinden farklı gerçeklerle karşılaşır. Zira bir şeyler her zaman ters gider…
İlerleyen sayfalarda -şimdiki zamana verilen referanslara- kadimlerin eski teknolojilerine –eski tekno- ait şeylerin kullanılır durumda olmadığını ancak dönüştürülebildiğini öğreniriz. Ham madde sıkıntısının yaşandığı bir dünyada bu, insanların en eski düzenini zorunlu kılar. Artık herkes avcı ve toplayıcıdır. Reeve bu toplayıcı olma haline her hangi bir “nostalji” duygusu yüklemez. 60 dakika savaşlarının ardından pek çok kültür yok olmuştur. Tarihçiler ise Asya, Avrupa, Kutuplar, Kuzey Amerika’yı -burası felaket sonrası yaşanamaz hale gelmiştir- gezerek bir tür kültür toplayıcılığıyla görevlendirilmişlerdir. Ancak bu eylem, bugünün memnuniyetsizliğiyle geçmişe tutulan ağıt değildir. Anlaşılan o ki Reeve altını çok çizmeden insanlığın kendi tarihini yeniden yaratma mitine bir gönderme yapmaktadır.
Yine de çeşitli kültürlerin, dillerin ve iklimlerin mümkün olduğu bir dünya yaratır Philip Reeve. Gaz Torbası ve Kabin bölümünde başka havacılardan bahseder: “Aralarına Caynacılar, Tibetliler, Zosalar, İnuitler, Ayr Tuaregleri ve Buz Diyarı’ndan kürk giyimli devler vardı.” (s.108) “Tom ve Hester ona yetiştiklerinde Anna Fang yakışıklı, genç bir Afrikalı’nın kollarında dönüp duruyor Havasperanto dilinde cıvıldaşıyordu:” (109) “gülmekte olan güzel Arap kadın da Palmyra’lı korsan gemisi Zeynep’in pilotu Yasemin Raşit’ti.” (s.110) Bu toplulukların tümü, her ne kadar yapmaya çalıştığı şey bu olmasa da batılı bir yazarın kafasında, garnitür tabağından öteye gitmeyen ortaya karışık otantik çeşniler gibidir. Dünyanın geri kalanıdır yani. En azından bu grupların mobillik karşıtı olduklarını biliriz.
Bu grupların içinde dikkate değer olan korsan banliyö Duba Peker’in belediye başkanı Chrysler Peavey’dir. Onun adamları Hester ve Tom’u yolculukları sırasında esir alıp şehre getirdiklerinde Tom, Peavey’in tuhaf isteğiyle karşı karşıya gelir. Ondan kendisine tıpkı bir Londra “beyi” gibi saygın olmayı öğretmesini ister. Kibar olmayı, görgü kurallarını… Reeve, Chrysler’ın nazarında Britanya’ya atfedilen “aşk” ı cisimleştirir. Londra onu hak edemeyenlerin (!) uzaktan dudaklarını ısırarak arzuladığı fetişist dünyamıza dikkat çeker. Peavey ise bir tür trans kimliğiyle bugün batıdan asla talep görmeyen aşkıyla bazı kimlik hallerini anımsatır bize…
Buharlı makinelerle mekanize edilmiş kentlerin dünyasında kontrol her yerdedir. Duman altı şehirlerde sevinç, coşku gibi toplumsal heyecanlar en fazla kovalanan kentler yutulduğunda yaşanır. Nihayetinde tüketilecek ham madde ile ihya olmuştur avcı… Ancak onun dışında Londra’nın birinci katında seçkinlerin yaşadığını diğer katlarda ise neredeyse birinci kattakiler rahat yaşasın diye var olan insanlar vardır. Hele ki ayrıştırma bölümü, kölelik koşullarını yaşayanların “cehennemi”dir. Londra’nın yirmi yıldır belediye başkanı eski bir mühendis olan Magnus Crome’dur. Kentin en önemli tanrısı Ouirke’ta daha önce bahsettiğim üzere mobilize kentleri tasarlayan eski bir mühendistir. Crome kenti çeşitli loncalara ayırıp birbirinden yalıtılmış biçimde teknokrasi ile yönetir. Kontrol, kibriyle dikkat çeken mühendis loncasının elindedir. Sistem empatiyi bir kenara bırakarak, sömürü ve tüketimle bekasını sürdürür. Zengin bir ailenin oğlu olan birinci sınıf çırak Melliphant şöyle der: “O bir üçüncü sınıf çırak. Yani bir uşak. Hiçbir zaman lonca dövmesi yaptıramayacak. En fazla bir müdürün getir götür işlerine bakacaktır. Öyle değil mi, Natsworthy?” (s.19) Bu haliyle Londra, Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sındaki alfalar ve epsilonlar gibi sebebi neye dayanırsa dayansın sınıflar arası bir mesafeyi hatırlatır. Bununla birlikte metinde anti-demokratik bir başka durum da göze çarpar. Tom ve Hester maceralı yolculukları sırasında Tezgezer’de yakalanıp, esir düşerler. Belediye başkanı Orme Wreyland ilk tanıştıklarında her ikisine de sevecen bir tutum sergiler. Ancak niyeti başkadır. Pek çok küçük kasabanın toplandığı Ticaret Toplaşmasında kurulan köle pazarında onları satmayı planlamaktadır.(s.80) Anlaşıldığı üzere geçmişle birlikte yitirilen sadece kaynaklar değil, en küçük ilişki biçiminden en büyük sosyal yapılanmaya kadar dehşet verici bir sömürü düzenine evrilen vicdan ve özgürlüklerdir.
