Umutsuzluğun romanı: “Paul Brousse Akşamları” | Nazê Nejla Yerlikaya

Nisan 11, 2014

Umutsuzluğun romanı: “Paul Brousse Akşamları” | Nazê Nejla Yerlikaya

9 Nisan 2015 tarihinde Paris’te bir otel odasında hayatını kaybeden Nilgün Aslan’ın anısına saygıyla…
“Ve kum saati, dünyanın kum saati boşaldı ve yüzyılın tüm görüntüleri sustu; çılgın ve kısır çabamız bitti, yakınlarına gelince, sonsuzlukta olduğu gibi – erkeğin veya kadının, zenginin veya yoksulun, kölenin veya efendinin, mutlunun veya mutsuzun olduğu gibi- her şey sessizlik içindedir; başın ister tacın pırıltısını taşısın ister basit insanların arasında kaybolsun, ister yalnızca günlerin sıkıntılarına ve alın terlerine sahip ol, ister dünya durduğu sürece ünün yüceltilsin, ister isimsiz ve unutulmuş olarak sayısız kalabalıkların içinde kaybol, ister seni kaplayan bu görkem tüm insansal betimlemeleri aşsın, ister insanlar, ne olursan ol seni yargıların en acısı, en alçaltısı ile vursunlar, sonsuzluk milyonlarca benzerinden her biri için olduğu gibi senin için de tek bir konuda bilgiyle donanacaktır: Yaşamının umutsuz olup olmadığı ve umutsuzsa bunu bilip bilmediğin veya bu umutsuzluğu bir korku gizi gibi, suçlu bir aşkın meyvesi gibi içine sokup sokamadığın veya umutsuz olarak ve diğerlerine nefret duyarak öfkeye kapılıp kapılmadığın konusunda. Ve eğer yaşamın yalnızca umutsuzluğu taşıyorsa gerisinin hiçbir önemi yoktur! İster zaferler ister yenilgiler söz konusu olsun, senin için her şey kaybedilmiştir, sonsuzluk seni artık hiç içine almaz, seni hiç tanımamıştır veya daha da kötüsü seni tanırken seni kendi ben’ine, umutsuzluğun ben’ine çiviler.”(“Ölümcül Hastalık Umutsuzluk”, Kierkegaard)
paul brousse
Resim: Nazê Nejla Yerlikaya