Bununla birlikte dönüştürülmüş olanlar vardır. Hatıraları, bellekleri ve yaşam enerjileri yok edilerek düzenin sürekliliğini sağlayan “etin çelikle, sinirlerin kablolarla, düşüncelerin elektrikle değiştirildiği” (s.216) insandan devşirilmiş makinelerdir bunlar. Diriltilen adlı bölümde şöyle hikaye edilirler: “Mobil Çağ başlamadan önceki karanlık çağlarda göçebe imparatorluklar, Avrupa’nın yanardağ labirentinde birbirleriyle çarpışmıştı. Savaş meydanlarındaki ölü savaşçıları alıp, sinir sistemlerine tuhaf Eski-Tekno makineler monte ederek, onları bir anlamda yeniden canlandıran ve böylece İz Sürücüler’i yaratan onlardı.” (118) Biz Shrek’ın nazarında bu diriltilenlerin dumura uğramış yaşamlarını ve sığınamadıkları dünyanın içinde duygulardan arındırıldıkları vahşi, tek tip yaşamın içinde diğer sığınamayanların izlerini süreriz. Philip K. Dick’in Android’ler Elektrikli Koyun Düşler mi? adlı romanından uyarlanan Blade Runner adlı filmde, köle gibi çalıştırılmaktan bıkan replicantların isyancı ruhuna karşılık iz sürücülerin beyninin içi bir tutsaklıktır. Tanrılara özenen Doktor Frankestein, canavarı için bir gelin yaratırken ne düşündüyse, Shrek’de Hester’ı kendine yoldaş etme niyetiyle Crome’dan bir söz alır. Anlaşılan o ki bu diriltme ve dönüştürme, sistematik olarak düzenin ihtiyacı olan güvenlik desteğini sağlamakla birlikte neredeyse sistemin, kişinin ruhunu ve iradesini çalmak için geliştirdiği en vahşi “ tekno” uygulamadır. Bir yanıyla iz sürücüler, Sylvester Stallone’nin başrolünü oynadığı 1993 yapımı Demolition Man (Cezalandırıcı) adlı sinema filmini hatırlatır. Takip ettiği kişileri yakalamaktaki ustalığı nedeniyle polis John Spartan’a herkes “yok edici adam” demektedir. Bir hata nedeniyle dondurulma cezası alır. 2032’de tekrar yaşadığı yere döndüğünde San Francisco ve Los Angeles birleşip San Angeles olur. Teknolojinin ilerlediği bu çağda Spartan iz sürmeye kaldığı yerden devam eder.
Philip Reeve’in kentlerinden birinin de adı Puerto Angeles’tır.
Tüm fantastik metinler bir “büyüme” hikayesidir. Gidilen yolun kendisinden çok varılan nokta önem taşır. Aslında belki de sadece o noktaya varabilen kahramanın bir daha asla eskisi gibi olamayacağını işaretlemek için harmanlanır bu metinler. Genç kahramanlar Tom Natsworthy, Hester Shaw ya da T.Valentine’ın kızı Katherine gelişen olayların hay huyu içinde “kayıp” duygusunu en az bir kez deneyimlemişlerdir. Frodo’nun güç yüzüğünü dövüldüğü ateşte yok etme yolculuğu, Alice’in tavşan deliğinden kayan “ergen” yolculuğu gibi Tom, Hester ve Katherine “medusa” ya karşı giriştikleri tehlikeli yolculuk, korunaklı yaşamlarını sorgulayıp, bilmedikleri gerçeklerle yüzleşmelerini ve yolculukları sırasında kaybettikleri ile kendilerini gerçekleştirme fırsatı bulurlar. Artık ne Hester, ÇAPUL’dan ayrılıp intikamının peşine düşen kızdır ne de Katherine, babasının gözlerinin önüne çektiği naif yaşamın bir parçasıdır. Frodo, Shire’a dönüp ölümsüz diyar Aman’a gideceği limanda iken artık eskisi gibi olamayacak bir gencin bakışlarına takılırız. Hester, birinci cildin sonunda medusa’yı etkisiz kılıp Tom’un yanına diz çöker. “Sen bir kahraman değilsin, ben de güzel değilim ve büyük olasılıkla, sonsuza kadar mutlu yaşayamayacağız. Ama şu anda yaşıyoruz ve birlikteyiz, her şey yoluna girecek.” (s.351) derken artık yaşam bilgisine ermiş yetişkin bir kadın vardır karşımızda.
Bu metin soluksuz bir macera türünün heyecanını vaat ederken bilim kurgu ve fantastiğe de göz kırpar. Esas olarak iyi ve kötü olanın mücadelesini betimlerken tutunabileceğimiz kahramanları, kusurlulukları ile anıtlaştırmadan çizimlerini yapar. Bu sebeple Reeve neredeyse sağlam bir sinema dilini kullanarak metinle aramızdan mesafeleri kaldırır. Crome, büyük şehir projesini mobillik karşıtı olan diğer doğu illerini yıkarak emperyal bir tasarıma dönüştürür. Londra öteki kentler yutulurken tek ruh olup sevinebilir. Valentine’ın kızı Katherine’in kırılma anı tam da bu sevinç nidalarıdır… Crome zamanın ruhunun temsili bir örneğidir. Arzu ve hırslarının imkansızlığı onu yıkıma sürükler. “Korsan Banliyö” bölümünde, “ Ne bekliyordun ki? Avlarını olabildiğince hızlı bir biçimde parçalar, tutsakları da motor dairelerinde köle olarak çalıştırmazlar. Yiyeceği ve yatacak yeri, çalışamayacak kadar güçsüzlere harcamazlar. Aslında senin pek değerli Londra’nın yaptıklarından çok da farklı değil bu. En azından bu herifler kendine korsan deme dürüstlüğünü gösteriyor” (s.159) Hester, Tom’un korsan banliyöler karşısındaki ezberlenmiş tepkisine böyle cevap verir. Hester sayesinde biz, günümüz sistemleri üzerine de açık bir okuma yapma şansı elde ederiz.
Metinde kentlerin arkaik bir inanç sistemine sahip olduğu görülür. Doğulu kentler Gök tanrı dinine inanırken ona adaklar sunarlar. Londra’nın tanrısı ise kent darvinizmini tasarlayan Nikolas Ouirke’dir. İnsanlık büyük felaket sonrası umuduyla birlikte tek tanrı inancını yitirmiş gibidir.
60 Dakika savaşlarının yarattığı yıkımın, ekolojik koşulları perişan ederek insanlığı sürüklediği yokluğu kitapta adı geçen yemek türlerinden anlarız. Genel olarak mobilize kentlerin ritmine ayak uydurmuş kurbağa, kaplumbağa börekleri, deniz yosunundan yapılan mavi lapalar, değişik türde yemişler, avcılık toplayıcılık döneminin alışkanlıklarını bir kez daha hatırlamamızı sağlar.
2002 yılında Amerika’da Gold Nestlé Smarties ödülünü, 2003’te ise İngiltere’de BBC’nin çocuk programının verdiği Blue Peter Yılın Kitabı Ödülünü kazanan “Yürüyen Kentler” serisi ile Philip Reeve, kullandığı sinema diliyle metni neredeyse görselleştirerek okuma heyecanımıza ivme katmayı başaran etkili bir metin ortaya çıkarmıştır.
Yazımın başında belirttiğim üzere seri ON 8 Kitap ile yeniden okurunun karşısına çıktı. Türkçeye çevirisini Müren Beykan ve Fulya Yavuz yaptı. Diziyi yeniden hatırlayalım.:
1. kitap Yürüyen Kentler
4. kitap Karanlık Düzlük
Esra Ertan – edebiyathaber.net (21 Haziran 2013)