Paul Brousse Akşamları”… Kendi haline gelmeyi başaramayan “ben”in kendi olmama umutsuzluğunun romanı… Düş gücünün düşünce olarak sonsuzluğu yaratmasının kitabı…
Kierkegaard, insanı sonsuzluğa taşıyan şeyin düş gücü olduğuna işaret eder. Ancak hayalin bunu insanı kendinden uzaklaştırarak ve böylece tekrar kendine dönmekten alıkoyarak yaptığını belirtir. Düş gücüne gömülmüş insan her zaman sonsuzluğa katılır. Ama bu her zaman artık kendi olmadan gerçekleşir çünkü bu durumda ben’inden sürekli uzaklaşır.
“Paul Brousse Akşamları”nda şöyle bir cümle geçer: “düşle gerçeği ayırmanın derdindeyim, bir tek bunun derdinde.” Nilgün Aslan söz konusu bu ayırmayı ten ile tin kavramları üzerinden kurmaya gayret göstermiştir.
“…saate çevrinmekten yana değil gözlerim, zamanın kibrine boyun eğmekten yana değil. Ama… onlar da kim? Bakışım iki yabancının dansına çarptı. Şu tavandaki fügürler? Yegi ve Milo, ten ve tin! Hangi ruhun hangi bedene girdiğini seçemiyorum.”
Paris’te Paul Brousse hastanesi… Genç kadın, sevgilisi Milo’ya hayat vermek için bu hastaneye gelir. Türkiye’de Fransız Kültür Merkezi’nde tanışmış ve birbirlerine âşık olmuşlardır. Bünyesinin kötümserlikle dolu olduğuna inanan kadın aşkın kendisini bu kötümserlikten arındırabileceğine ve ancak bu şekilde dünyayı aşkla sevebileceğine inanır. Milo böylece umutta ve gelecekte yaşayan bir aşka dönüşür. Bu aşk kendisini dört yıl boyunca gizlemiştir. Yıllarca saklı kalmış bu aşkın perdesi aralandığında pek de alışık olmadığımız bir şekle evrilir.
Milo sessizdir, beraber sükût içinde bir dil geliştirirler. Söze ve sözcüğe verilen anlamın gittikçe daraldığı, bakışların ve tüm bedenin hareket olanaklarının kullanıldığı bu özel dil sadece onların anlayacağı bir sevda diline dönüşmüştür. Sonsuzluğa katılma itkisiyle yıkımın ve acının, yıkıntılar arasından her an yeni ve bilinmedik otların yetiştiği, çiçeklerin filizlendiği bir aşkın dilidir bu.
Kaygıyla dolu bir aşk… Kierkegaard kaygının düş gören tinin nitelik kazanması olduğunu ve kaygının hem pay almak istediğimiz hem de karşısında durduğumuz bir “pathos” olduğunu yazar. Milo ve Yegi arasındaki aşk tam da bu türden kaygılı bağlanmadır. İnsan, ruh ile bedeninin bir sentezidir ve bu sentez “tin”dir. Ve tin her zaman kendisine kaygıyla bağlanır. Tin “kaygıdan kaçmaya çalışır, yapamaz, çünkü onu sever; kaygıyı gerçekten sevmek ister, yapamaz, çünkü ondan kaçmaya çalışır” Milo’ya duyulan aşk, saf ve duygular son derece masumdur. Ancak masumiyet cehalettir ve bir kaygı olarak hiçliğe ilişkindir. Bu hiçlik duygusu romana apaçık bir şekilde yansır:
“Aradaki tinsel uyumun- uyumsuzluk uyumu- ayırdına varmak, sesimi soluğumu kesti. Anladım ki hiçbir şey ruhtaki yangıyı yok edemez. Sevda dediğin, alevi büyütüp birlikte yanmakmış. Akıl erken davranırmış yürekten, paydaşını bulunca tozu dumana katarmış. Aşk her zaman sürükleyen olmaz, hışmında kimi kalplerin sürükleyen olurmuş”
Ancak kahramanımız bu aşkı hiçliğin rüzgârına bırakmaya niyetli değildir. Milo hastadır. Ona karaciğerinden bir parça verip hayata bağlamak ister çünkü Milo ölürse bu kaygılı aşk duygusu da hiçliğin içinde kaybolacaktır. Acaba Milo’yu hayata geri döndermeli midir? Milo bunu gerçekten ister miydi? Yaşamla ölüm arasındaki eşsiz çaba ve kaçınılmaz çatışma âdeta hastane duvarlarına örülür.
Milo hastalığını sevgilisinden gizlemiş ve ondan habersiz Paris’te ölmek istemiştir. Milo da tıpkı kahramanımız gibi hem aşka hem de hayata kaygıyla bağlı umutsuz bir hastadır. Ve bu büyük aşka karşı kahramanımız ne yapacağını bilemez; ya Milo’yu o çok özlediği ölümün ellerine bırakıp kendisi de hiçliğin içinde kaybolacaktır ya da Milo’ya can verip bu kaygıyı azaltarak, umutsuzluğun sonsuzluğa katıldığı noktayı biraz daha öteleyecektir. Romanın her karesinde ikilemin çığlığı duyulur. Aşkı ve ölümü sözcüklere yüklemeyi seçen Yegi, hastane odasında öykülerini yazmaktadır. Yarattığı öykü sayesinde hiçliğin elinden kurtulmayı ve bunu sevdiği adamla birlikte gerçekleştirmeyi ister. Ameliyat masasında Milo gibi ölüme, bilmediği sonsuzluğa birlikte yelken açmak niyetindedir.
“kalbimizin motiflerini bu sevdaya yaraşır biçimde öyküye dokumaya devam ediyorum. Yaşadığımızı, yaşamadığımızı dökerken her bir hatırayı istedim. En baştan başladım bu yüzden. Aşkı hayattan hayatı aşktan nasıl çekip aldığımızı görmeliydi dünya. Zamanı didikleyip, elemin ve neşenin derisine çimdik atmaktı çokça yaptığım”
İnsanı hayvandan üstün kılan şey, insanın acı çekmesinin gerekliliğidir. Bu bağlamda umutsuz olmanın sonsuz bir avantaj olduğunu söyleyen Kierkegaard aynı zamanda umutsuz olmanın insanın mahvına yol açabileceğini yazar. “ölesiye hasta olmak, ölememektir; ama burada yaşam umudu yok etmektedir ve umutsuzluk son umudun eksikliğidir, ölümün eksikliğidir.
Kahramanımızın içine düştüğü durum budur; ölümün eksikliği. Bu eksikliği, tırnaklarıyla toprağı eşeleyip bir çukur açtığında, yanı başında tepelenmiş toprağa bakarak daha iyi anlar. Fakat Yegi toprağın altından da emin değildir. Ölümün sağlayacağı yokoluş hakkında ciddi kuşkuları vardır.
“…çukurun bedeli tümsekti. Aynı zorundalık tümseğin de kaderiydi. Bir tümsek için, en az bir çukur kazılmalıydı. Karşılıklı bir yaratım mı bu? Korkunç bir yok ediş mi?”
“evet, yerin üstünü dünya bilip, altını dünyadan bilmemek az ahmaklık istemiyordu. Utandım topraktan, ama yine de tümden akıllı kalmak daha da zordu. Hiç olmazsa tek umuda yetecek ölçüde ahmaklık hâlâ bana lazımdı.”
“olduğu şey olmaya gönülsüzlükle, olmaklığa rızasızlık arasında büyük fark olduğunu söylemem yeter. Fazlasına ne hacet? Doğmak, ağlamak, doğurmak, ağlatmak, sevmek, öldürmek, yaşatmak, gülmek… ölmek sonra. Serpilmek yeniden, bir meyve tanesinde herhangi bir mideye inmek.”
Kahramanımız Milo’ya can verip tekrar hayata döndürme kararsızlığını çok derinden yaşar. Çünkü aşka anlam yüklenemeyeceğini bilmekte, aşkın peşinen bir kararsızlık, bir baş dönmesi olduğunu düşünmektedir. Önemli olan sevdiği adamın neyi isteyip istemediğini kestirmektir. Bu olanaksızlığı onun adına düşünme ve karar verme süreçleriyle aşmaya çalışır. Ancak her insan kendi bilincine mahkûmdur ve kahramanımız Milo’nun ne istediğine karar veremez. Milo artık kafesteki kuş gibidir; Yegi onu özgür kılmakla, tutsaklığına rıza göstermek arasında çetin günler geçirir. Fakat aşkın öldüren gücü yanında yaşatan gücünün hâlâ farkındadır:
“Aşk aşığın tüm hayatı zaptedip, geri kalanı teferruat kılmasıdır. Aşkın doğasını az çok bilirim. Hele insanı hayatta kılmaya nasıl ikna ettiğini”
Kierkegaard ben’in sonsuzun ve sonlunun bileşiminden oluştuğunu yazar. Söz konusu sentez bir ilişkidir ve bu ilişki özgürlük özlemine açılır. Ben kendi haline gelmeyi başaramadığı sürece kendi değildir; ve kendi olmamak umutsuzluktur.
Kahramanımız Milo adına bir karar vermeyi bırakıp Milo’yu kendi özgürlüğü bağlamında değerlendirdiğinde kendi olmayı başarır ve kendi olmama umutsuzluğundan kurtulur. Her ne pahasına olursa olsun, Milo’ya karaciğerinden bir parça verecektir. İçindeki sonsuzluk özlemini gidermenin ameliyat masasında Milo ile ölüme gitmekten başka yolu yoktur. Diğer yandan, aşklarını öyküleyerek sonlulukta görünmeyi de ihmal etmez. Ve en önemlisi ten ve tin arasındaki ilişkide tin’in düş görme gücünü sonuna kadar kullanarak bir nebze de olsa benliğini saran umutsuzluktan kurtulur. Kendisine kaygıyla bağlanan tin, özgürlük bilinciyle sonlunun ve sonsuzun içinde kaybolmaktan kurtarır kendini.
“Ama bizim sonumuz… Öykümüzün sonu boşluğu sarıyor, yalnızca boşluğu. Yoksunduk her kavuşmadan. Her sondan yoksun. Milo’dan hep yoksundum kendimden yoksun. Korkmuyorum işte, hiç korkmuyorum. Her sonu koparasım var kökünden. Hikayede , gerçek Milo ve Yegi bütün sonlardan uzak, hiçbir başlangıç yok onlara. Doğumlardan, ölümlerden fersah ötede bir dünyaları var. Sözcüklerin bağrında öylece kanatlanır onlar”
“Hasmını arayan bir dava!” nidasıyla başlayan “Paul Brousse Akşamları” için sayfalarca yazı yazabilirdim. Kalemi elimden bırakmakta zorlandığımı itiraf ederek son paragrafı kahramanımıza bırakıyorum:
Ve ışığı bol odadan dışarıyı gözleyerek söylüyorum: Dünyanın parıldadığını görmeye ancak karanlık bir arka plan gerek.”

Yazarla yapılan tek söyleşi için>>>

Nazê Nejla Yerlikaya – edebiyathaber.net (28 Kasım 2014)

Yorum yapın